“DÜşman” kelimesinin mânâsının oldukça saptığı ve kaydığı böyle bir zamanda “nefisle” mücadele etmek ve uğraşmak elbetteki kolay değil.
Menfîliklerin sel gibi döküldüğü bir ortamda meşrûiyette kalmak ve istikameti muhafaza etmek kolay bir iş değil. “Dünyevîleşme” cereyanının karşısında durmak her babayiğidin harcı değil.
Maddiyatta boğulmuş dünya piyasasının “ekonomik krizleri” karşısında ayakta durmak yürek ister.
Böyle bir ortamda “maneviyâtı ve semâvîliği” öne çıkarmak, elbetteki derin bir vukufiyet ve sağlam inanç ister.
Fitnenin kol gezdiği ve daima hedefinde masum inanç sahiplerinin olduğu bir vasatta savrulmamak ve sarsılmamak elbette ki kolay değil.
Bugünün Müslümanlarının, hele de dâvâ sahiplerinin imtihanları çok büyük!
Bu zaman ve zeminde, “Ah dâvâm!” diyebilmek, “omuzuna ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş” bu hizmetin esas umdelerini tatbik ederek yaşayabilmek esas imtihan ve gerçek cihaddır. Böyle bir dâvâ sahibinin, her türlü şart, zaman ve durumda, her iş ve hizmette, her halükârda dâvâsına, dâvâ arkadaşlarına ve inancına karşı:
“Ben bu işte yokum!” deme lüksü yok!
“Benden buraya kadar!” deme hakkı yok!
“Ben yoruldum, yeter artık!” deme şansı yok!
“Ben seninle / sizinle yapamıyorum!” deme aykırılığı ve bıkkınlığı olamaz!
“Ne hâliniz varsa görün!” diyerek pes edip dâvâ arkadaşlarını yalnız bırakamaz!
“Hizmeti hep ben mi düşüneceğim?” deme sorumsuzluğuna kaçamaz!
Geniş İslâm coğrafyasındaki Gazzeler, Filistinler, Iraklar, Afganistanlar, Cezayirler, Pakistanlar, Bosnalar acı ve ibret verici ciğer parçalayan örnekler olarak önümüzde duruyor. Türkiye’de asırları içine alan “ifsat komitesinin” imha plânına karşı koyacak en sağlam gerçekler Risâle-i Nur okuyan camiânın elinde var. Ümmet ve insanlık bu hakikatlerin tatbikatını bekliyor. Kalp ve gönüllere yerleşen ve maneviyât âleminde gerçekleşecek bu “cihadı” bırakmak demek olan her türlü menfî hareket, şer hesabına geçer.
Dâvâ ve inanç sahibi şuurlu bir mü’min, kavganın, silâhın, kanın, kinin, hukuksuzluğun, haksızlığın, gerginliğin, katletmenin, sömürmenin, düşmanlığın, aykırılığın ve ötekileştirmenin yanında olamayacağına göre, yapacağı çok şey var demektir.
Sorumluluğunu bilen “dâvâ adamları”, bu camianın içinde ve tarihçesinde olan şu örnekler bize ışık tutacaktır:
Molla Resül’ün cesaret ve mertliği, Molla Hamid’in saffeti, Hulusi’nin sadakati, Hüsrev’in mahareti, Re’fet’in dikkati, Tahiri’nin velâyeti, Zübeyir’in metanet ve istikameti, Sungur’un Risâle-i Nur’a hâkimiyeti, Bayram’ın Üstadının şahsında ve dâvâsında faniyeti ve serdengeçtiliği, bir asra yaklaşan “şahs-ı mânevî” gerçeğinin saffeti, gayreti, metaneti, ihlâs, muhabbet ve uhuvveti ihtiyacı karşılar her halde.
Çünkü nefis, hep bahanelere sığınmak istiyor. Kaçacak delik arıyor. Kendisini ve muhataplarını kandırmayı gözlüyor. Mesuliyetten kaçmaya çalışıyor. Dünyevîliği ön plâna çıkarmayı plânlıyor. Birliğin, beraberliğin, ittifakın, kardeşliğin, sadakatin, istikametin, saffetin ve ihlâsın imtihanındayız.
Bu tembel, sorumsuz, aldatıcı, güvenilmez, bahaneci “nefislerimizi!” ve onun sır arkadaşları olan “asabiyet, bencillik, hodgâmlık, enaniyet, öfke, kin, garaz, su-i zan, sorumsuzluk, gıybet… vb.” menfî his ve duygularımızı, terk edemediğimiz alışkanlıklarımızı, ülfetimizi terbiyeye çalışmak için yeniden bir silkinmeye ihtiyacımız var diye düşünüyorum.
Bütün Müslümanlar ve inançlı insanlar olarak, kurtuluş reçetemiz bu “manevî cihad”dadır. İnancımızın, kardeşliğimizin ve davamızın gereği olan birlik, beraberlik, sadakat, istikamet ve sebatımızı gösterip kendi işimize bakmak ve sarsılmamak durumundayız. Enaniyetten, ayrılıklardan, mânevî gurbetlerden uzak bir sadakatli yolda birlikte devam etmek dilek ve temennisiyle...
06.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|