Ömrümüzün hazanı
Sararan yaprakları görünce dağda, bağda, bahçede; hüzün çöker yüreğine insanın.
Gençlik, nasıl ki insan ömrünün baharıysa; yaşlılık da hazan zamanıdır bir bakıma, kabul etsek de etmesek de…
Hani nerede tuttuğunu kopardığın, muktedir olduğun günler? Öyle ya, o günler gençlik günleri, dinçlik günleriydi. Tâbir yerindeyse, birçok şeyi “tozpembe” gördüğün günlerdi o günler…
Uykuya doymaz, lezzete kanmazdın o zamanlar.
Aldığın tatlar, kokladığın kokular, bakmaya doyamadığın renkler; meftun olduğun güzellikler bile bir başkaydı o dönemde.
Kim bilir ne rüyalar, ne hülyalarla avuturdun gönlünü. Belki de, bazen elin yetişmeyip “âh” dediğin olmuştur. Gönlünün gönlü, hayal vüs’atinde değil miydi? Her çiçeği dolaşırdı emellerin bir bir, kelebekler gibi… Ele avuca sığar mıydı hiç?
Derken, geldin bu güne…
Bayram ziyaretinde, bir televizyonun muhabiri soruyor Güçsüzler Yurdundaki yaşlı bayana:
“Teyze! Gönlünün istediği bir şey var mı?” diye. Miadını doldurmuş, güzelliğini soldurmuş bayan, önce bir iç geçiriyor derinden derine. Ufka uzanan mahzun bakışlarının ardından:
“Aaah evlâdım, gönül ne istemez ki? Ama, zaman kalmadı” diyor hüzün dolu edayla.
Giden gitmiş, zaman geçmiş, ne çâre…
O günleri, bu günler için yaşayıp, gençlik nimetinden ziyadesiyle istifade etmeliydi âhiret hesabına. Hissiyatın hâkim, aklın ise sukût ettiği o günlerde nefsi ve hevesi dizginleyip Mevlâ’ya yönelmek ne büyük kâr.
Bugün gıcırtılar başlamış; haberciler gelmiş, konmuş saçlara, başlara. Mâdem düne dair bir şey yapmak mümkün değil; öyleyse, bu günü, hatta şu ânı mamûr etmenin, kazanmanın çaresine bakmalı.
Risâle-i Nur’da, “Nasıl ki öylelerden biri ağlayarak demiş” diye başlayıp nakledilen; “Keşke gençliğim bir dönseydi; ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazin hâller getirdiğini ona şekvâ edip söyleyecektim” ibâresi, gidenin dönmediğini, “tuh” demenin hiçbir fayda vermediğini haber veriyor.
Mâdem hâl böyle: Hz. Mevlânâ gibi “Dün, dünde kaldı cancâzım / Bu gün yeni şeyler söylemek lâzım” demeli ve bu güne bakmalı.
Mâzide kalan fulü tabloyu, âtîye ayine yapmalı. Sis perdesini aralamalı ve kabrin arkasındaki “ebedler memleketi”ni düşünmeli. Cenâb-ı Hakk’ın af ve mağfiretinden “ümitvâr” olmalı.
Bediüzzaman Hazretleri: “Mâdem ekser insanlarda gençlik zararlı düşüyor; biz ihtiyarlar Allah’a şükretmeliyiz ki, gençlik tehlikelerinden ve zararlarından kurtulduk” diyerek yorgun yüreklere su serptikten sonra, “Biliniz ki, ihtiyarlıktaki zaaf ve acz, rahmet ve inayet-i İlâhiyenin celbine vesiledir” diyerek ümit kandilini yakıyor kalbimize.
Ne saâdet…
Namaz ve niyazla imanını ışıklandırıp, hayatını hayatlandıranlara müjde! Ebedî bir gençliği kazanmaya namzetsiniz orada.
Yol Ma’bûda ve O’nun mahbûbuna olunca, gam yükleme gönlüne.
Toprak, tohum bekler Hâlıkının izniyle neşvü nemâ bulsun diye. Çekirdek, yeni çekirdekler doğurur yazdan sonraki güzde.
Güz olmazsa, bahar olmaz, yaz olmaz. Tohumun ölmesi, yaprağın solması gerekir yeni bir nevrûz için.
İnsan da, olacak, solacak ve ölecek; haşr olmak için yarın orada…
“Yâ Rabbi! Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl.”
Âmin.
|