PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan'ın anlattıklarında yeni birşey olmadığını, bunların çoğunun bölge halkında yıllardır bilinen ve konuşulan hususlar olduğunu belirten Mazlum-Der eski Başkanı Yılmaz Ensaroğlu, o yıllarda bölgeye giden İnsan Haklarından Sorumlu Bakanların kovulduğunu hatırlattı.
BAYKAL DİCLE'YE SOKULMADI
Ensaroğlu, CHP lideri Deniz Baykal'ın Dicle'ye girmesine izin verilmemesi ve Meclis İnsan Hakları Komisyonunun bazı çalışmalarının engellenmesi gibi olayları da unutmamak gerektiğini ifade ederek, “Bölgede istifa eden, görevi bırakan, nakil isteyen birçok savcı ve doktor oldu” şeklinde konuştu.
ASKER GÖLGESİ HÂLÂ KALKMADI
Son yıllarda yapılan bunca reformlara rağmen siyaset üzerindeki askerî gölgenin tamamen kalktığını söyleme şansına hâlâ sahip olmadığımızı vurgulayan Ensaroğlu, “Askerlerin birçok konuda yüksek sesle konuşmaları bunun göstergesidir” dedi.
Bu hafta Türkiye’nin demokratik gelişim sürecinde toplumsal ve siyasal yapıyı konuşmak istedik. İnsan Hakları Savunucusu olan, birçok sivil toplum konferansında tebliğler sunan Mazlumder Eski Başkanı Yılmaz Ensaroğlu’yla konuştuk.
lYıllardan beri sivil toplum kuruluşları içinde görev yapan birisi olarak, demokrasi açısından Türkiye’nin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Önemli eksikliklerine ve sorunlarına rağmen, Türkiye demokrasisinin geçmiş yıllara nazaran birçok açıdan daha iyi bir noktada olduğu söylenebilir. Ancak Türkiye’nin gelişmiş bir demokrasi olarak kabul edilebilmesi için hâlâ önünde kat etmesi gereken çok uzun ve engebeli bir yol olduğunu da söylemek gerek. Kabaca baktığımızda, demokratik bir düzenin vazgeçilmez kimi kurum ve kurallarının Türkiye’de mevcut olduğunu ve iyi–kötü işlediğini görüyoruz. Örneğin, halk yöneticilerini seçimle işbaşına getiriyor ve yine seçimle uzaklaştırabiliyor. Seçimler gelişmiş demokrasilerde aranan nitelikleri önemli ölçüde taşıyor. Çok sayıda siyasî parti var. Halk, bir bakıma temsilcileri aracılığıyla yönetimde söz sahibi vs. Özetle, parlamenter demokrasinin pek çok kurumu ve kuralı mevcut ve çalışıyor. Ancak Türkiye’deki siyasî sisteme biraz daha yakından baktığımızda, demokrasinin bu temel mekanizmalarından yana son derece ciddî sorunlarımız olduğunu da görüyoruz. Bu bağlamda, öncelikle Cumhuriyet devletinin halka hizmet etmek üzere değil, tam tersine tepeden inme bir modernleşme, daha doğru bir ifadeyle modernleştirme aracı olarak ‘halkı adam etmek’ amacıyla kurulduğunu belirtmek gerekir. Bunun doğal sonucu olarak da karşımıza, hayatımızın her anına ve alanına nüfuz etmek isteyen bir resmî ideoloji çıkıyor. Bu resmî ideolojinin temel amacı, tüm farklılıkları yok ederek homojen bir toplum, yepyeni bir ulus oluşturmaktır.
Türkiye’de demokrasinin temel sorunları, işte tam da bu noktadan itibaren başlıyor. Bir kere tüm siyasî partiler, resmî ideolojiyi savunmak zorunda. Bunun dışına çıkmaya yeltenenler, anında kapatılıyor. Yani iddia edildiği gibi, gerçek anlamda çok partili bir siyasî rejim aslında yok; “çok sayılı tek parti rejimi” diyebileceğimiz ve dünyada ikinci bir örneği olmayan bir siyasal düzenimiz var. Nitekim Kürt sorunundan söz eden veya Diyanet’i kaldıracağını söyleyen ya da başörtüsü yasağını doğru bulmayan partilere göz açtırılmıyor, hemen kapatılıyorlar. Bunun yanı sıra, halk seçimlere gidip oy kullanıyor ama kendisini kimlerin temsil edeceği konusunda en küçük bir fikir ve yetki sahibi değil. Yani milletvekillerini seçmen olarak bizler değil, hatta partiler de değil, yakın çevresindeki birkaç arkadaşıyla birlikte liderler doğrudan belirliyorlar. Böyle olunca da yürütmeyi, hükümeti bizim adımıza denetleyebilen bir yasama organı yerine, hükümet ve hükümeti kuran parti ya da partiler tarafından denetlenen bir parlamento çıkıyor karşımıza. Bu tabloda, milletvekilleri de doğal olarak, seçmenin talep ve beklentilerine değil, liderlerinin talimatlarına daha fazla önem veriyorlar. Çünkü gayet iyi biliyorlar ki, bir sonraki seçimde seçilip seçilemeyecekleri konusunda nihaî belirleyici olan toplum değil, liderdir. Bunun yanı sıra, siyasal hayatı düzenleyen mevzuatta halkın yönetime katılma hakkını zedeleyen ve ciddî bir temsil sorunu doğuran seçim barajları ve benzeri pek çok hüküm bulunmaktadır. Öte yandan, bir demokrasinin önemli sacayaklarından birini oluşturan yargı açısından baktığımızda, Türkiye’de yargının da, adaleti tesis etme peşinde koşmaktan, vatandaşın hak ve özgürlüklerini korumaktan daha çok, devletin çıkarlarını, resmî ideolojinin gereklerini gözeten bir güç olduğunu görüyoruz. Sonuç olarak, hâlâ bir an önce çözmesi gereken pek çok sorunla malûl bir demokrasimiz var.
lBu söylediklerinizin ışığında sorunu biraz daha açacak olursak, size göre Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en önemli engeller neler?
Her şeyden önce, demokrasinin ne olduğu, nasıl olması gerektiği konusunda ciddî bir kafa karışıklığı içindeyiz. Örneğin, Anayasa’da devlet kendisini “demokratik” olmakla niteliyor ama demokrasi kavramına ilişkin olarak ne mevzuatta ne de literatürde, üzerinde uzlaşılan ortak bir tanım yok. Yani “demokratik devlet”in resmen ne olduğu konusunda herhangi bir bilgiye ve fikre sahip değiliz. Bunun yanı sıra, toplumda da ciddî bir demokratik kültür sorunu var. Demokrasiyi bir yönetim biçimi ve aracı olmaktan çıkarıp, bir bakıma fetişleştirerek onun bir yaşam biçimi, bir hayat felsefesi olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, demokrasi kavramına hâlâ çeşitli nedenlerle kaygıyla yaklaşanlarımız da var. Buna bir de toplumdaki kutuplaşmayı, polarizasyonu eklediğinizde, sorun hepten içinde çıkılmaz hale gelmektedir. Zira herkesin, her kesimin zihninde “ötekiler” var ve ne yazık ki, demokratik kültür ve demokrasiye ilişkin talepler, henüz “öteki”lerimizi de kapsayacak kadar gelişmiş değil. Yani demokrasimizin ‘demos’u da demokrasiden yana hayli problemli. Doğal olarak bu sosyo-kültürel sorun, yasamasıyla, yürütmesiyle ve yargısıyla ülkenin yönetimine de yansıyor ve herkes işin kolayına kaçarak demokrasi denilen şeyi seçimlere indirgeyip kurtulmanın yollarına bakıyor.
Öte yandan, Cumhuriyet’in kuruluşunda askerlerin belirleyici rolü ve ağırlığı var ve bu askerlerin bir kısmı, İttihatçı gelenekten geliyor. Dolayısıyla askerî bürokrasi, eskiden beri kendisini bu devletin sahibi, kurucusu, koruyucusu olarak görüyor. Bu anlayışın sonucu olarak askeriye, sivillere hatta topluma güvenmiyor. Nitekim yine askerlerin öncülüğünde kurulan CHP’nin tek parti yönetimi sona erip de çok partili hayata geçildikten sonra neredeyse her on yılda bir yapılan müdahalelerle sivil siyasî hayatı sıkı bir askerî denetim altında tutulmasına gayret edildiğini biliyoruz. Son yıllarda yapılan bunca reforma rağmen, siyasî yaşam üzerindeki askerî gölgenin tamamen kalktığını söyleme şansına henüz sahip değiliz. Askerlerin hâlâ birçok konuda yüksek sesle konuşmaları da bunun göstergesidir. Oysa gelişmiş demokrasilerde askerler konuşmazlar, siyasî iradeye tabi olarak verilen emirleri yerine getirirler. Bizim asker – sivil ilişkilerimiz, ülkenin demokratikleşmesinin önündeki en önemli engellerden biri olma vasfını maalesef hâlâ koruyor.
lÜlkenin ya da toplumun demokrasiye henüz hazır olmadığı iddia edilerek demokrasinin yerleşmesi ertelenirken, hep Osmanlı bakiyesi olduğumuz ve bu ülke insanının demokrasiye yatkın olmadığı tezi öne sürülüyor. Sizce bu doğru mu?
Böyle bir iddianın doğru olup olmadığını tartışmak bile abestir. Ancak ülkede demokrasinin tam yerleşmesini kendilerinin çıkarlarına aykırı gören ve demokrasinin yerleşmesi halinde, mevcut hegemonyalarını sürdüremeyeceklerini bilen çevreler, bu ve benzeri gerekçelerle iktidarlarını sürdürmek ve ellerindeki gücü korumak peşindedirler. Üstelik Osmanlı bakiyesi olmakla demokrasiye yatkın olmamak arasında nasıl bir ilişki kurulabildiğinin herhangi bir açıklaması da yoktur. Kaldı ki, Osmanlı sosyal, siyasal ve kültürel hayatında temel belirleyici faktör, İslâmdır; İslâmda da çağdaş demokrasinin pek çok ilke ve mekanizmasının karşılıklarını bulmak mümkündür. İstişare/meşveret, ehlu’l ve’l-akd, bey’at gibi pek çok düzenlemenin yanı sıra, bu konuyla ilgili sayılamayacak kadar çok nass örnek verilebilir. Demokrasi dediğimiz şey, sonuçta insanların kendi kendilerini yönetmeleri, daha doğrusu yöneticilerini kendilerinin belirlemeleri esasına dayanan bir yönetim biçimidir ve bizim kadim kültürümüzle de bu çelişmemektedir.
lCumhuriyetçilik adına bu eleştirileri yapanlar, esasen dinin ve geleneksel kültürün, düşünce ve tutumların toplumu kaderciliğe, doğaüstü güçlere bel bağlamaya sürüklediğini ileri sürüyorlar. Oysa Cumhuriyetçilerimiz de aynı hataya düşüp örneğin zaman zaman Anıtkabir’e şikâyette bulunuyorlar ya da Anıtkabir’den yardım/destek dileniyorlar. Bu davranışı nasıl yorumlamamız gerekiyor?
Bir aşkın güce inanmak, güvenmek ve güç yetiremediği konularda ondan yardım istemek, aslında insanın doğal, fıtrî bir ihtiyacıdır. İslâmda inanılıp güvenilecek ve kendisine boyun eğilecek ve kendisinden yardım dilenecek yegâne güç, Allah’tır. Cumhuriyet ise, Müslüman bir toplumu yönetme yetkisini yukarıdan bir devrimle elde etti ve bu devrimi oturtabilmek için de kısa bir zamanda, İslâm ile toplumun, Müslümanların arasını açmaya çalıştı. Bu amaçla bir yandan İslâmı yeniden yorumlama çabasına girişti, bir yandan da dinin yerine yeni birtakım kutsal kavramlar, varlıklar ve mekânlar üretti. “Kâbe Arab’ın olsun, Çankaya bize yeter” gibi mısralar ya da “Anıtkabir”, “Ulu Önder” gibi isim ve sıfatlar bu politikanın sonucu olarak ortaya çıktılar. Böylece hem dinin insanların hayatından uzaklaştırılmasının doğuracağı boşluk doldurulmuş olacak hem de insanın az önce değindiğim temel fıtrî bir ihtiyacı karşılanmış olacak. Elbette ibretle izlediğimiz bu tutum, bu insanların İslâma ve Müslümanlara yönelik itiraz ve eleştirilerinin ne kadar haksız ve dayanaksız olduğunu da sergiliyor. İslâmın yerine ikame edilmek istenen değerlerin bunu ne kadar başarabildiğini de hep birlikte görüyoruz.
lHep devletle-millet arasında bir sürtüşmeden bahsedilir. Yıllardan beridir sivil toplum örgütlerinin içinde olan bir kişi olarak size göre bu sürtüşmeyi nasıl aşarız?
Devlet dediğimiz şey, bir hizmet aracıdır ve parasını ödeyen toplumun malıdır. Temel görevi, hatta biricik varlık nedeni, bazı hizmetlerini görmesi için kendisini görevlendirip yetkilendiren insanların yani yurttaşların hak ve özgürlüklerini, güvenliklerini tanımak ve korumak, insanların tek başlarına yapamayacakları hizmetleri görmek, onların ortak ihtiyaçlarını yine onlar adına karşılamaktır. Devletin kendi başına hakları yoktur; hak sahibi olan insanlardır, vatandaşlardır. Devletin ise, bu hak sahibi olanların kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirebilmesi için geçici olarak devrettikleri hakların gereği olarak görevleri vardır. Özetle, devlet dediğimiz şey, bir apartman yöneticiliği gibidir. Dolayısıyla teorik olarak aslında devlet–millet sürtüşmesi olmaz, olamaz. Çünkü apartman yöneticisi apartman sakinleriyle çatışma içerisine giremez. Ancak eğer apartman yöneticisi aidatları toplayıp, binanın ortak alanlarının temizliğini yaptırmak ve ortak giderleri karşılamakla yetinmezse, yetkisini aşarak apartman sakinlerinin nasıl giyineceğine, nasıl yaşayacağına, ne yiyip ne içeceklerine, neyi nasıl düşüneceklerine de karışmaya yeltenirse, o zaman çatışma kaçınılmaz olur. Türkiye’deki çatışma da esasen bundan kaynaklanmaktadır. Çünkü bizim yönetici, her şeye burnunu sokmakta, bizim hizmetçimiz olduğunu unutmakta, dahası, bizi ‘adam etmeye’ çalışmaktadır. Bu nedenle bu sürtüşmeyi aşmanın tek yolu, devletin toplumdaki farklılıkları yok ederek, homojen bir ulus oluşturma ideolojisinden vazgeçmesi ve herhangi bir ideoloji dayatmayan bir hizmet aracı olmayı kabul etmesidir. Eğer devlet bu doğrultuda dönüştürülmez ve kutsal bir varlık olarak hegemonyasını sürdürmekte ısrar ederse, bu sürtüşmenin, bu çatışma da sürecektir.
lBu sürtüşme, söylenildiği gibi “Süleyman’ın mührünü elinde tutanların kudret savaşı” öyküsü müdür? İktidar olmanın verdiği güç, bu sürtüşmede nasıl bir rol oynuyor?
Öncelikle şunu belirteyim: Seçimlerde fazla oy alarak Meclis’te çoğunluğu elde etmenin ve bunun sonucunda da hükümeti kurmanın, Türkiye’de iktidar olmak anlamına gelmediğini düşünüyorum. Diğer bir deyişle, bu memlekette iktidar olmak, muktedir olmak anlamına gelmiyor. O yüzden de, bugüne kadar hiçbir partinin hükümet olduğunda kendi özgün programını uygulayabildiğini göremedik. Çünkü siyasî partilerin tüzüklerinde ya da seçim beyannamelerinde, hükümetlerin programlarında yer alan doğrular, hep “devlet gerçekleri”ne çarptı ve değişti, dönüştü veya tamamen rafa kaldırıldı. Çünkü mühür, her zaman bu devleti kuran ve tüm yetkileri kendisinde gören sivil ve askerî bürokrasinin elinde oldu ve halkın temsilcileri onlardan alamadılar. İşte son yıllarda yaşanan gerilimler, biraz da bundan kaynaklanıyor. Çünkü mührü gasp edenler, artık mührü ellerinde daha fazla tutamayacaklarını görüyorlar ve kaybetmek istemiyorlar. Bürokratik iktidar, bu kadar baskıyı ve direnişi de, elde ettiği gücün verdiği iktidar sarhoşluğuyla sürdürebiliyor.
lPeki, “Türkiye önce kendi demokrasisini oturtmalı, ondan sonra Orta Doğu’ya demokrasi modelliği yapmalıdır” diyenler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu ifadenin ya da söylemin, teorik ve ahlâkî açıdan yanlış olduğunu ileri süremeyiz. Hem ahlâken tutarlı olmak bakımından hem de etkili sonuç alabilmek için elbette başkalarından talep ettiğiniz şeyi önce kendiniz yapmalısınız. Bu sadece demokrasi, Türkiye ve Orta Doğu açısından değil, hayatımızın her alanında geçerli kılmak zorunda olduğumuz bir ilke… Bununla birlikte, demokrasi denen şey, aynı zamanda bir süreçtir. Bu nedenle, biraz fazla yol kat etmiş olanların, daha yeni olanlara, eksiği daha fazla olanlara yardımcı olmasının da yadırganmaması gerekir. Burada asıl vurgulanması gereken nokta şudur: Bu bahaneyle, gelişmemiş demokrasilerde yaşayan insanların hak ve özgürlüklerine, çıkarlarına keyfi müdahale yapılması kabul edilemez. Demokrasi getirmek/götürmek gerekçesiyle antidemokratik uygulamalar, sömürü ve zulüm politikaları meşrû görülemez. Bu kural, Türkiye için de, Amerika için de geçerlidir.
lHerkesin konuşup tartıştığı Ergenekon meselesi hakkındaki görüşleriniz neler? Hakikaten buradan bir demokratik açılım çıkar mı ya da endişeleriniz var mı?
Çok uzun yıllardan beri, devlet içinde birtakım çetelerin, yasadışı örgütlenmelerin olduğuna inananlardanım. O açıdan, bu konuyla ilgili bir dâvâ açılabilmiş olması tek başına son derece önemli bir gelişmedir. Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda Meclis bünyesinde oluşturulan Susurluk Araştırma Komisyonuna gidip ifade vermeyi reddedenlerin bugün Ergenekon dâvâsında yargılanıyor olmaları, hafife alınır bir gelişme değil. Bu anlamda bu olayın kendisi, oldukça önemli bir demokratik açılım zaten… Ancak, Ergenekon’un devletin kendi içindeki safraları dışarı attığı bir olay olduğu yolundaki iddiaları da göz ardı etmemek gerekiyor. Eğer bunun doğruluk payı varsa, o zaman bu Ergenekon’dan, başkaca önemli bir demokratik açılım beklememek lâzım. Özetle, sadece benim değil, bu olayları birazcık olsun yakından izleyen hemen herkesin bu dâvânın sonuçlarıyla ilgili derin endişeleri var.
lNe gibi endişeler?
Dâvânın sonuçsuz kalacağı, daha doğrusu bırakılacağı, bu çetenin sonuna kadar gidilemeyeceği, Şemdinli dâvâsında olduğu gibi hâkim ve savcıların başına bir şeyler gelebileceği, bu örgütün içinde yer alan ve şu anda görevde olan isimlerin üzerine gidilemeyeceği, özellikle Genelkurmay’ın bu konuda çok açık ve kararlı bir tutum sergilemediği şeklinde bu endişe listesini uzatmak mümkün.
lNeşe Düzel’in ‘itirafçı’ Abdulkadir Aygan’la yaptığı röportajda JİTEM’le ilgili itirafları çok şaşılacak bir şey mi yoksa bölgede bunu herkes biliyor muydu? Devlet bunlardan habersiz olabilir mi? İnsan hakları komisyonu yetkilileri bunları görmüyor muydu? Görüyor idi ise, sizce neden müdahale edilmedi?
Bir kere Aygan bunları ilk kez söylemiyor, ancak Ergenekon dâvâsının gündemdeki öncelikli yerini koruduğu, bu ve benzeri suç şebekelerinden bazı isimlerin deşifre olduğu bir dönemde bu kadar derli toplu ve detaylı bir görüşme yapıldı ve bunları tüm kamuoyu yakından öğrenmiş oldu. Yoksa özellikle Güneydoğu’da yaşayan insanlar için ve bu sorunu yakından izleyen kişi ve kuruluşlar için kimi detaylar dışında çok yeni bir şey yok Aygan’ın söyledikleri içinde. Elbette devletin bunlardan habersiz olduğunu düşünemeyiz. Tam aksine bunları biliyordu, ancak hukuku egemen kılması gerekenler, bunlarla baş edemiyordu. O yıllarda bölgeye giden İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanlarının kimi yerlerde kovulması, Deniz Baykal’ın örneğin Lice’ye girmesine izin verilmemesi, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonunun kimi çalışmalarının engellenmesi gibi olayları unutmamak gerekiyor. Aynı şekilde bölgede görevi bırakan, istifa eden, nakil isteyen çok sayıda savcı, doktor olduğunu biliyoruz.
lSizce bütün suç JİTEM’e atılarak bazı şeylerin üstü örtülüyor olabilir mi?
Sanmıyorum. Çünkü o dönemlerde bir yandan muazzam bir suç makinesi gibi çalışan JİTEM diye bir yapılanmayı, hayatınızın her anında ve alanında görüyorsunuz ama diğer yandan JİTEM diye bir yapılanmanın olmadığı ileri sürülüyor. Suçluların nasıl himaye edildiğini aslında bu ikili politika yeterince sergiliyor. Bunun yanı sıra, sözünü ettiğiniz sakınca da var. Herkesin suçu JİTEM’e ya da yaşamını yitirmiş bazı isimlere atarak birçok şeyin üstünü örtmesi de mümkün.
lTürkiye genel siyaseti üzerinden düşünürsek askerde bir değişim görüyor musunuz?
Bu soruya biraz iyimserliğimi de katarak olumlu cevap vermek istiyorum. Her şeyden önce askerlerin de algıları, değerlendirmeleri, bakış açıları, genel olarak gelişen ve değişen demokratik kültür doğrultusunda bir dönüşüm geçiriyor. Ancak bu dönüşümün ne kadar güven verici bir düzeye ulaştığından emin değiliz. Örneğin, 2001’den itibaren reformlar yapıldı, AB uyum paketleri çıkarıldı ve müzakere süreci dolayısıyla birtakım değişiklikler yaşandı. Askerler, bu değişikliklerin gereği olarak, görev alanlarıyla ilgili olmamasına rağmen bulundukları birçok yerden çekildiler. Ne var ki, yine de 2007 yılını, bir dizi demokrasi karşıtı, daha doğrusu demokrasiyi içine sindirememekten kaynaklanan operasyon ve muhtıralarla dolu dolu geçirdik. Oysa herkes, “artık bundan sonra darbe olmaz, muhtıra verilemez” diye düşünüyordu. Şu anda da bu tür şeyler olmuyorsa, tamamen askerde köklü bir değişim olduğundan değil, bunların artık sökmediğinin ve sonuç vermediğinin, dahası askeri yıprattığının bilinmesinden kaynaklanıyor. Ancak daha genç kuşağın, bu konuda daha iyi olduğunu da düşünüyorum, umuyorum.
|