odern dünyada güzellikler ve çirkinliklerin tanımı ile ilgili insan ve bilim merkezli yaklaşımlar hayatın pek çok alanında işleyişin âlemlerin Rabbi’nden kopması sonucunu doğurdu. Doğrunun arayışı içinde insanoğlu varlığın hakikatinden kopmak ve doğruyu kendi bakışının sınırlılığına hapsetmek konumuna geldi. Sebebin sonucu doğurduğuna dair yanlış algılar, determinist yaklaşımlar sosyal yapıda da hakim kılınmaya çalışılırken “know how” duânın yerine ikame edilmeye çalışıldı. Aynı şartlar altında aynı sebeplerin aynı sonuçları doğuracağı vehmi o kadar güçlendi ve hayatın içine o kadar sirayet etti ki, hemen hemen her şeyin fıtrî olandan uzaklaştığı ve vazedilen kurallar çerçevesinde oynanan roller ile sonuç arayışları ortaya kondu.
Bu tablonun mahsullerinden olan diplomasi, doğru iletişim teknikleri, başarılı olma teknikleri ve pazarlama yötemleri başarı için rol yapan samimiyetsiz ve çoğu zaman riyakâr maymuna çevrilmiş insan tiplerini doğurdu. Bu da gerek devletler arası ilişkilerde gerekse insanlar arası ilişkilerde ruhsuz kuralları ve fıtrattan uzak uygulamaları netice verdi.
İnsanın en büyük zaaflarından biri, benliğini Hâlık-ı Kâinattan tamamen bağımsız olarak algılaması ve O’nun şekillendirdiği âlemde sanki ayrı bir varlık alanını kontrol ediyor ve tanımlıyor olduğunu düşünmesidir. Bu algı çerçevesinde kendi akıl ölçülerinin güzel ve çirkin tanımlarını yapıp âlemi de bu ölçüler içine sığdırmaya çalışır. Oysa güzellik tanımı yapabilecek bir beyni insanın bedeninde yaratan ve o tanıma uygun işleyişi kâinata yayan Âlemlerin Yaratıcısı’dır.
Güzellik temel bazı kurallar ve kabuller çerçevesinde şekillenen bir kavram olmakla birlikte içinde bir izafîlik ve kişiye görelik tarafı hep bulunan bir kavramdır. Bu anlamda toplumun ve ferdin kabulleri, genel kültür yapısı, inançlar gibi pek çok faktör etkili olur. Bir toplumun çok yanlış ve çirkin gördüğü haller başka bir toplumda kabul gören el üstünde tutulan durumlar olabilir. Yine ferdin o anki ruh halinin algıladığı her hangi bir nesne ya da olayı güzel veya çirkin tanımlama açısından çok önemi olmalıdır. Aynı iki olay farklı ruh halleri ile farklı şekillerde tanımlanabilir. Bu ve benzeri şartlar içerisinde güzelliğin mutlak tanımı ya da mutlak güzelliğe ulaşma imkânı maddî âlemde ve varlıklar planında pek mümkün gözükmemektedir. İnsanoğlu mülk âlemine geldikten sonra beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemi tanımlanmakta ve insanın bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Hâlık-ı Âlem’i tanıyıp, O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mânâ ifade edecek tarzda şekillenmiştir.
Bu durumda, eşyadan esmaya ulaşma konumunda olan insan, âlemin tamamını kendi algılarına münhasır olarak algılama ve kabul etme zaafı ile yüz yüzedir. İşin daha da kötü olan yönü, kulun Âlemlerin Yaratıcısı’nı da kendi algılarının sınırlılığında algılaması ve o Zat-ı Mukaddes’in de varlık âleminin tanımlarına sınırlı kalması gerektiği gibi bir vehme kapılmasıdır. Mülk âleminin bütün doğru-yanlış, iyi-kötü gibi tanımlamaları hiçbir şekilde Hâlık-ı Kâinat’ı bağlamamakta, sadece varlık lisanı ile kulların O’nu tanıması için konmuş kurallar şeklinde karşımıza çıkmaktadırlar.
Aslında O’nun yapmamızı emrettiği şeyler iyi, yasakladığı şeyler çirkindir. Yoksa, O’nun dışında tanımlanmış bir kısım doğru ve yanlışlar, güzel ve çirkinlere O tabi olmak ve o tanımlara göre hüküm vermek durumunda değildir. İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için Hâlık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zat-ı Mukaddesi maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak, O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.
Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse aynı şey zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında ‘anda’ da, yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezeli irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefs’ül emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabb’ül Âleminin kabulleri ve yüklediği değerlerdir.
Şunu hiç unutmamak gerekir ki, güzellik ve bizde onun karşılığı olan duyguların yaratılması tamamen İlâhî irade iledir. Bu anlamda fıtrat, yaratılışımızın gereği olan haller hep güzele ve güzel olmak tanımlanmışlara eğilimlidir. Ancak insanın kabiliyetleri her zaman ve şartta güzelin ne olduğunu ayırt etmeye ve gerçek anlamdaki doğruyu bulmaya yeterli olmayabilir. Bu durumda belki de işlediği fiilleri güzelleştirecek olan niyetidir. Niyetin bu anlamda fertle bağlantılı fiillerin tanımlanmasında çok önemli bir yeri bulunmalıdır. Bir şeyin güzel olmasının tek şartı Âlemlerin Rabbi ve Cemal-i Mutlak tarafından güzelleştirilmesi, yani güzel olarak tanımlanması olmalıdır. Kulun fillerindeki güzellik tanımında ise her şeyin derinini ve en ince ayrıntılarını, kalbinden geçenleri bilen Yaratıcı niyeti önemli bir şart olarak ortaya koymuştur. Hakikat-i halinde, estetik boyutu ile güzellik ne ise de bize uzanan yansımaları ile uğrunda binler ömür heba edilse az gibi geliyor. O halde asıl güzelliğe ulaşmak için mutlak güzelliğin sahibi olan Zat-ı Zül’cemal’i razı etmek O’na güzel gözükmek şart.
Diplomasi, doğru iletişim kuralları ve insan ürünü bazı psikolojik ve sosyal çıkarımlar belki genel bir çerçeve çizebilir. Ancak doğruluğu bu alanda arayıp semavî verilerden uzak bir arayış içinde olmak hep hüsran ile neticelenmiştir. Aslında insanın içinde bulunduğu sınırlılık ve algılarının darlığı ile mutlak doğruyu bulabilme imkânı yoktur. Varlık kitabı, semavî kitaplar ve vicdanı gibi verilerin toplamından doğruya yakın veriler elde edebilir. Ancak, kendi kabiliyet ve özellikleri ile gerçekten doğruyu bulduğundan eminlik konumunda hiçbir zaman olamaz. Bu şartlar içinde güzellik ve doğruluk fıtrilikte aranmalıdır. Fıtrilik irade ve şuur sahibi insan açısından iç âleminde toplanmış ve yorumlanmış verilerin bir meyile dönüşmesinin ardından yapmacıklık ve rol yapıyor olma halinden uzak bir şekilde davranışa yansıyor olmasıdır.
İnsan belki de hiçbir davranışının doğru ya da yanlış olduğundan emin olamayacaktır. Ancak her davranış samimiyeti ve fıtrîliği ölçüsünde doğruluğa ve güzelliğe yakınlaşmış olacak ve Âlemlerin Rabbi tarafından güzelleştirilmeye namzet olacaktır. Diplomasi, sosyoloji ve psikoloji gibi alanlarda belki de aranması gereken doğruluktan çok fıtrilik ve samimilik olmalıdır.
02.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|