İnsanlara ara sıra bulundukları ortamlarını değiştirmeleri tavsiye edilir. Bunda çok faydalar olduğu düşünülmüş olmalı ki, konunun önemiyle ilgili sözler de söylenmiştir. İşte onlardan biri “tebdil-i mekânda ferahlık vardır” sözüdür. Yer değişikliklerinin insanın maddî hayatına olduğu kadar manevî hayatına da olumlu katkılar sağladığı tecrübelerle sabittir.
“Seyahat ediniz ki, sıhhat bulasınız” hadis-i şerifindeki tavsiyeye uyarak bir süre için “tebdil-i mekân” edip İstanbul’a seyahat ettim.
Yolculuk sırasında kâinat kitabının kış sayfası önüme açılmıştı. Allah her mevsimi ayrı bir güzellikte yaratmış. Pek çok mahlûk kış uykusuna yatmıştı adeta. Onların kıyametleri kopmuş, sanki baharda haşredilecekleri günü bekliyorlardı. Kışın baridâne ve tatlı “kar”ını tefekkür ederek gün boyu seyahat ettim. Yazın duyduğumuz kuş cıvıltılarının yerini rüzgâr ve karın esintileri almıştı. Kışın sert yüzü belki yüzümüzü üşütüyordu. Ama çok şeyleri hatırlatıyordu. Tabiî anlayabilene!
Hava bu mevsimde belki bizimle sert konuşturuluyordu. Dağ gibi pamuğa benzer bulutlar bir anda gökyüzünü dolduruyor, kar, dolu ve su tulumbası hükmüne geçiyordu. O bulutlardan ihtiyaca göre yağmur, kar ve dolu yağdırılıyordu. Bu hakikati Bediüzzaman şu veciz sözleriyle ne güzel özetliyordu:
“Hiçten, birden harika bir gürültüyle cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvarî pamukmisâl ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor, ‘Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar’ diye ihtar ediyorlar.” 1
Kâinatta her şeyin bir yaratılış hikmeti vardır. Tesadüf, başıboşluk yoktur. Olaylar başıboş olmadığı gibi insanlar da başıboş değildir. İnsanın niçin yaratıldığını sık sık kendisine sorması gerekmez mi?
Minarelerden yükselen akşam ezanıyla girdik İstanbul’a. İkamet edeceğimiz eve ulaşmak için daha çok zamana ihtiyacımız vardı. Ne olur, ne olmaz. Vakit geçiverirdi. Zaten akşam namazının vakti kısaydı. Üstadın bir kış günü Emirdağ’a girerken, “Kardeşlerim, durun! Akşam namazını kılalım” sözü ha tırıma geldi. Hemen akşam namazını edâ ettik.
Boğazdan karşıya geçmek köprü olmasına rağmen uzun zamanımızı aldı. Yatsı ezanı yolda okundu. Yatsı namazı için acele etmedik, evde kılarız dedik.
Eski insanlar uzun yıllar yaşarlarmış. Şimdiki insanlar daha kısa yaşıyorlar. Eskilerle yeniler arasındaki yaş ortalaması oldukça düşük. Ömür kısa, fakat yapılacak işler çok! Ömrümüzün yıllarını değil, belki dakikalarını hatta saniyelerini bile boşa geçirmemek gerekir.
Hayat dostlarla güzeldir. Aslında dostlar arasında ayrılık yok, hep kavuşmak vardır. Görünüşte ayrılık olsa da hep kavuşmaktır. Ayrılık ehl-i dünya için söz konusudur. Biz nerede olsak yine de beraberiz. Said Nursî, “Bir dakika visâl, mâbeynimizdeki münasebet ve uhuvvet İnşaallah hâlis ve lillâh için olduğundan, zaman ve mekânla mukayyed olmaz” der. Ehl-i iman arasındaki ilişkiler ve kardeşlik, ihlâslı ve Allah için olduğundan zaman ve mekânla sınırlı değildir. Yine Bediüzzaman’a göre, “Bir şehir, bir vilâyet, bir memleket, belki küre-i arz, belki dünya, belki âlem-i vücut, iki hakikî dost için bir meclis hükmündedir.” Yani birimiz Ankara’da, birimiz İstanbul’da, birimiz Türkiye’de, birimiz Avustralya’da, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak da yine beraberiz. Mekânın farklılığı ayrılığı ifade etmez. Böyle dostluk ve kardeşliğin ayrılığı yok, hep kavuşmaktır. Firak bizim defterimizde yazmaz, ehl-i dünyanın defterinde yazar. Fâni, mecazî, dünyevî dostluklar sahipleri, firakı düşünsün, bize ne?
Dünyevî ayrılıklar kısa sürelidir. Bize yüklenen vazifeleri yerine getirmek için oralara gönderilmişiz. Yani Allah’ın istihdamı olarak düşünmeliyiz. Vazifeler yerine getirildikten sonra tekrar bir yerde toplanılacaktır. Öyleyse buna ayrılık denilmez. Biz ebedî olarak ileride tekrar toplanıp buluşacağız.
Said Nursî, “Mezhebimizde (mesleğimizde) firak yok. Sen nerede bulunsan, şu kardeşinle ellerinizdeki Sözler vasıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zaman, seni yanımda dergâh-ı İlâhîye beraber el açıp niyaz etmek sûretinde görebilirim”2 derken buluşma ve muhabere vasıtalarının neler olduğuna da dikkat çekmektedir. İstanbul’da kaldığım süre içinde değişik semtlerde nur derslerine katıldım. Hayalen eski zamana gittim. Şirinevler, Yenibosna, Güneşli, Sefaköy, Avcılar benim yol güzergâhımda olan yerlerdi. Yıllar önce oraları hızla geçerdik. Çünkü çoğu boş tarla veya nurların henüz ulaşmadığı yerlerdi. Hep duâ ederdim: Ya Rabbi buralara nurlarını gönder! Şimdi nurların okunduğu, nurlu yüzlerin bir araya geldiği mekânlar olmuş! Ne güzel!
Bu kısa zaman içinde yıllardır göremediğim dostlarımı gördüm, yeni dostlarla tanıştım. Benim için çok istifadeli, çok verimli geçti. Okunanlar, konuşulanları anlatsak bitiremeyiz.
Sayılı günler tez geçermiş, derler ya!..
Öyle oldu. Günlerimiz tez geçti. Bir akşam girdiğimiz İstanbul’dan bir akşam çıktık. Ne de olsak misafirdik. Bir gün gelip İstanbul’dan çıktığımız gibi şu dünyadan da çıkacağız veya çıkarılacağız. Çünkü dünyada da misafiriz. Öyleyse misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket edelim. Aziz olarak çıkmaya çalışalım.
İstanbul seyahatinden muztarip olup olmadığımı düşündüm. Merhum Eşref Edib’in 1952 yılında Üstada sorduğu soruya Üstadın verdiği cevabı hatırladım:
“Bana ıztırap veren, yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hâriçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa, şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!”3
Dünyaya gelen herkesin imtihanı ayrı ayrıdır. Peygamberlerin imtihanı en zorudur. Zorluk derecesi yukarıdan aşağıya değişir. Nur talebelerinin imtihanı elbette kolay olmamıştır. İmtihanımızın devam ettiğinin farkındayız. Allah’tan bu imtihanda kolaylıklar diliyorum.
Bediüzzaman Said Nursî, İslâm’ın karşı karşıya kaldığı tehlikeleri can evinde hissetmiştir. Bu tehlikelere karşı çareler aramıştır. Bir hekim gibi bunlara en uygun ilâçları Risâle-i Nur adını verdiği eserlerinde bizlere sunmuştur.
Bediüzzaman, bütün hayatını bu milletin imanının kurtuluşuna harcamıştır. Bu uğurda her türlü eza ve cefaya katlanmıştır. Sonuçta inkâr edilemeyecek muazzam bir başarı elde edilmiştir.
Nur hizmetlerini görünce sevindim. Üstad gibi “Yaşasın sıdk, ölsün yeis! Muhabbet devam etsin, şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itab ve nefret; heva, hevese tabî olanlara olsun. Selâm ve selâmet, Hüdaya tabî olanlar üstüne olsun. Âmin...” 4 dedim.
Bugün dünyanın her tarafında risâleler elden ele, dilden dile, gönülden gönüle dolaşıyor. Okuyanların içleri nur, dışları nur olmuş. Dünya artık İslâm’ın baharını yaşıyor. Öyle zannediyorum ki, Üstad bizleri kabrinden gülerek seyrediyordur.
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat (yeni tanzim), s. 521.
2- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası (yeni tanzim), s. 417-418.
3- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat (yeni tanzim), s. 959.
4- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat (yeni tanzim), s. 161.
01.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|