|
|
Ahmet ÖZDEMİR |
İstanbul seyahatinden notlar |
|
İnsanlara ara sıra bulundukları ortamlarını değiştirmeleri tavsiye edilir. Bunda çok faydalar olduğu düşünülmüş olmalı ki, konunun önemiyle ilgili sözler de söylenmiştir. İşte onlardan biri “tebdil-i mekânda ferahlık vardır” sözüdür. Yer değişikliklerinin insanın maddî hayatına olduğu kadar manevî hayatına da olumlu katkılar sağladığı tecrübelerle sabittir.
“Seyahat ediniz ki, sıhhat bulasınız” hadis-i şerifindeki tavsiyeye uyarak bir süre için “tebdil-i mekân” edip İstanbul’a seyahat ettim.
Yolculuk sırasında kâinat kitabının kış sayfası önüme açılmıştı. Allah her mevsimi ayrı bir güzellikte yaratmış. Pek çok mahlûk kış uykusuna yatmıştı adeta. Onların kıyametleri kopmuş, sanki baharda haşredilecekleri günü bekliyorlardı. Kışın baridâne ve tatlı “kar”ını tefekkür ederek gün boyu seyahat ettim. Yazın duyduğumuz kuş cıvıltılarının yerini rüzgâr ve karın esintileri almıştı. Kışın sert yüzü belki yüzümüzü üşütüyordu. Ama çok şeyleri hatırlatıyordu. Tabiî anlayabilene!
Hava bu mevsimde belki bizimle sert konuşturuluyordu. Dağ gibi pamuğa benzer bulutlar bir anda gökyüzünü dolduruyor, kar, dolu ve su tulumbası hükmüne geçiyordu. O bulutlardan ihtiyaca göre yağmur, kar ve dolu yağdırılıyordu. Bu hakikati Bediüzzaman şu veciz sözleriyle ne güzel özetliyordu:
“Hiçten, birden harika bir gürültüyle cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvarî pamukmisâl ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor, ‘Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar’ diye ihtar ediyorlar.” 1
Kâinatta her şeyin bir yaratılış hikmeti vardır. Tesadüf, başıboşluk yoktur. Olaylar başıboş olmadığı gibi insanlar da başıboş değildir. İnsanın niçin yaratıldığını sık sık kendisine sorması gerekmez mi?
Minarelerden yükselen akşam ezanıyla girdik İstanbul’a. İkamet edeceğimiz eve ulaşmak için daha çok zamana ihtiyacımız vardı. Ne olur, ne olmaz. Vakit geçiverirdi. Zaten akşam namazının vakti kısaydı. Üstadın bir kış günü Emirdağ’a girerken, “Kardeşlerim, durun! Akşam namazını kılalım” sözü ha tırıma geldi. Hemen akşam namazını edâ ettik.
Boğazdan karşıya geçmek köprü olmasına rağmen uzun zamanımızı aldı. Yatsı ezanı yolda okundu. Yatsı namazı için acele etmedik, evde kılarız dedik.
Eski insanlar uzun yıllar yaşarlarmış. Şimdiki insanlar daha kısa yaşıyorlar. Eskilerle yeniler arasındaki yaş ortalaması oldukça düşük. Ömür kısa, fakat yapılacak işler çok! Ömrümüzün yıllarını değil, belki dakikalarını hatta saniyelerini bile boşa geçirmemek gerekir.
Hayat dostlarla güzeldir. Aslında dostlar arasında ayrılık yok, hep kavuşmak vardır. Görünüşte ayrılık olsa da hep kavuşmaktır. Ayrılık ehl-i dünya için söz konusudur. Biz nerede olsak yine de beraberiz. Said Nursî, “Bir dakika visâl, mâbeynimizdeki münasebet ve uhuvvet İnşaallah hâlis ve lillâh için olduğundan, zaman ve mekânla mukayyed olmaz” der. Ehl-i iman arasındaki ilişkiler ve kardeşlik, ihlâslı ve Allah için olduğundan zaman ve mekânla sınırlı değildir. Yine Bediüzzaman’a göre, “Bir şehir, bir vilâyet, bir memleket, belki küre-i arz, belki dünya, belki âlem-i vücut, iki hakikî dost için bir meclis hükmündedir.” Yani birimiz Ankara’da, birimiz İstanbul’da, birimiz Türkiye’de, birimiz Avustralya’da, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak da yine beraberiz. Mekânın farklılığı ayrılığı ifade etmez. Böyle dostluk ve kardeşliğin ayrılığı yok, hep kavuşmaktır. Firak bizim defterimizde yazmaz, ehl-i dünyanın defterinde yazar. Fâni, mecazî, dünyevî dostluklar sahipleri, firakı düşünsün, bize ne?
Dünyevî ayrılıklar kısa sürelidir. Bize yüklenen vazifeleri yerine getirmek için oralara gönderilmişiz. Yani Allah’ın istihdamı olarak düşünmeliyiz. Vazifeler yerine getirildikten sonra tekrar bir yerde toplanılacaktır. Öyleyse buna ayrılık denilmez. Biz ebedî olarak ileride tekrar toplanıp buluşacağız.
Said Nursî, “Mezhebimizde (mesleğimizde) firak yok. Sen nerede bulunsan, şu kardeşinle ellerinizdeki Sözler vasıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zaman, seni yanımda dergâh-ı İlâhîye beraber el açıp niyaz etmek sûretinde görebilirim”2 derken buluşma ve muhabere vasıtalarının neler olduğuna da dikkat çekmektedir. İstanbul’da kaldığım süre içinde değişik semtlerde nur derslerine katıldım. Hayalen eski zamana gittim. Şirinevler, Yenibosna, Güneşli, Sefaköy, Avcılar benim yol güzergâhımda olan yerlerdi. Yıllar önce oraları hızla geçerdik. Çünkü çoğu boş tarla veya nurların henüz ulaşmadığı yerlerdi. Hep duâ ederdim: Ya Rabbi buralara nurlarını gönder! Şimdi nurların okunduğu, nurlu yüzlerin bir araya geldiği mekânlar olmuş! Ne güzel!
Bu kısa zaman içinde yıllardır göremediğim dostlarımı gördüm, yeni dostlarla tanıştım. Benim için çok istifadeli, çok verimli geçti. Okunanlar, konuşulanları anlatsak bitiremeyiz.
Sayılı günler tez geçermiş, derler ya!..
Öyle oldu. Günlerimiz tez geçti. Bir akşam girdiğimiz İstanbul’dan bir akşam çıktık. Ne de olsak misafirdik. Bir gün gelip İstanbul’dan çıktığımız gibi şu dünyadan da çıkacağız veya çıkarılacağız. Çünkü dünyada da misafiriz. Öyleyse misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket edelim. Aziz olarak çıkmaya çalışalım.
İstanbul seyahatinden muztarip olup olmadığımı düşündüm. Merhum Eşref Edib’in 1952 yılında Üstada sorduğu soruya Üstadın verdiği cevabı hatırladım:
“Bana ıztırap veren, yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hâriçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa, şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!”3
Dünyaya gelen herkesin imtihanı ayrı ayrıdır. Peygamberlerin imtihanı en zorudur. Zorluk derecesi yukarıdan aşağıya değişir. Nur talebelerinin imtihanı elbette kolay olmamıştır. İmtihanımızın devam ettiğinin farkındayız. Allah’tan bu imtihanda kolaylıklar diliyorum.
Bediüzzaman Said Nursî, İslâm’ın karşı karşıya kaldığı tehlikeleri can evinde hissetmiştir. Bu tehlikelere karşı çareler aramıştır. Bir hekim gibi bunlara en uygun ilâçları Risâle-i Nur adını verdiği eserlerinde bizlere sunmuştur.
Bediüzzaman, bütün hayatını bu milletin imanının kurtuluşuna harcamıştır. Bu uğurda her türlü eza ve cefaya katlanmıştır. Sonuçta inkâr edilemeyecek muazzam bir başarı elde edilmiştir.
Nur hizmetlerini görünce sevindim. Üstad gibi “Yaşasın sıdk, ölsün yeis! Muhabbet devam etsin, şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itab ve nefret; heva, hevese tabî olanlara olsun. Selâm ve selâmet, Hüdaya tabî olanlar üstüne olsun. Âmin...” 4 dedim.
Bugün dünyanın her tarafında risâleler elden ele, dilden dile, gönülden gönüle dolaşıyor. Okuyanların içleri nur, dışları nur olmuş. Dünya artık İslâm’ın baharını yaşıyor. Öyle zannediyorum ki, Üstad bizleri kabrinden gülerek seyrediyordur.
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat (yeni tanzim), s. 521.
2- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası (yeni tanzim), s. 417-418.
3- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat (yeni tanzim), s. 959.
4- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat (yeni tanzim), s. 161.
01.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kötülüklere karşı doğru tavır nedir? |
|
Ubeydullah Bey: “Bir kötülük gördüğümüzde Kur’ân ve hadis ölçülerinde müsbet tavır ve hareketimiz nasıl olmalıdır? Kötülüğü nasıl düzeltmeliyiz? El ile düzeltmek kavga etmek demek midir?”
Kur’ân’ın tavsiyesi kötülüğün kötülükle değil; kötülüğün iyilikle defedilmesidir: “Kötülüğü, iyiliğin en güzeliyle ortadan kaldır!”1 âyeti bu konuda âmirdir. Kur’ân kötülüğe karşı mukabelede kötülüğü değil; iyilikler arasında tercih yapmayı, tercihte de daha iyisini veya en güzelini aramayı emrediyor ve “Câhillerden yüz çevir”2 âyetiyle de seviyesiz ve aşağılık kimselere uyulmasını yasaklıyor.
Kötülükler karşısında bazen vücut kimyamız değişir, içimiz öfke ve gazapla dolar. Bazen ilk işimiz kötülük sahibini lânetlemek ve bedduâ etmek olur. Eğer fiilî zarar verme yetkisine, fırsatına ve gücüne sahip isek, gözümüzü hiç kırpmadan, adamın haddini fiilî olarak bildirmek gerektiğine kaşla göz arasında hükmediveririz bazen; hattâ harekete de geçiveririz.
Oysa içimizdeki bu dayanılmaz tepkiden hareketle, susturamadığımız kötülük sahibine karşı vurma, kırma, dökme ve zarar verme isteği, şeytanın sûret-i haktan görünerek bize yaklaşıp, rûhumuzu ve duygularımızı alt üst etmesinden başka bir şey değildir. Bu yol ve bu hareket tarzı, Kur’ân’ın ve sünnetin istediği tarz değildir. Peygamber Efendimiz (asm), “Sizden kim ki bir münker ve kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse ona diliyle müdâhale etsin. Buna da gücü yetmezse, ona kalben buğz etsin. (Kalben onu reddetsin.) Bu ise îmânî tavrın en zayıf olanıdır”3 buyurur. Bu hadîsin ulvî ve nezih irşâdı rehberimiz olmalıdır: Her zaman her gördüğümüz münkere ve kötülüğe karşı aynı statüde, aynı yetkide, aynı güç ve kuvvette bulunmayız. Her kötülüğü “el ile” düzeltmek de her zaman aynı davranışları sergilememizi gerektirmez.
Bazen içinde bulunduğumuz sınıfa ve statüye denk olmayan ve ıslâh bakımından bizi aşan bir kötülüğü ya gözlerimizle görürüz, ya da varlığından haberdar oluruz. Bazen dilimizin kılıç gibi kuvvetlice keserek önlediği kötülükler bulunur. Bazı kötülükleri düzeltmeye ne elimiz ve yetkimiz yetişir, ne de dilimiz. Bu durumda da kalben buğz ederiz, söz konusu kötülüklerin şerrinden Allah’a sığınırız, kötülük yapanların ıslâh olmaları için duâ ederiz. Veya çok fazla damarımıza dokunmuşsa Allah’ın Kahhâr ism-i şerîfine havâle ederiz.
Bunlar bizim muhtelif kötülükler karşısında sergilediğimiz muhtelif tutum ve davranış türleridir. Yukarıdaki hadîste Peygamber Efendimiz (asm) kötülüklere karşı “duruşumuzu” üç ana kategoride ele almıştır.
1- Yetkimiz dâhilinde olanları önlemek.
2- Dilimizle müdâhaleyi gerektirenlere dilimizle müdâhale etmek.
3- Ne yetkimiz dâhilinde olan, ne de dilimizle değiştirmeye güç yetiremediklerimiz konusunda da, hiç olmazsa buğz yolunu tercih etmek.
Meselâ yönetici olduğumuz bir müessesede, bize bağlı bir memurun söz gelişi rüşvet alması, işini savsaklaması, iş verimini düşürmesi, işine hîle karıştırması, kaliteyi bozması, çalışma esnasında içki kullanması, müşteriye veya halka nezâketsiz, saygısız ve kaba davranması... vs. gibi kötülükleri karşısında “elimizle” yapabileceğimiz bir takım tedbirler gündeme gelir. Hattâ bu durumda “el ile” tedbir almak, zarûret hâlini alır. Ya uyarırsınız, ya işini değiştirirsiniz, ya işine son verirsiniz, veya kötülüğün cinsine göre farklı cezâî müeyyide uygularsınız. Bütün bunlar “el ile” düzeltmek kapsamındadır. Burada yalnız dil ile sitem veya yalnız kalbî buğz yetişmeyebilir ve yeterli olmayabilir. Fakat başlangıçta damarına dokundurmadan ve tatlı dil ile uyarmayı da el ile düzeltmek sınıfında saymalıyız şüphesiz. Yeterli derecede uyardıktan sonra kötülüğün ortadan kalkmadığını gördüğünüzde, kötülüğü düzeltme metodunu ve tarzını değiştirirsiniz. İşte bu durumda; elinizde yetki varken yetkiyi kullanmaksızın ve tedbir almaksızın yalnız kalben buğz etmek, zaafiyet alâmetidir. Ancak; şimdilik bu da bir tedbirse,—gözlem devam ediyorsa—o başka mesele.
Kezâ bizim, âmirimiz statüsündeki birisinin veya söz gelişi iş arkadaşımızın bir bayağılığına veya kötülüğüne şâhit olduğumuzda sergileyeceğimiz tavır, tepki, tutum, davranış ve yaklaşım da bir nev'î el ile düzeltme kapsamına girmektedir. Çünkü bu konuda ona etki edecek, aksü’l-amel yapmayacak tarzda ona söz dinletecek, onu pişmanlığa ve hatâsını görmeye sevk edecek davranışlar bizim bazen sert tepkimizde, bazen tatlı dilimizde, bazen bir acı çayımızda gizli olabilir. Bu ise hem hadîsin “el ile düzeltme” tavsiyesine uygundur; hem de Kur’ân’ın “kötülüğü iyilikle giderme” çağrısına muvâfıktır.
Bedîüzzaman Hazretlerinin, “Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenâlığına karşı iyilikle mukâbele et”4 tavsiyesi, bu âyet ve hadislerin tefsiri mahiyetinde, “el ile düzeltme” niteliğindedir.
Demek el ile düzeltmek demek, kavga etmek demek değil; kötülüğe yapıcı tedbirlerle mâni olmak demektir.
Dipnotlar:
1- Fussilet Sûresi, 41/34
2- A’râf Sûresi, 7/199
3- R. Sâlihîn, 184
4- Mektûbât, s. 256
01.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah’ın himayesi altına girmek |
|
Birinci Söz’de çölde seyahat eden iki adam örneği anlatılır. Bir kabile reisinin ismini alıp himayelerine girdiklerinde eşkıyaların şerrinden kurtulup ihtiyaçlarını karşılayabileceklerdir. Yoksa sayısız düşman ve ihtiyaçları karşısında perişan olacaklardır.
Bunlardan mütevazi olanı reisin ismini alır ve her gittiği yerde hürmet görür. Bir eşkıyaya rastgelse, “Ben falan reisin ismiyle geziyorum” der, eşkıya defolur ilişemez.
Öbürü ise gururlu olduğu için reisin ismini almaz, seyahati esnasında öyle belâlar çeker ki tarif edilmez. Daima dilencilik eder, titrer. Hem zelil, hem rezil olur.
Şu dünya memleketinde seyahat eden, ihtiyaçları ve düşmanları sonsuz olan aciz, fakir ve zayıf bir yaratık olan insan; kudreti, rahmeti sonsuz Allah’a dayanır, O'nun adıyla hareket ederse düşmanlarının üstesinden kolayca gelir, ihtiyaçlarını rahatça karşılar.
Hayatımıza girmiş, dilimize vird-i zeban ettiğimiz, bir kısmını namazlardan sonra tekrar ettiğimiz, bir kısmını da güzel bir âdet ve alışkanlık olarak zikredegeldiğimiz güzel duâlar var. Bu duâlarla biz Allah’a dayanır, O'ndan karşılaştığımız veya karşılaşabileceğimiz olay ve sıkıntılara karşı yardım dileriz. Bunlardan biri “Lâ lâhe illallâhü vahdehû lâ şerike leh. Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü (bir rivayette şu ilâve var: Yuhyî ve yümît ve Hüve Hayyün lâ yemut. Biyedihi’l-Hayr) ve Hüve alâ külli şey’in kadîr” 1 duâsı.
Bu duâyla kısaca “Allah’tan başka ilâh yoktur. Tektir, eşi ve benzeri yoktur. Mülk umumen O'nundur. Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet O'na mahsustur ve O'na lâyıktır. Hayatı veren ve devam ettiren O'dur. Ölümü de yaratan ve bakî âleme alan O'dur. O ezelî ve ebedî hayat sahibidir. Her hayır O'nun elindedir. O her şeye hakkıyla kàdirdir” diyoruz.
Bu duâyı okumanın çok büyük fazilet ve sevabı var. Rivayetin yer aldığı Buhârî ve Müslim’de bu duâyı kim günde yüz defa okursa ona on köleyi âzâd etmişcesine sevap verileceği, yüz de günahı affolunacağı bildiriliyor. Duâ aynı zamanda o gün boyunca şeytanın hile ve vesveselerine karşı bir zırh olmaktadır.
Mahiyeti acz, fakr ve zaafla yoğrulmuş bir insan olarak bu duâya ne kadar muhtacız.
Dipnotlar:
1- Buharî, Daavât: 64; Müslim, Zikir: 28; Ebû Davud, Vitr: 24.
01.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
‘Vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmaktır’ |
|
Kamuoyunda öne çıkan bazı kişiler Nur hareketi içinde gibi gösterilerek; şahsî, siyasî görüş ile faaliyetleri haksız ve insafsızca Nurculuğa mâl ediliyor. Halbuki, Risâle-i Nur’un siyaset sahasına verdiği rehber ölçüler başka; onun dairesinde bulunmayanların onu kavramaları, kabul etmeleri, uygulamaları veya uygulayamamaları başka bir şeydir. Kimi zaman, Risâle-i Nur dairesi içinde olanlar bile, onun prensip ve stratejilerini tam olarak yansıtamayabilir. Bu, onların şahıslarından kaynaklanan bir durumdur.
Nur Talebelerinin siyasetle ilgilerine gelince... Kur’ân ve Sünnet’ten ilham alarak ictimaî, siyasî sahada da ölçüler verip stratejiler çizen Risâle-i Nur’u anlamak, yaşamak ve anlatmak tarzındadır. Yoksa, fiilen siyasete girerek, iktidarı ele geçirmek, makam, mevkî ve güç elde etmek, yönetime talip olmak değildir.
Zira, Nur mesleğinin esası ihlâs sırrına dayandığından hedef dünya değil, ahireti kazanmaktır.1 Bu dünya fanidir. En büyük dâvâ, bakî olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı sağlam olmazsa, dâvâyı kaybeder. Hakikî dâvâ budur. Bunun haricindeki dâvâlara karışmak zarar getirebilir. Siyasetle meşgul olan, ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır. Hem de siyaset boğuşmalarına kapılanlar, selâmet-i kalbini kaybeder.2 Dolayısıyla Nur talebeleri ve dindarlar, iktidar ve güç peşinde olamazlar, olmamalıdırlar. Risâle-i Nur’a göre gerçek güç, zenginlikte, para-pulda, iktidarda ve sayı çokluğunda değil ihlâstadır. Takip edelim:
Bu dünyada, özellikle ahirete yönelik hizmetlerde en mühim bir esas, ihlâstır. En büyük bir kuvvet, ihlâstır. En makbul bir şefaatçi, ihlâstır. En metin/sağlam bir istinat noktası, ihlâstır. En kısa hakikat yolu, ihlâstır. En makbul manevî bir duâ, ihlâstır. Maksatlara ulaşmada en kerâmetli (harika) vesile, ihlâstır. En yüksek bir haslet, ihlâstır. En safi kulluk, ihlâstır.3
Bediüzzaman, “Kur’ân bizi siyasetten şiddetle menetmiş; îman ve Kur’ân hizmeti, maddî ve mânevî hiçbir makama basamak yapılamaz”4 der ve şöyle devam eder:
“Risâle-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı îmânî olan hakîkatlerle, gayet kat’î en mütemerrid zındık feylesofları dahi îmâna getiren kuvvetli bürhanlarla Kur’ân’a hizmet etmektir.”5
Kaldı ki, siyasetle meşguliyet, enerjinin, gücün, imkânların heba edilmesi demektir. Zira, Müslümanlar, iman esaslarını bilmiyor, İslâmın şartlarının gereklerini bilmiyor ve ibadetleri yerine getirmiyor. Kur’ân’ı yüzünden bile okuyamıyor. Nerede kaldı ki, Kur’ân siyasetini bilip uygulasınlar!
Öte yandan, şeriatın yüzde doksan dokuzu, ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete bakar; onu da ulü’l-emirler, yani idârecilikle ilgilenenler düşünmeli.6
Elbette her insan ülkesinde cereyan eden hâdiselere bîgâne kalamaz, kalmamalıdır da. Ancak, her şeyde olduğu gibi, “memleket meseleleri”nde de dengeli ve ölçülü olmalıdır:
Vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmaktır.7 Demokratlara mânen ve maddeten yardımcı,8 müttefik,9 ve bir dayanak noktası olmaktır.10 Hürriyetçilere, demokratlara sahip çıkmak, yardımcı ve destekçi olmak. Çünkü, biliyoruz ki, dine ve insanlığa hizmet, ancak hürriyet zemininde mümkündür.11
Nur Talebeleri ve dindarlar siyasette de müsbet hareket etmek mecburiyetinde. “Şiddete, kuvvete ve siyasal” anlayışa dayanan hiçbir hareketin başarılı olamayacağının, olamadığının şuurundadır. Hakikat-i İslâmiye bütün siyâsâtın üstündedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.
Bu stratejiye aykırı hareket eden, ya Risâle-i Nur’larla ilgisi yok, ya istifade etmekle sınırlı veya meselenin bu cihetini özümseyip benimseyememiş.
NOT: Yönetim Kurulu eski üyemiz Mehmet Aybak’ın kardeşi Abdullah Aybak’a ve Bursa temsilcimiz Hüseyin Hiçdurmaz’ın babası Abdullah Hiçdurmaz’a Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, yakınlarına ve dostlarına sabr-ı cemil niyaz ederim. Sâniyen; başarılı bir ameliyat geçiren hocamız Abdülhamid Oruç ve kardeşimiz Süleyman Alıç’a geçmiş olsun der, Cenâb-ı Hak’tan acil şifalar dilerim.
Dipnotlar:
1- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 28.
2- Emirdağ Lâhikası, s. 15.
3- Lem’alar, s. 163.
4- Lem’âlar, s. 165-166. der ve şöyle devam eder:
5- Tarihçe-i Hayat, s. 481.
6- Tarihçe-i Hayat, s. 131.
7- Beyanat ve Tenvirler, s. 198.
8- Age, s. 200.
9- Age, s. 201.
10- Age, s. 202.
11- Emirdağ Lâhikası, s. 271.
01.02.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Samimî tenkitlere açık olmalı |
|
Çoğumuzun nefsi, tenkitlerden hoşlanmaz. Kusurlarımızı dile getiren insanlara çoğu zaman tepki gösteririz. Hatta kibarca, gayet mülâyimane bir şekilde yanlışlarımızı söyleyen dostlarımıza dahi kızarız. Söylenenler doğru da olsa, şiddetle reddeder, avukat gibi kendimizi savunur, hatta biz de onun hata ve kusurlarını gündeme getirerek mukabelede bulunuruz.
Diğer taraftan bizi beğenen, bize iltifatta bulunan insanlara özel bir ilgi gösteririz. Bizi takdir eden, tebrik eden, alkışlayan insanları gerçek bir dost bilir, bağrımıza basarız. Her söylediğimize “evet” diyen, hiçbir düşüncemize “hayır” demeyen, yanlışlarımızı bildiği halde suskun kalmayı tercih eden, her söylediğimize kafa sallayarak aynı düşüncede olduğunu ima eden çevremizdeki böylesi insanlar daha çok hoşumuza gider ve bu fıtrattaki insanlara daha yakın durur, onlarla daha kolay dost oluruz.
Bencil olan nefsimiz böyle istiyor, böyle yaklaşımlardan hoşlanıyor çünkü. Fakat doğru olan nedir? Hak ve hakikat ne diyor? Böyle olursa doğru olanı nasıl bulacağız? Yanlış ile doğruyu, iyi ile kötüyü birbirinden nasıl tefrik edeceğiz? Hatalarımızı, kusurlarımızı nasıl düzelteceğiz? Doğru zannettiğimiz yanlışlarımızdan ne zaman vazgeçeceğiz? Ülfet veya alışkanlık diye ısrarla tekrarladığımız söz ve davranışlarımızı nasıl terk edeceğiz?
Elbette uluorta, rastgele tenkitler yapılmamalı. Ard niyetli, tahkir maksatlı tenkitlerden elbette kaçınılmalı. İncitici, rencide edici tenkitlerden şiddetle uzak durmalı. Ucuz, faydasız olmanın ötesinde, zararı muhtemel tenkitlere de yönelmemeli. Alerji oluşturacak, tepki doğuracak tenkitlerden de uzak durmalı. Aynı dâvâ etrafında, aynı hedefe birlikte yürüdüğümüz dostlarımızı da tenkit etmekten vazgeçmeli.
Ancak “Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz...” diyor Bediüzzaman. Hatalarımızı, kusurlarımızı bize söyleyenlerin, vartalarımızdan, yanlışlıklarımızdan bizi haberdar edip uyarıda bulunanların gerçek dost olduklarını, onlara teşekkür borçlu olduğumuzu açık bir dille ifade etmemiz gerekir. Samimiyetlerine inandığımız, niyetlerine itimat ettiğimiz dostlarımızın bu meyandaki ikaz ve uyarıları nefsimizin hoşuna gitmese de, bunları “Dost acı söyler” kabilinden kabul edip teşekkür etmeliyiz.
Gönlümüzü hoş tutmak, gözümüze girmek niyetiyle veya daha başka niyetlerle bizimle hep aynı fikirde olduğunu tekrarlayandan ziyade hatırımız kırılsa dahi, rencide olsak bile, hiç çekinmeden bize hep doğru olanı söyleyen, hak ve hakikatı haykıran dostları tercih etmeliyiz.
Hak ve hakikatlere dayanan, hakkın hatırını âlî tutmak niyetiyle söylenen tenkit, uyarı ve ikazlara açık olmalı, bu yöndeki telkin ve tavsiyelere kulak vermeli. Ayrıca iddiâ edilen kusur ve hatalarımız, şahsî olmaktan öteye kudsî dâvâmızı alâkadar eden, bir câmiâyı ilgilendiren meseleler ise, bu noktada daha bir duyarlı, daha bir dikkatli olmakta zaruret var. Çünkü şahsî kusurlarımızdan dolayı mânevî değerlerimiz ve ulvi dâvâmız bir zarar görecek ise, basit de olsa bazı ihmâllerimizden veya yanlışlarımızdan dolayı mensubu bulunduğumuz camianın zarardide olması ihtimali varsa; bu konudaki tenkit ve ikazlara kulak vermek de önemli bir zaruret arz eder. Söz konusu olan, kudsî bir dâvânın şerefi ve sâlimen devamı ise, bu dâvâ mensuplarının her türlü feragati ve fedakârlığı göstermeleri elzemdir.
Haklı veya haksız oluşumuzu hiç hesaba katmadan şahsımıza yönelik her türlü tenkidi, tezyifi, tahkiri sineye çekme kemâlâtını göze almalı. Madem tek başımıza değil, fedakâr dostlarla beraber bu kudsî dâvâya baş koyduk. Öyle ise bu yolda samimî dostların bize yönelik tavsiye ve tenkitlerini, hizmetlerimiz açısından hayırlı birer uyarı kabul edip öylece değerlendirmeliyiz. Her insan, her zaman kendi hata ve kusurlarını göremeyebilir. Çoğumuz söylediklerimizin ve yaptıklarımızın genelde doğruluğuna inanırız. Bazen de iyilik niyetiyle kötülük yaptığımızın farkına dahi varmayız. Böylece habire yanlışta devam ederiz. İşte tam da bu noktada samimî dostların ikaz ve uyarılarına ihtiyacımız vardır.
01.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Suna DURMAZ |
“Sihirbazın sihri kendine döndü!” |
|
Filistin’in Ankara Büyükelçisi Nabil Marûf, Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) tarafından 9 Ocak tarihinde Ankara’da düzenlenen “Gazze Saldırısı ve Filistin’in Geleceği” adlı panelde yaptığı konuşmada, İsrail’in “Daha fazla Filistinli öldüren daha fazla oy alır” zihniyetiyle yola çıkarak Gazze saldırısını gerçekleştirdiğini söylemiş. Nebil Marûf çok doğru bir tesbitte bulunmuş. Seçimler öncesinde böyle bir katliâma girişilmesini daha farklı olarak açıklamamız mümkün değil.
İsrail Başbakanı Ehud Olmert, 23 gün süren “Cast Lead,” “Kurşun Dökme” adlı Gazze Operasyonunun amacını şu şekilde açıklamıştı.
1. 2006 yılı Haziran ayında Hamas tarafından kaçırılan İsrail askeri Gilad Shalit’i kurtarmak.
2. Hamas’ı askerî olarak mağlûp edip direniş gücünü ortadan kaldırmak. Ve böylelikle İsrail’i tanımasını sağlamak.
3. İsrail yerleşim birimlerine roket atışını durdurmak.
4. Filistin-Mısır sınırını bombalayarak, ana hedefi silâh sızdırma olan tünelleri imha etmek.
Bize göre operasyonun ardında bir hedef daha vardı.
O da Gazze halkını Hamas’a karşı isyana teşvik etmek!
Saldırının daha çok sivil yerleşim bölgeleri ve okullara yapılması ve neticede büyük can kaybı olması bu tezi doğruluyor.
Ama İsrail’in yapmış olduğu bu hesapların hepsi tersine döndü.
Araplar ters dönen hesaplar için “İnkalabe essihru alessahir!” derler.
Yani “Sihirbazın sihri kendine döndü!”
Gerçekten de öyle oldu...
1. İki yıldır esir olan Gilad Shalit’i kurtaramadılar.
2. Gökten ve yerden ateş yağdırmalarına rağmen, bir Hamas direnişçisi dahi beyaz bayrak sallayarak teslim olmadı. Dolayısıyla direnişe devam edip, İsrail’i işgal kuvveti olarak tanımlamaya devam ettiler.
3. İsrail’in tek taraflı olarak ateşkes ilân ettiği güne kadar, Hamas ve diğer direniş grupları roket atmaya devam ettiler.
4. Tünellerin hepsi imha edilemedi. Gazze Operasyonuna katılan General Zvi Fogel’e göre tünellerin sadece % 50'si imha edilebilmiş. Ve yine Fogel’e göre, İsrail Ordusunun 10 Ocak ile, Obama’nın Amerika Başkanlığını devir aldığı 20 Ocak tarihi arasındaki on günlük sürede Gazze içine kadar girmemesi büyük hata olmuş ve Hamas’ı mağlûp etmede İsrail’e tarihî bir fırsat kaçırtmış. “İsrael has lost a historical oppurtunity to defeat Hamas”(Haaretz, 28.1.2009)
İsrail’in yanlış hesap yaptığını vurgulayan sadece General Zvi Fogel değil.
İsrail Hava Kuvvetlerinde görev yapan Tümgeneral İdo Nehushtan da yanlışlıklar yapıldığını söylüyor. Tünel bombalamakla silâh sızdırılmasının önüne geçilemeyeceğini belirten Nehushtan “İf we hit them today, they’ll open again tomorrow and they’ll be dug in the future / Tünelleri bugün bombalasak yarın yine kazacaklar ve gelecekte de kazmaya devam edecekler” diyor. (Haaretz, 29.1.2009)
İsrail her fırsatta Nazilerin kendilerine reva gördükleri katliâmdan (holocaust) bahsedip, Filistinliler eliyle yapılabilecek olan ikinci bir Yahudi katliâmına izin vermeyeceğini tekrarlayıp durmuştur. Bu durum, yıllar boyunca, uluslar arası camiada İsrail’e sempati kazandırmıştır. Şimdi ise, işler tersine dönmeye başladı.
Başta Avrupa olmak üzere dünyanın birçok yerinde İsrail karşıtı protestolar oldu.
İnsanlar, geçmişte ‘Yahudi katliâmı’ oldu diye sızlanıp duran İsrail’in Gazze’de katliâm yapmasına sessiz kalamayacaklarını ilân ettiler. Bugün birçok sivil kuruluş, Gazze katliâmını yapan İsrail liderleri ve askerleri hakkında dâvâ açmış bulunuyor.
İsrail’in can dostu Amerika’da dahi İsrail’i boykot etme yönünde hareketler başladı.
Bunlardan biri de Güney California Üniversitesi. Üniversitede görev yapan 15 öğretim görevlisinin başlattığı “İsrail’i akademik ve kültürel olarak boykot etme” kampanyası ses getirmeye başladı. Bu kampanyaya destek veren öğretim üyesi sayısı bir iki hafta içinde 80 öğretim üyesine vardı. Rakamın daha da artacağı tahmin edilmekteymiş. (Haaretz, 29.1.2009)
İngiltere’de ise 13 yardım vakfı ve kuruluşu, oluşturdukları “Felâketlere Âcil Müdahale” ortak komitesi vasıtasıyla Gazze halkı için yardım toplamaya başladı. Komitenin hazırlamış olduğu klip ITV, Kanal 4 ve Kanal 5’te yayınlanıyor. Toplanan bağış miktarı 1 milyon sterline vardı. (Milliyet, 29.1.2009)
Görünen o ki, Batı’nın İsrail’e gösterdiği sempati erimeye başladı. Siyasî ve askerî desteğin erimesine de çok zaman kalmadı biiznillah. Bu durumda diyebileceğimiz tek söz var. O da: İsrail, Filistinlileri kötü duruma düşürmek için açmış olduğu tuzağa kendi düştü!
“Hatırla ki, kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni (yurdundan) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah da onlara tuzak kuruyordu...”(Enfal Sûresi, 30. âyet)
GAZZELİLER
DESTAN YAZDILAR
Savaş neticesinde çoğu çocuk ve kadın olmak üzere 1300’den fazla insan öldü.
Beş bin kişi yaralandı. Binlerce bina derin hasar gördü. Yüzlerce ev tamamen yıkıldı.
Tahminlere göre 50 bin kişi evsiz kaldı. Buna rağmen Gazze halkının hür iradesi kırılmadı.
Yüzde 44 gibi bir oyla seçmiş oldukları Hamas’a isyan edip “Başımıza gelen bu felâketler senin yanlış hesapların yüzündendir” diye haykırıp sokaklara dökülmediler. Aksine, birbirlerine daha da kenetlendiler. Bir taraftan kaybettiklerine yanık yanık ağlarken, diğer taraftan da “Etimizi kemiğimizden sıyırsanız, biz siyonist işgale karşı geleceğiz; bunu bilin” dediler. Ve işgale karşı göstermiş oldukları bu harikulâde sebatla, bir direniş destanı yazıp uluslar arası câmiayı kendilerine hayran bıraktılar.
“And olsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan ve canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber) Sabredenleri müjdele!
O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman ‘Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz’ derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.”
(Bakara Sûresi, 155-6-7. âyetler)
Not: Hz. Yunus ve Gazze yazımda, Hz. Yunus’un duâsı olan “Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî küntü minezzalimîn” âyetindeki ‘minezzalimîn’ kelimesi teknik bir hata sonucu ‘minezzalimûn’ olarak çıkmış. Düzeltir, özür dileriz.
01.02.2009
E-Posta:
[email protected]@hotmail.com
|
|
İslam YAŞAR |
Nur hizmetinde yetmiş yıl (1) |
|
Merak.
Bütün insanlarda bulunan muharrik bir histir bu. İnsanı her vesile ile tahrik eder. İnsan da o müessir hissin tesiriyle lüzumlu fuzuli, faydalı zararlı, iyi kötü her şeyi merak eder durur.
İnsan bu fıtrî hissini basit, geçici, lüzumsuz, kıymetsiz şeylerde kullanırsa, hem çok değerli olan zamanını boş yere harcar, hem de zihnini malayani meselelerle meşgul eder.
Şayet lüzumlu, iyi, faydalı, kıymetli şeylere harcar, o hissin saikiyle ilmî araştırmalar yapar, ictimaî incelemelerde bulunursa kendisi için de, insanlık için de faydalı neticelerin meydana gelmesine vesile olur.
“Merak ilmin hocasıdır” der Said Nursî.
Merak hissini kullanırken bu sözü esas alan insan, âdetullah kanunlarına riâyet ederek ilmî araştırmalar, incelemeler yaparsa, insanlığın ihtiyacı olan bazı gizli hakikatleri keşfeder ve dünya cihetiyle kazanır.
‘En ziyade insanı tahrik eden’ bu hissi, mânevî hayatını tanzim ve tenvir etmek maksadıyla kullanmaya çalışan insansa mürşidini bulur, mânevî hayat kaynağına ulaşır ve ahiretini kurtarır.
Ama insan bunlarla iktifa etmemeli; aklın, kalbin yanı sıra ruhu, hissi, hayali, duyguyu, düşünceyi ve sair hasseleri de merak etmeli, onların gelişmesini sağlamak için lâzım olan mânevî değerleri sorup öğrenerek yaşamaya çalışmalıdır.
İnsanların yetiştirilmeye çalışıldığı mekteplerde o dersler verilmediği, muallimler onlardan bahsetmediği takdirde, mürşidlere gidip İlâhî kaynaklara ulaşmalı ve hilkatin neticesi, hayatın gayesi olan o değerlerle dünyasını tezyin ederek saadet-i dareyne nail olmalıdır.
Tıpkı Araçlı Abdullah’ın yaptığı gibi.
***
Abdullah Yeğin.
1924 yılında, Kastamonu iline bağlı Araç ilçesinin Kıyan Köyünde dünyaya geldi. Şeceresi asırlar öncesine uzanan ve Bağdat taraflarında yaşayan büyük bir aileye mensuptur.
Öğretmen olan babası Süleyman Efendinin ve çevresinde muttakî hâlleriyle bilinen annesi Ayşe Hanımın nezaretinde iyi bir aile terbiyesi gören Abdullah, babasının öğretmenlik yaptığı Muğamlar Köyü İlkokulu’nda tahsil hayatına başladı.
Köyün ulaşım şartları çok zor olduğu için ilk üç sınıfı orada, dördüncü, beşinci sınıfları da Araç’ta okudu. İlkokulu bitirdikten sonra Kastamonu’ya gidip ortaokula kaydoldu.
Arkadaşları arasında dinî temayülleri ile temayüz eden Abdullah, öğretmenlerin anlattığı bilgilerle ailesinden öğrendiği dinî hakikatler arasında bazı büyük farklılıkların olduğunu görünce merak etti.
Öğretmenlerine bu tenakuzun sebebini sordu ise de onlardan, ikna edici bilgiler yerine münkirâne cevaplar alınca şaşırdı. Teneffüste bazı arkadaşlarına, bu gibi dinî meseleleri öğrenebileceği kimse olup olmadığını sordu.
“Evliyaullahtan büyük bir zât var” dedi biri.
Abdullah onun kim olduğunu, nerede oturduğunu, görüşüp görüşemeyeceklerini sordu. O da adının Bediüzzaman Said Nursî olduğunu, polisler tarafından takip edildiği için kimse ile görüşmediğini anlattı.
“Ben onu tanıyorum. Evi, bizim evin karşısındaydır. Ben bazen ziyaretine gidiyorum, seni de götüreyim” dedi arkadaşı Rıfat.
O zâtı çok merak eden Abdullah hemen görmek isteyince Rıfat’la birlikte ilk fırsatta kaldığı eve gittiler. Kapıyı açan Feyzi’nin refakatinde yukarıya çıktılar ve odasına girip sıra ile elini öptüler.
“Maşallah, Maşallah. Sefâ geldiniz!..” dedi.
Okuduğu kitabı bıraktıktan sonra onlara İslâmiyetin büyüklüğünden, imanın güzelliğinden, ibadetin faydalarından bahsetti. Bazı nasihatlerde bulundu, duâ etti. Onlar da tekrar elini öperek ayrıldılar.
Ondan sonra Rıfat’la ve başka arkadaşları ile sık sık Said Nursî’nin ziyaretine giden Abdullah, her seferinde ona, öğretmenlerin din aleyhinde söyledikleri sözleri sordu, verdiği cevapları dikkatle dinledi.
“Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dedi bir ziyareti esnasında.
“Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisân-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlık’ı tanıttırıyor. Muallimleri değil onları dinleyiniz” diye başlayan uzun bir ders verdi o da.
Abdullah, Bediüzzaman’ın anlattıklarını defterine yazarak Risâle-i Nur’u Lâtin harfleri ile yazan ilk talebelerden biri oldu. Okula gittiği zaman arkadaşlarına yaptıklarını anlatıp yazdıklarını okumaya başlayınca, oraya giden diğer talebelerle birlikte Disiplin Kurulu’na verildi.
Said Nursî’nin inkılâp düşmanı olduğunu, Mustafa Kemal’i sevmediğini söyleyerek onun yanına niçin gittiğini soran öğretmenine, dinlerini öğrenmek için gittiklerini, onun kimse aleyhinde konuşmadığını anlatmasına rağmen bir hafta okuldan uzaklaştırıldı.
Fakat bu ceza onu Said Nursî’den uzaklaştırmadı, aksine daha çok yaklaştırdı ve sık sık ziyaretine gitmeye başladı. 1943 senesinde tatile çıkmadan önce ziyaretine gittiğinde Üstad kendileri ile uzun uzun sohbet etti.
O zamana kadar sekiz sene bir yerde kalmadığını, Kastamonu’ya geleli sekiz sene olduğunu söyledi. O sene içinde ya vefat edeceğini, ya da başka yere gönderileceğini, onun için de belki bir daha görüşemeyeceklerini hatırlattı.
“Merak etmeyin, İnşallah görüşeceğiz” dedi onların çok üzüldüğünü görünce. “Bir zaman gelecek, her tarafta Risâle-i Nur talebeleri bulunacak. Birbirinizden ve Risâle-i Nur’dan ayrılmayın” dedi ardından da.
Bediüzzaman’ın evinde yapılan aramada defteri bulunduğu için savcı tarafından sorguya çekilen Abdullah dinini öğrenmek için onun yanına gittiğini anlattı. Savcı dinî sorularını müftüye veya başka hocalara sormasını söyleyerek onu serbest bıraktı.
O günlerde Üstadının hasta haliyle hapishaneye götürüldüğünü görünce çok üzüldü. Onun orada kaldığı zaman içinde ve Isparta Hapishanesi’ne sevk edilmesi sırasında, mükerrer sarsıntılarla on beş gün kadar devam eden depremin dehşetini yaşadı.
O sene liseyi bitirip Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydoldu ise de hocaların sık sık İslâm hukuku aleyhinde konuşma yapmaları üzerine oradan ayrılıp Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine geçti.
“Ankara Dârülfünûnunda Nurlara ehemmiyetli hizmet eden ve Kastamonu’da mektep gençlerinden en evvel Nurlara giren Ankara’daki Abdurrahman’ın oğlu Vahdet’i himaye ve muhafazaya çalışan Araçlı Abdullah’ın mektubunda tam imanlı ve dindarâne ve müjdekârâne yazması bizi ve Nur dairesini tamamıyla mesrur etti.”
Said Nursî’nin yazdığı bir mektupta bu şekilde de ifade ettiği gibi Abdullah Yeğin; Ankara’da hem Arapça, Farsça eğitimi aldı, hem Risâle-i Nur’a hizmet etti, hem de yeğeni merhum Abdurrahman’ın oğlu Vahdet’i himaye etmeye çalışarak Üstadının takdirini kazandı.
Bazı gazeteler, hükümeti yıpratmak için üniversitelerde irticanın olduğunu yazarak yaygara koparmaya başlayınca arkadaşları ile birlikte Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri’yi ziyaret ettiler.
Abdullah bakana, üniversitelerde irticâî bir hareketin olmadığını anlatmak için başbakanla görüşmek istediklerini söyledi. O da böyle bir hareketin faydalı olabileceğini düşünerek onların başbakanla görüşmelerini temin etti.
Adnan Menderes’i de memnun eden bu ziyaretten sonra Diyanet İşleri Başkanı Ahmed Hamdi Akseki’nin yanına giderek Said Nursî ve Risâle-i Nur hakkındaki kanaatlerini sorup sohbet ettiler.
Kendisini ziyarete gelen Mustafa Sungur’la fakültede tanıştı. Onun mütevazi hâline, Üstadına bağlılığına ve Risâle-i Nur hizmetinde gösterdiği fedakârlığa hayran kaldı.
Zübeyir Gündüzalp’in, Ziraat Fakültesi’nin konferans salonunda Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’la ilgili konuşmasını dinledikten sonra Said Nursî’nin hizmetine girmeye karar verdi.
Lâkin hâlâ babasının gönderdiği harçlıklarla hayatını idame ettirdiğini, henüz gelir getirecek bir iş veya meslek sahibi olmadığını, hep başkalarının yardımı ile de yaşayamayacağını düşününce tereddüt etti.
Fakültenin son sınıfında iken her şeyi bırakarak Emirdağ’a gittiğinde hâlâ müteredditti. Üstadının huzuruna çıktığı zaman o elindeki kitabın bir sayfasını açtı ve okuması için kendisine verdi.
Kur’ân hattı ile yazılan kitapta, ilim tahsil eden talebelerin rızıklarının bereketli olacağını, onların maişet derdi çekmeyeceklerini anlatan bahsi okurken hep Ankara’da zihnini meşgul eden derd-i maişet endişesini hatırladı.
“Dersini aldın mı?” dedi Bediüzzaman, o okumayı bitirince.
“Aldım Üstadım” dedi Abdullah da.
Ardından, Nur hizmetine vakf-ı hayat etmek istediğini, Emirdağ’a bu maksatla geldiğini söyledi. Bediüzzaman da kendisinden maddî, mânevî hiçbir şey beklememesi şartı ile kabul etti.
Abdullah, Risâle-i Nur’un hizmet kadrosu arasına katıldıktan sonra beş altı ay kadar Emirdağ’da kaldı. Bu zaman içinde hem Nurlara hizmet eden pek çok kişi ile tanıştı, hem Nur hizmetinin işleyişini öğrendi ve tam bir Nur talebesi oldu.
Bediüzzaman’ın “Hem Abdullah, Hüsnü gibi evlâtlarım, aynı Ceylan ve Zübeyir gibi olduklarından onları yanıma alacaktım. Madem Urfa halkı bu derece samimî ve hamiyetkârdırlar. O kadar sevdiğim evlâtlarımı Urfa halkına veriyorum” diyerek de ifade ettiği gibi Üstadının isteği üzerine Hüsnü Bayram’la birlikte oraya gitti.
Onlar için Urfa, mekân ve insan itibariyle de, iklim ve coğrafî şartlar cihetiyle de yabancı olduğundan başlangıçta intibak etmekte biraz zorluk çektiler ama oraya rahat yaşamak için değil, hizmet etmek maksadıyla gittiklerinden kısa zamanda alıştılar.
İlk zamanlar ucuz bir otel odasında kaldılar. Sonra müftünün tavassutuyla Dergâh’taki boş bir odaya yerleştiler ve daha önce orada askerlik yapan Hulusi Beyin ve Ceylan’ın Risâle-i Nur’u tanıttığı insanlarla irtibat kurarak hizmete başladılar.
İslahiye’den Urfa Postahanesi’ne tayin edilen Zübeyir’in de gelmesiyle iyi bir hizmet ekibi teşekkül ettirdiler ve bir yandan esnafı ziyaret edip haftanın muayyen günlerinde yaptıkları Nur derslerine dâvet ederken diğer yandan çocuklara Kur’ân öğretmeye çalıştılar.
Kur’ân öğrenmek isteyen çocuklar çoğalınca emniyet güçlerinin dikkatini çekmemek için Kadıoğlu Camii’nin meşrutasına yerleştilerse de polis baskınına uğramaktan kurtulamadılar.
Baskın sırasında çocuklardan birinin üzerinde, Kur’ân yazıları olan bir defter bulununca mahkemeye sevk edildilerse de ağır para cezası ödeyerek hapse girmekten kurtuldular ve hizmetlerine devam ettiler.
Daha sonra yapılan bir başka baskında ellerindeki bütün risâleleri toplayıp götürdüler. Kendilerini biraz eziyet ettikten sonra bıraktılar ama bilirkişi raporunun gelmediğini söyleyerek kitaplarını vermediler.
Bunun üzerine onlar da Risâle-i Nurların kendilerine iade edilmesi için yazdıkları dilekçeye, o günlerde Said Nursî’den gelen mektubu da ekleyerek valiye, savcıya ve emniyet müdürüne götürdüler.
Valilikten tehditvârî nasihatlerle kurtuldular. Said Nursî’yi kötülemeye kalkan emniyet müdürüne ayniyle mukabele edince dışarı atıldılar. Savcılığa gittikleri zamansa hemen tevkif edildiler.
Çünkü, dilekçeyi yazmaya ‘Bismillâh’ diyerek başlamışlardı.
(Devami Haftaya)
01.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Sıradaki adımlar atılsın |
|
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Davos’taki bir ‘panel’de İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’le tartışarak oturumu terk etmesi sonrasında çok değişik değerlendirmeler yapılıyor.
Değerlendirmelerde dikkat çeken ortak nokta ise şu oldu: “Başbakan, hem panelin yöneticisine hem de dünyayı yalanlarla kandırmaya çalışan Peres’e tepki göstererek salonu terk etmekle haklı. Ancak bu tepki sadece paneli terk etmekle sınırlı kalmamalı. Mutlak surette, İsrail ile devam eden askerî ve ticarî antlaşmalar da masaya yatırılmayı, bu antlaşmalar iptal edilmeli. Erdoğan, ilâve olarak İsrail destekçilerinden aldığı ‘ödül’leri de iade etkmeli.”
İzleyebildiğimiz kadarıyla, hadisenin yaşandığı günün akşamında başta ‘kartel medyası’ olmak üzere bazı kesimler büyük bir telâş örneği sergilediler. Görüş beyan eden kartel gazetecileri, “Eyvah! Türkiye bitti, mahvoldu. Artık dünya nezdinde itibarımız sıfır oldu” dediler. Bu ‘uzman’lar en çok da İsrail ile olan ilişkilerin ‘bozulma ihtimali’nden endişeliydiler. Ancak devam eden saatlerde İsrail Cumhurbaşkanının Erdoğan’ı arayıp ‘üzüntülerini’ bildirmesi ve “İlişkilerimiz zarar görmesin” demesi bu camiayı biraz sakinleştirdi.
Şu nokta çok önemli: İsrail’in son gazze katliâmı, maalesef katliâmlardan sadece biridir. Bundan önce de her fırsatta böyle ve belki de daha kanlı katliâmlara imza atmıştır. Bu defa dünyanın tepkisini çekmesi, belki de biraz daha fazla ‘sivil ve bebek’lerin ölmesidir. Yoksa İsrail açısından bu, sırada bir katliâmdır.
Türkiye elbette bölgede söz sahibi olan ve olması da gereken bir ülkedir. Ancak bugünkü durum, nihayetinde bir neticedir. Türkiye’yi idare denler bunca yıl, “Aman, İsrail’le ilişkilerde dikkatli olun. Onların ‘tuzağı’na düşmeyin” diyenleri dinlememiştir. Maalesef, ‘askerî ve ticarî menfaat’ bahanesilye İsrail’in tuzağına düşülmüştür.
Dünya alem biliyor ki hali hazırda bile İsrail uçakları Konya’da ‘uçuş talimleri’ yapıyor. Bunun yanında yapılan anlaşmalarla ‘tank’larımız İsrail firmaları tarafından modernize ediliyor. İlâve olarak İsrail’den başka askerî malzemeler de alınıyor. Ve bütün bunlara ta başından beri yüksek sesle itiraz edildiği halde bu yanlışlar inadla sürdürülüyor. Niçin? Dünyada başka tank modernize edecek ülke ve şirket mi yok? Var ise bu İsrail şirketleri sevgisi neden? Üstelik bu anlaşmalarla, maddî anlamda da hep Türkiye’nin zarar ettiği ‘uzman’larca ileri sürülmüştür. Buna rağmen yanlıştaki ısrar inadla sürdürülüyor.
Başbakan’ın Davos’taki paneli terk etmesi, beraberinde bu yanlışlardan da geri adım atılmasını getirmeyecekse fazla bir anlamı olmaz. En başta inandırıcılık problemi ortaya çıkar. Gerek Türkiye’de ve gerekse dünyada “Bu ne panel, bu ne antlaşma” diye sorulur.
Türkiye’yi idare edenler ya çıkıp, “Bu konularda İsrail’e mecbur ve mahkûmuz” desin ya da bu antlaşmaları iptal etsin. Tabiî ki böyle bir ‘itiraf’ “tam bağımsız”lık iddiasıyla nasıl telif edilebilir o da ayrı bir mesele...
İşin garip olan yönü, bu konu tartışılmıyor bile...
01.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Risale-i Nur ve ABD |
|
Üstadın ABD’ye bakışını ortaya koyan temel parametrelerden bir kısmını geçen hafta aktarmıştık. Şimdi de Risale-i Nur hizmetine bakan mesajlarına göz atalım.
Ama onlardan önce, Lozan antlaşmasıyla ilgili olarak Büyük Doğu’dan aktarılan yazıdaki, konumuz açısından önemli detaya temas edelim.
Orada, Lozan’daki Türk heyetine müşavir olarak sızan ve daha sonra Mısır’da hahambaşı olan Hayim Naum’un, konferans öncesi Amerika’da Türkler lehine verdiği seri konferanslarda “Türkün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırma fikrini telkin ettiği” anlatılıyor.
Sonrasını ise, İngiltere Avam Kamarasında “Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?” itirazlarına Lord Gürzon’un verdiği cevapta görüyoruz:
“Asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz...” (Emirdağ L., s. 539)
Bu tarihî anekdotun konumuzu ilgilendiren yönü, Türkiye’yi ve âlem-i İslâmı hedef alan ifsad planlarının önce Amerika’da pişirildiğini ve bunlardaki Yahudi etkinliğini ortaya koyması.
Buna karşı verilecek mücadele ise ancak Risale-i Nur’la başarıya ulaşabilir. Nitekim 19. yüzyılın sonunda yine İngiliz Parlamentosunda seslendirilen ve otuz yıl sonra Lozan’da uygulamaya konulan “Kur’ân’ı ortadan kaldırma veya Müslümanları ondan soğutma” planı, Anadolu’da Risale-i Nur hizmetiyle akamete uğratıldı.
Sonrasında ise bu hizmetin Türkiye sınırlarını aşıp bütün dünyaya açılması süreci yaşandı.
Amerika da bu sürecin dışında kalmadı.
Mustafa Sungur imzalı bir mektupta “Amerika ve Avrupa’da Nur Risalelerini istemeleri ve oralarda intişarı”ndan söz edilmesi (Emirdağ L, s. 792) ve bizzat Üstadın bir mektubunda yer alan “Risale-i Nur’un emsalsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik haletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi” (a.g.e., s. 842) ifadeleri, sürecin önemli kilometre taşlarına iki örnek.
Selâhaddin’in (Çelebi) Amerika misyonerlerine dört-beş ay okutturduğu Asâ-yı Musa ve Mû’cizat-ı Ahmediye’den bahseden mektupla (s. 315), “Amerika’da siyasete alet değil, belki dini din için mutaassıbane iltizam edenler çok vardı. İnşaallah Asâ-yı Musa’yı alan, o dindarlardandır” (s. 272) ve “Amerika âlimleri elbette Asâ-yı Musa Risalesine lâkayt kalmayacaklar. Eğer dini din için seven kısmının ellerine geçse fütuhat yapar” (s. 277) ifadeleri de diğer örneklerden üçü.
Aynı konuyla ilgili bir başka mektupta da son derece önemli bir ölçüye dikkatimiz çekiliyor:
ABD’deki Müslüman heyetine İstanbul’daki Amerikan sefiri vasıtasıyla Zülfikar ve Asâ-yı Musa göndermek isteyen bir zata Üstad diyor ki:
“Sefirlerin (diplomatların) kafası siyasetle meşgul olduğundan ve Risale-i Nur siyasetle alâkası olmadığından, siyasî bir kafa çabuk takdir edemiyor. Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz, müşteriler onu aramalı, yalvarmalı. Amerika buranın en küçük bir havadisini merakla takip ettiği halde, buranın en büyük bir hadisesi olan Risale-i Nur’u elbette arayacaktır.” (s. 383)
Demek ki, Üstad eserlerinin Amerika’ya da ulaştırılması gayretlerinde, bu çalışmalara siyasetin gölgesini düşürmemek ve Risale-i Nur’un sadece din için çalışan insanların eline geçmesini sağlamak için özel bir hassasiyet gösteriyor.
Öyle ki, iki eserinin ABD’deki Müslüman bir heyete gönderilmesine aracılık etmesi için dahi konsolostan yardım istenmesine razı olmuyor.
Hakim cereyanların bu hizmeti de kendi amaçları için kullanmaya kalkışmaları, bu hassasiyetin ne kadar isabetli olduğunu gösteriyor.
Bu ince ölçülere riayet etmeden yapılan çalışmaların ne gibi mahzur ve sıkıntılara yol açtığını ise, yaşanan gelişmelerde açıkça görüyoruz.
Ve Risale-i Nur kendi yolunu kendisi açıyor.
01.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Sözlü tepki”yle kalınmamalı |
|
Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu kapsamında düzenlenen “Gazze Ortadoğu İçin Model” paneli, üstü örtülen birçok gerçeği su yüzüne çıkarmakta. Ve İsrail’in son Gazze soykırımında olduğu gibi sorumsuz tavrıyla, Türkiye’nin baştan beri İsrail’le ve Yahudi lobisiyle ilişkilerini ve işbirliğini bir defa daha gündeme getirmekte…
Cumhurbaşkanı Gül’ün resmî dâvetlisi olarak ilk kez Müslüman bir ülkenin Millet Meclisinde ayakta alkışlarla kürsüye çıkarılan, Filistin’de oluk oluk akıtılan kan ve gözyaşının baş sorumlularından Siyonist İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in Türkiye Başbakanına “efelenmesi”, aslında İsrail’le işbirliğine soyunanlara bir ders-i ibret… Belli ki İsrail, baştanberi ne yaparsa yapsın yanında kâr kalan şirretlikle şımarmış. Türkiye’nin her halûkârda İsrail’le ilişkileri devam ettiren tutumu, İsrail’i pervâsızlaştırmış.
Bunun içindir ki bir dizi işbirliğinin tamgaz sürdüğü süreçte Başbakan Erdoğan’ın Şeyh Yasin’in katledilmesiyle başlayan ve son Gazze saldırısıyla ivme kazanan sert tepkisi etkisini göstermemekte. Ankara’nın tutuk tavrı, Telaviv’dekileri ve Yahudi lobisini daha da cür’etlendirmekte. “Kınamalar”la kalınması, İsrail’i işgal ve zulmünden vazgeçirmemekte…
ANKARA’NIN İSRAİL HANDİKABI
Diğer yandan İsrail’e “gizli muhabbet” içindeki kimi mahfillerin hâlâ Başbakan’ın haklı çıkışını ve tamamen İsrail lehine dizayn edilen paneli terk etmesini türlü saptırmalarla “yanlış” görmeleri, dikkat çekici…
İsrail yanlılığıyla tanınan, The Washington Post’ta köşe yazarlığı yapan İsrail’e iliştirilmiş gazeteci David Ignatius’ın açıkça sırıtan yanlı, nezâketsiz ve çirkin tavrını görmeyen “moşerler”in “diplomatik dil”den dem vurması, doğrusu şaşırtıcı. Mâlûm “siyonizm sempatizanlığı”yla birçok İsrail cumhurbaşkanı, başbakanı ve savunma bakanı gibi İsrail ordusunda savaşmış, Filistinlilerin katline bizzat katılmış ve terör olaylarının başında bulunarak birçok mâsum insanı katletmiş (eski) ajan ve terörist Peres’in dünyayı, diplomasiyi, hukuku, insanlığı ve gerçekleri hiçe sayan zehir zemberek sözlerle saldırganlığı ve göz göre göre doğruları tersyüz eden çarpıtmaları görmezden gelinmekte.
Yine çoğu uluslar arası Yahudi sermayesi elindeki medyatik saptırmalarla neredeyse baştan sonra Erdoğan’a hakaret eden, tertiplenen mizansen içinde toplantının “âkil adamı” havasında sesini yükseltip muhatabını “paylayan” Nobelli Peres, tam bir Yahudi oyunuyla ”mağdur” gibi gösterilmekte.
Buna mukabil eşit söz hakkı verilmeyen ve sözünün kesilmesi üzerine toplantıyı terk eden Başbakan’ın; ülkesinin ve haklılığın onurunu koruyan tepkisine hiçbir siyasî komplekse kapılmadan muhalefetin ve Dışişleri diplomatların evvela takdir etmesi bir haktır. Bu hususta İsrail’de kanlı bıçaklı partilerin dış dünyaya karşı ortak hareketi ve Yahudi lobisinin Peres’e arka çıkması örnek olmalı…
Ne var ki Türkiye’ye büyük bir prestij kazandıran ve bölgede öncü rolünü veren bu meselede de Ankara’nın ABD ve İsrail’e endeksli hali, kırılgan olmakta. AKP siyasî iktidarının altı yıl boyunca İsrail’le ilintili politikalardan türeyen handikaplar Türkiye’nin önüne engeller koymakta. Bu handikapladır ki Erdoğan, İsrail’in kendisini sınır kapısında arabasında yarım saat bekletmesinden İsrail başbakanlarının “Tanklar üzerinde Filistin’e saldırırken mutlu olduklarını söylemelerini, Gazze saldırısı öncesi İsrail Başbakanı Olmert’le yaptığı altı saatlik görüşmenin arka plânını daha yeni yeni açıklamakta. Ankara bu handikabı aşmalı…
İSRAİL’İN OYUNU
Anlaşılan o ki Telaviv, bir dizi ekonomik mutâbakat, savunma sanayi ve askerî antlaşmalar içinde olduğu, silâh alımı ihalelerini imzaladığı Ankara’yla “işbirliği”ni alabildiğine istismar peşinde. Hem katliâma devam ediyor hem de bölgede kendisine meşrûiyet kazandıran Türkiye ile işbirliğini en üst düzeyde tutuyor… Onca fütûrsuzca suçlamadan sonra Peres’in Erdoğan’ı arayarak “Sizinle dostum, sizi seviyorum, işbirliğimiz devam etsin, beraber çalışalım” demesi, bunun göstergesi.
Kısacası bütün olup bitenlere rağmen İsrail, Türkiye ile ilişkileri sürdürme taktiğinde. Bu taktikle Peres bir yandan “özür dilemedim” diyor, diğer yandan “dostlar arasında böyle tartışmalar olur, son derece üzgünüm” manevrasıyla işbirliği ve ilişkilerin devamını istiyor. İsrail hayranı “yerliler” de, “Erdoğan pragmatisttir, dar görüşlü değildir. Gösterdiği tepkiyle Türkiye’de ve İslâm dünyasında sükse yaptı, önümüzdeki yerel seçimlerde oyunu yükseltti; ama bundan böyle ABD ve İsrail’le ilişkileri ve işbirliğini daha da sıklaştırmalı” türü telkinlerle yönlendirmelerde bulunuyorlar…
Türkiye, İsrail’in bu oyununa gelmemeli; taşıdığı tarihî mirasa ve misyona yakışır bir biçimde Filistin’e sahip çıkmalı. Başbakan bir tek “toplantıyı terk” ve sadece “sözlü tepki”yle kalmamalı, arkasını getirmeli. İsrail’i zulmünden caydıracak etkili tepkilere ve yaptırımlara başvurmalı.
Ankara, artık belirsiz tutuk tavrını netleştirmeli. Özellikle savunma sanayii ve askerî stratejik işbirlikleri ile silâh alımı ihalelerinin askıya alınmasından başlanarak İsrail’le münasebetleri gözden geçirilmeli… En azından yüksek seviyedeki diplomatik ilişkileri asgariye indirmeli. İsrailli pilotların Konya’da eğitilmesi, F-16 uçaklarının yenilenmesi-bakımı ve tankların modernizasyonu ile en son 140 milyon dolarlık insansız Heron casus uçaklarının alımı benzeri İsrailli firmalara verilen ihaleleri iptal etmeli.
Samimiyetin gereği budur; aksi halde işbirliği ve ihalelerin sürmesi, İsrail’i daha da azgınlaştırır…
01.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Milletin arzusu |
|
MİLLETİN ARZUSU: 3D
Mahallî seçimlere iki ay kalmışken, özellikle iktidar partisi ile anamuhalefet partisi arasındaki atışma sertleşiyor. Önce Ankara’da Karayalçın’la Melih Gökçek arasındaki bu atışma, İstanbul adaylarına sıçradı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP adayı olarak sokaklara çıkması siyasî atışmayı iyice su yüzüne çıkardı.
Kılıçdaroğlu’nun, “Ben İstanbul’da çizmelerimi giyip gecekondu mahallelerini gezeceğim” sözüne ilk atışı Erdoğan yaptı. “16 yıl geç kalmış” diyerek cevap verirken, lâfı “3Ç” yani, ‘çamur, çukur, çöp’e getirdi. Çatlak ve çamurlu ayakkabılarıyla poz veren Kılıçdaroğlu ise, İstanbul’un çamurlu sokaklarında sözünü ispata çalıştı.
Başbakanın bu sözleri zaman zaman ortaya atılan bazı denklemleri akıllara getirdi. Meselâ, 3Y, 3Ç…
Biz de, milletin de nasıl bir yönetici isteyebileceğini formülüze etmeye çalışalım. Küçük çaplı bir anket yaptık etrafımızda… Buna göre, millet yöneticilerinin “3D” olmasını istiyor. Yani, ‘Dürüst, doğru ve dirayetli.’ Yoksa millet çamur üzerinden siyaset istemiyor. Kimse çamura da yatmasın.
* * *
KÜNYE ANKETİ!
Seçimler yaklaşırken artık gazete sayfalarında değişik anketlere rastlayacağımızı biliyorduk. Ama bu anket o türlü bir anketlerden değil. Hürriyet gazetesi, künyesinde yer alan insanlarla Ergenekon soruşturması ile ilgili bir anket yapmış.
“Künye anketi”nden çarpıcı sonuçlar çıkmış. Ankette Ergenekon dâvâsına nasıl bakıldığı” sorulurken üç şık yer almış. “Dâvâ sürecinde her şey hukuk içinde işliyor. Devlette çeteleşme var ama, bazı kişileri de gözdağı vermek için dâvâya dahil ediyorlar. Bu dâvâ tamamen AKP’nin siyasî bir manevrası.”
Gazetenin künyesindeki isimler ezici bir çoğunlukla ikinci şıkta yer alan “çeteleşme var ama…” görüşünde birleşmişler.
Ne diyelim herkesin görüşü kendisine…
* * *
NASIL HESAP (2)
Cifir hesabı bir ilim dalıdır. Ancak doğru kullanıldığında… Geçtiğimiz haftalarda bu köşede bir yazı yazmıştım. (19.1.2009) Devlet Bahçeli, partisinin kuruluş yıl dönümü olan 9 Şubat 2009 tarihinden yola çıkarak ne zaman iktidar olacaklarının hesabını yapmıştı!
Şimdi de bazı AKP’liler partisinin sloganı olan “Durmak yok yola devam” ve Recep Tayyip Erdoğan harflerinin toplamının 18 olduğunu bulmuşlar. Bunun üstüne bir de seçimlerde kullanılacak oy pusulasında da AKP’nin 18. sırada yer alması onları heyecanlandırmış. Parti yöneticileri de bu hesabı yapıyorlar mı bilemeyiz, ama böyle bir hesaplama yöntemi ne cifir ilmiyle ne de ebcedle izâh edilebilir.
* * *
ALLAH VERGİSİYSE…
Kış ayları geldiğinde Türkiye’nin yüreği ağzına gelir. Birçok şehir artık doğal gazla ısınıyor. Ve doğal gaz ağırlıklı olarak Rusya, Ukrayna ve İran’dan alıyoruz. Geçtiğimiz sene İran gazı kestiğinde sıkıntı yaşanmıştı. Bu sene de Ukrayna ile Rusya arasındaki anlaşmazlık yüzünden “gazsız kalma” tehlikesi ile karşı karşıya kalındı.
Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen geçtiğimiz günlerde İran’a karşılıklı ticareti arttırmak amacıyla gittiğinde doğal gaz konusu da gündeme gelmiş. Tüzmen, İran Ticaret Bakanına öyle bir söz söylemiş ki… “Bize sattığınız petrol ve doğal gaz için Allah vergisi deyip duruyorsunuz. Madem Allah vergisi, Türk kardeşlerinize bedava verin ya da karşılığında size bir şeyler satalım...” (Akşam, 28.1.2009)
Yorumu size bırakıyorum…
* * *
DİLİN KEMİĞİ…
Söylenilen sözlerin nerelere varacağını düşünmeden konuşulursa kişiyi zor durumda bırakabiliyor. Özellikle televizyonlarda çokça rastladığımız ve “dil sürçmesi” diyerek geçiştirilen bazı “gaflar” çok zaman küçük çaplı krizlere yol açabiliyor.
Yılların gazetecisi Mehmet Ali Birand da geçtiğimiz hafta içinde böyle bir gafa imza attı. Dil sürçmesi mi, kalbinden geçene mi söyledi anlayamadık.
CHP İstanbul Büyükşehir belediye başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu’na sorular soran Birand sohbete “Tebrikler. İnşallah kazanacağız” diyerek başladı. Sonra başka bir televizyon programında kendisini savunan Birand, “Benim dilim hep sürçer” derken, Topbaş’ın kazanacağını iddia etti.
Biz ne demek istediğini anlayamadık doğrusu… Dilin kemiği yok ki… Bazen böyle doğruyu bazen de yanlış söyleri söyleyebiliyor…
01.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|