Rüyasında babasının öldüğünü gören Ayşe Arman’ın aynen rüyası çıkar ve röportajında: “Açıklayamıyorum. Açıklamak da istemiyorum. Huzursuz ediyor bu mesele beni. Bu röportajı kabul etmese miydim acaba? Sadece baba soruları sorma, dengemi yeni yeni bulur gibi oldum, lütfen bozma...” der.
“Artık rüya görmekten korkuyor musunuz?”
“Evet. Eğer bir rüya musluğu varsa, benimki yanlışlıkla açıldı, kapatmak istiyorum. Bir daha rüya filan görmek istemiyorum. Durup düşünmek de istemiyorum. Ben koşmak istiyorum. Sürekli koşmak, hiç durmamak… Belki de babamı bir daha hiç göremeyeceğim gerçeğiyle yüzleşmek istemediğim için kendimi bu kadar paralıyorum.”
“İnsanın aklı bunu almıyor değil mi?”
“Almıyor. Ölüm bir eşikmiş… Ben babamı kefen içinde gördüm… Dışı oradaydı da içi nereye gitmişti? Bunları çok düşünürsen kafayı yiyorsun.
Babam, daha güvenli sularda yüzmemi hayal ederken, bense bir an evvel kapağı İstanbul’a atmak istiyordum, kendimi, erkekleri, aşkı (...) keşfetmek için can atıyordum… Zaman zaman onu utandırdığımı düşünüyorum. Oysa benimle gurur duymasını isterdim… Bana bak bu sorulara devam edersen ağlamaya başlayacağım! Daha eğlenceli şeylerden söz edemez miyiz?
“…Saçma sapan korkular başlamıştı bende, karanlıkta kalamıyordum, yalnız olamıyordum… Allah’tan geçti şimdi o korkularım. Babam gelip öteki dünyadan ‘Böğğğ!’ yapacak diye mi korkuyordum nedir. Sonra ‘Yeteri kadar inançlı mıyım değil miyim’ meselesine taktım…” (Taraf, 02.02.2009)
Arman gibi, hepimizin iki çıkış yolu var:
Ya rüya, kâbus görmeyi keseceğiz, ya rüyalarından korkmayı!..
Ya aklımızı başımızdan atacağız, ya imanla başımıza alacağız.
Ya kendimizi öldüreceğiz, ya ölümü öldüreceğiz!
Ya dünyayı boşayacağız, yoksa dünya “Haydi dışarı!” deyip bizi boşayacak!
Ye mezar kapısını kapatacağız veya sonsuzluğa açılan bir kapıya çevireceğiz!
Ya başkalarından ziyade kendimizi arayıp bulacağız veya ister istemez bu fani, perişan dünyada rüyalarımız, kâbuslarımız ile korkunç olaylar içinde kaybolup gideceğiz!
Ya sevdiğimiz ve ciddî alâkadar olduğumuz milyonlar sevgili insanlar, o mazi mezaristanında, nazarımızda çürüyüp mahvolacak; veya birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verecek, onunla baştan başa bütün ölüler dirilecek. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hâl ile dediklerini duyup, hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi verecek… Bu ispat eder ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur…
Ya dönüp şöyle diyeceğiz: “Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.” veya şu hakikati dinleyeceğiz:
“Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir. Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz’î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür. Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla başına al, Kur’ân’ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade ve fâni dünyada dahi sâfi lezzetleri kazan.”
(Sözler, s. 18-19)
06.02.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|