Bediüzzaman kâinata sadece ruhun penceresi olan beden gözü ile bakmıyor. Sanki bütün duygularına bir beden verilmiş de, her bedenine hassas bir göz takılmış gibi, bir çok gözle çevresine nazar ediyor. Kalp gözü ile iman penceresinden, gönül gözü ile muhabbet penceresinden, merhamet gözü ile şefkat penceresinden, dostluk gözü ile vefa penceresinden, teâvün gözü ile tesanüd penceresinden çevresine bakıyor.
Öyle bir göz ki, baktığı zaman eşyanın ruhunu görüyor. Canlı varlıkların olduğu gibi, cansız varlıkların da hâlini görüyor, duygularını anlıyor, dertlerini dinliyor. Bîşuurların da zîşuur olduğunu kabul edip, kendine muhatap ediyor. Her zerrenin büyük bir san'at eseri olduğunu gördüğü için, zerrelere de büyük değer veriyor. Onları var eden San'atkâr’a hürmeten san'atlarına saygı gösteriyor.
Yunus Emre’nin “Yaratılmışı sevdim, Yaradan’dan ötürü” diyerek mahlûkata gösterdiği sevgiyi, Bediüzzaman daha müşahhas olarak onlara bir de vefa ve hasret gibi duygular yükleyerek muhabbetini belirtiyor. Bunu yaparken de edebî san'atları en güzel şekilde kullanarak en belâgatlı cümlelerle meramını ifade ediyor. Teşhisleri, tasvirleri, tekrirleri, telmihleri, istiâre ve intakları, o kadar samimî ve sıcak bir şekilde kullanıyor ki, her varlık onun gözünde bir dost, bir kardeş oluyor. Zerreler canlanıyor, kürreler dile geliyor.
İfadelerindeki nezafet, nezaket ve letâfet, edebiyatçılara edep dersleri veriyor, medenîlere medeniyet öğretiyor. Karıncalar için “cumhuriyetçi”, bal arıları için “tatlıcı böcekleri”, sinekler için “küçük kuşlar”, bülbül için “tesbihan, nutukhan” gibi benzetmeler yaparken; halk arasında pek de sevimli bulunmayan eşek için de “işlek” diyerek, bu çalışkan hayvanın da hakkını teslim ediyor.
Bediüzzaman, eşyalara da farklı bir gözle bakıyor. Kendisine yardımcı olan, işini kolaylaştırıp hizmetinde bulunan eşyalara da ayrı bir değer veriyor. Kırılan bir çay kaşığını atmaya gönlü razı olmazken, ustura için “yirmi dört sene tıraşıma hizmet eden bir ustura”, çarşaf için “çok zamandan beri bana hizmet eden bir çarşaf” diyerek, istimâl ettiği ve istifade sağladığı eşyalara da sevgi ve vefa duygusunu ifade ediyor.
Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine ve dostlarına çok değer verdiği gibi, onların eşyalarını da bir dost, bir kardeş gözüyle bakıyor. Şu ifadeleri, ondaki vefa duygusunun ne kadar kuvvetli olduğunu göstermektedir: “Ben kolu kısa, boyu kısa cübbeme razı oldum; daha birşey lâzım değil. Hüsrev’in sakosu yanımda makbul misafirdi, gönderiyorum.” Cüppesi cüssesine küçük geldiği halde ondan razı olduğunu belirtiyor, bir talebesinin ceketini makbul bir misafir olarak görüyor. Ondan ayrılmakla bir hasretlik duygusu yaşıyor. Dünyada böyle bir muhabbet, vefa ve kadirşinaslık örneğine rastlamak kolay değildir. Ancak Bediüzzaman gibi bir kalp ve gönül zenginliğine sahip olanlar, bir dostunun eşyasını makbul bir misafir olarak görebilirler.
Üstadımızın kâinata ve içindekilere bakış açısından çıkarmamız gereken çok önemli dersler vardır. Acaba bugün biz dost ve kardeşlerimizin eşyasına değil, eşhâsına hangi gözle bakıyoruz? Onlara ne kadar muhabbet ve vefa duygusu besliyoruz? Aramıza yeni katılan bir kardeşimize ne kadar ilgi gösteriyoruz? Çeşitli sebeplerle aramızdan ayrılmak durumunda olanları tekrar kazanmak için neler yapıyoruz?
Bediüzzaman’ın gözlerini üzerimizde hissetsek, biz de çevremize onun gözleri ile bakabilir, yukarıdaki sorulara da gönül rahatlığı içinde müsbet cevaplar verebiliriz diye düşünüyorum.
10.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|