Köklü partilerle, konjonktürel şartların doğurduğu, hattâ iktidar yaptığı “sıfır kilometre” partiler arasındaki önemli farklardan birini ifade etmek için kullanılan “kavak ağacı ve kabak” hikâyesi meşhurdur.
Uzunluğuyla dillere destan kavak ağacının o boya erişmesi yıllar alır. Kabak ise—sarmaşık gibi—kavağın gövdesine tutunarak bir mevsimde boy atar. Ama yaz günleri geçip güzün ve hele kışın zorlu ve haşin şartları gelip çattığında, kavakla kabak üzerindeki tesirleri farklı olur.
Kavak, yaprakları dökülse de, sonbahar ve kış fırtınalarına, ayazlarına, kar ve tipilerine rağmen dimdik ayakta kalmaya devam ederken, kabak güz havasının belirmeye başladığı daha ilk dalgada zora girer ve bir sonraki bahara erişemeden hayata veda eder. Neslinin devamı için sonraki mevsimde tekrar dikilmesi gerekir.
Siyaset de dış ve iç sebeplerle harekete geçirilen rüzgâr, fırtına ve kasırgaların zaman zaman çok sertleştiği, hattâ tahripkâr boyutlara eriştiği bir alan. Hele Bediüzzaman’ın “canavar”a benzettiği, “menfaat üzerine dönen siyaset,” öteden beri acımasız çatışmaların arenası olagelmiş.
Özellikle devrim, darbe, ihtilâl gibi tepeden inme yöntemlerle ele geçirdikleri iktidarı bırakmak istemeyenlerin, demokrasi ve hür seçimle bu duruma düştüklerinde, ellerinden çıkan iktidarı tekrar gasp etmek için her yola başvurmayı göze aldıkları Türkiye’de, millete hizmet için yine millete dayanarak siyaset yapmak isteyen kadroların başına gelmeyenin kalmadığı mâlûm.
14 Mayıs baharını amansız bir kışa çeviren 27 Mayıs darbesi ve sonraki yıllarda onu pekiştirerek sürdürmek için yapılan 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat müdahaleleri, bu gerçeğin tezahürleri.
Bunların hep Ahrar çizgisini temsil eden hükümet ve Meclislere karşı yapılmış olması, önemle üzerinde durulması gereken bir nokta.
27 Mayıs, CHP’nin yirmi yedi yıllık tek parti diktasını halkın reyleriyle yıkan DP’ye karşı yapıldı; Menderes’le iki bakanını idam etti ve ayrıca dokuz DP’linin Yassıada’da ölümüne yol açtı.
12 Mart ve 12 Eylül, DP’nin devamı olarak kurulan AP’nin iktidar olduğu dönemlerde yapıldı; bu partinin tabanını dağıtma planları etkili bir şekilde ilk kez 12 Mart sonrasında yürürlüğe konuldu; 12 Eylül’de ise bu planlar daha sistematik ve uzun dönemli bir stratejiye bina edilirken, hareketin lider ve yönetici kadroları da yasaklarla “siyaseten idam” edilmeye çalışıldı.
Gerek uygulanan kurnaz taktiklerin, gerekse iç bünyedeki hataların neticesi olarak ciddî şekilde güç kaybına uğrasa da, aynı çizginin temsilcisi olarak siyaset sahnesindeki varlığını sürdüren DYP’nin ortağı olduğu hükümete karşı başlatılan 28 Şubat süreci ve sonrasında, daha ince ve dessas yöntemlerle strateji devam etti.
Görünüşte RP’yi hedef alan ve yargı kararıyla kapatan 28 Şubat, gerçekte, millî görüşçü kadroların içinden çıkan AKP’nin önünü açarken, DP çizgisini tamamen tarihe gömmeye çalıştı.
Geçen yıl açılan kapatma dâvâsında irtica odaklı ağır iddialara muhatap kılınan AKP’nin kapatılmaması bile başlı başına ilginç değil mi?
AKP sözcüleri savunmalarında “İddianamede bize yöneltilen suçlamalar evvelce DP ve AP hükümetlerine, Menderes ve Demirel’e de tevcih edilmişti” diyerek bu noktayı vurguladılar.
Ama aradaki fark: DP ve AP darbeyle devrilirken, AKP kapatılmadı. Bunun yegâne sebebi, AKP’nin dört yılı aşkındır hiçbir yeni adım atmadığı AB sürecinin Türkiye’yi getirdiği yer mi, yoksa DP ve AP’yi darbeyle devirenlerin AKP söz konusu olunca farklı hesaplara girmeleri mi?
Yani, AKP iktidarında kendi politikalarını daha perdeli şekilde sürdürme planı yapmaları mı?
Gelinen noktada bakıyoruz: Ya doğrudan ya da ters gibi görünen manevralarla yine AKP öne çıkarılıyor. Ama DP ısrarla görmezden gelinip yok sayılıyor, sandığa gömülmek isteniyor.
Nice zorlu kışı atlatan DP bunu da aşabilmeli.
10.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|