Prof. Dr. Fuat Keyman hem AKP’nin kalıcı olduğunu savunuyor, hem de “gitmesi” ihtimalinden bahsediyor. Ve böyle bir durumda, yerine gelecek partinin “ANAP ya da DP türü bir parti olmayacağı”nı söylüyor.
AKP’nin kalıcılığından bahsedebilmek için henüz çok erken olduğunu yazmıştık. Seçim arefelerinde Erdoğan’ın tıpkı Özal gibi, “Tek başımıza iktidar olamazsak siyaseti bırakırım” çıkışları yapması, kendisini tamamen iktidar odaklı bir siyasete endekslediğini, dolayısıyla muhalefet olmayı hazmedemediğini göstermesi cihetiyle, bu değerlendirmemizi teyid ediyor.
Oysa demokratlığın en önemli kriterlerinden biri, yine Erdoğan’ın yeri geldikçe her fırsatta tekrarladığı “Millet ne derse o olur” prensibi.
Halk iktidar yaptığı zaman iyi, ama muhalefet görevi verdiğinde “Ben yokum!” Böyle demokratlık olur mu? Millet iradesine saygı bu mu?
İktidardayken güçlü olmak kolay. Devlet imkânları, derin mekanizmaların izin verdiği ölçüde elinin altında. Ama muhalefette o imkân yok.
Muhalefetteyken ayakta kalabilmek ve parti örgütünü diri tutabilmek için, ya CHP ve MHP gibi tamamen ve kısmen bürokrasi destekli olmak ya da idealizmini koruyabilmek gerekiyor.
Ama özellikle iddia sahibi partiler için sadece idealizm de yetmiyor. Masraflı bir iş olan faaliyetlerini finanse edebilmek için sağlam kaynaklara ihtiyaç var. Hazine yardımı da alınamıyorsa işin bu ciheti başlı başına bir sorun oluşturuyor.
Bu, daha ziyade “lider” eksenli, kendilerine göre gelir kaynakları bulunan ve yüzde 1-2’lik ya da bindelik oy oranlarıyla varlıklarını devam ettiren partiler için belki taşınabilir bir durum.
Ancak Türkiye’yi çok partili demokrasiyle tanıştıran, ilk icraat olarak ezanı özgürlüğüne kavuşturmak suretiyle milleti rahatlatan, yirmi yedi senelik tek parti diktasının ezdiği hak ve özgürlüklerin önünü açmaya büyük önem veren DP misyonunu 21. yüzyılda da devam ettirme iddiasının sahibi konumundaki günümüz DP’si için son derece hassas ve kritik bir nokta bu.
50’lerin başında DP ile başlayıp 27 Mayıs’la önü kesildikten sonra AP olarak devam eden bu çizgi, Türkiye’nin her tarafında teşkilâtı olan ve milyonlarca seçmeni bulunan bir siyasî hareket olarak demokrasi tarihimize damgasını vurdu.
12 Eylül’de bir kez daha çelmelendikten sonra DYP adı altında yürüyüşünü sürdürdü; darbecilerin ve sivil 12 Eylülcü ANAP iktidarının çıkardığı zorlu engelleri aşarak, koalisyonla da olsa tekrar iktidar olmayı başardı; ama sütten defalarca ağzı yananın yoğurdu da üfleyerek yemesi meselini hatırlatırcasına, yeni bir darbeye daha maruz kalmama mülâhazasıyla mı bilmiyoruz, merkeze yanaştığı izlenimi uyandıran bir tavra yöneldi. Bunun yanında, iç bünyesinde yaşadığı yönetim ve kadro değişikliklerine bağlı olarak yapılan kimi hatalar da halk desteğini zayıflattı.
Şimdiki DP, bu süreçte rol oynayan ve partiyi bu duruma getiren dış ve iç sebepleri sıkı bir sorgulamadan geçirip, samimî bir özeleştiri yapıp, yorgun, bezgin, ama herşeye rağmen misyonu terk etmeyen fedakâr teşkilât kadrolarını toparlayarak yeniden ayağa kalkma çabasında.
Dolayısıyla DP, çok zorlu kışları geride bırakıp bugünlere ulaşan bir hareketi temsil ediyor.
29 Mart, özellikle bu parti için hayat-memat meselesi ve “Tamam mı, devam mı?” sınavı. 22 Temmuz’daki 5.6’lık oy oranının üzerine çıkmak için çok çalışıyor. Bunu başarırsa, tekrar yükselişe geçip iddiasını sürdüreceğinin sinyalini vermiş olur. Ve bu Türkiye’yi de rahatlatır.
Çünkü 2002’den itibaren AKP-CHP ikilemine sıkışıp kalmanın yol açtığı tıkanmayı 2007’de bu denkleme MHP, DTP ve DSP’nin girmesiyle daha da derinleşmiş olarak yaşamaya devam eden siyasetin DP gibi bir alternatife ihtiyacı var.
AKP giderse yerine, farklı bir versiyonu olduğu ve son kullanma tarihi geçmiş olan ANAP gelemez, ama köküne bağlı bir DP niye gelemesin?
07.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|