|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Geceye doğan güneş |
|
Nice güneşler gördü gözlerimiz... Senin gibisini görmedi. Geceye doğan güneşi ise, hiç görmedi. Sen böyleydin işte. Sen canlı bir güneştin. Yanacaktın ama yakmayacaktın. Kâinatı ışıl ışıl aydınlatacaktın. Ve günü geldiğinde, ışık olup konuşacaktın. Çağlara, bütün zamanlara seslenecektin.
Sen konuştukça parlayacaktı Rahmân’ın ışığı, yayılacaktı. Bir, iki, üç derken, en çorak topraklarda yediveren gülleri açacaktı. Şimdi toprak uykuda, gece sabırda, kâinat duâda.
Her şey hazırdı, kâinat geleceğine muntazırdı.
Zifiri karanlık bir geceyi, nurun aydınlatacaktı. Rahmân ve Rahîm olan, Aziz ve Cebbar olan Kadîr-i Zülcemâl güzelliğini aksettirecek, nurunu tamamlayacaktı. Bazı kimseler dirense de o nura karşı, istemese de, Allah (cc) nurunu tamamlayacaktı. Allah öyle dilemiş, öyle olacaktı. Kader konuşunca, beşer susacaktı.
Gözlerin görmediği güneşler, güneşlerin bilmediği mû’cizeler hazırdı. Kâinat bir kutlu doğuma muntazırdı. Vakti, saati geldiğinde, Allah “ol” deyince, olmazlar olacaktı. O nurun bir zerresine nice bin can hayatını verecekti. İnsanlık tarihi böyle bir destana şahit olmayacaktı.
Işığı gören karanlıktan korkmaz. Korkmayacaklardı onlar, Allah’tan başka hiçbir şeyden. Işığınla yıkananlara sönmez, pörsümez ebedî bir hayat vardı.
Daha da ötesi, şehadet, cennet vardı. Hepsinden de üstünü, Allah ve rızası vardı. Yetmez miydi bu şeref? İnsanlığın başına taç ettiğin bu şeref yeter de artar bile.
Şimdi hayıflanmak sırası bize düştü derken, toprağa düşen bir tohum gibi geceye doğan güneşimiz, nurun içimize düştü, şükür. Sonsuza kadar hamd ve senalar olsun Rabbimize.
Kat kat zulmet perdeleri nurunla delinecek. Kâinat baştan başa bir zerre bile kalmamacasına nurunla yıkanacak, nurunla alâkadar olacaktı. Rabbimizin ezelde yazdığı takdir ne ise o olacaktı. Vakit yaklaşıyordu.
Her şey hazırdı, kâinat doğumuna muntazırdı. Hiç bu kadar beklenmedi gelecek olan misafir. Hiç bu kadar özlenmemişti... Hz. Âdem’den beri hasretle beklenen sendin. O nuranî kafilenin, yüz yirmi dört binin nurunla başı, vücudunla sonuydun sen. “Gel evlât, gel de bizi mahzuniyetten kurtar, yetimlikten kurtar” diye duâlar edilen sendin. Kaderdeki halkayı, daireyi tamamlamaya çağrılan sendin. Onlar biliyordu ve duyurmak zorundaydılar bu gerçeği.
Her nebî, kendinden çok, senden haber verdi. Her nebî, geleceğini müjdeledi. Nurunun aksi, asırları kuşatmışken, gece nasıl yürürse körler, gündüz de öyle yürüyecekti. Nasibini sende bilen asla yanılmayacaktı.
Bir baharı vardı bu dünyanın elbet. Kara kışlar sürmeyecekti ilelebet. Mevlâ’nın takdiri vardı. Vakt erişti, her şey tamamdı. Her şey hazırdı. Kâinat bir kutlu doğuma muntazırdı, gün sayıyordu takvimler. Belirmeye başlamıştı bir bir işaretler.
***
Önce Ebrehe’nin defteri dürülecekti. Ve tarihe o geçecekti, o yıl “Fil Yılı” diye. Doğumuna elli dört gün kala, hatta ondan da bir müddet önce, Peygamberimizin (asm) dedesi Abdülmuttalib’e, bir rüyada seslenilip:
“Yürekleri serinleten ve içildiğinde kandıran suyu ara! Zemzemin yerini kaz. Onu bulduğun zaman artık onun suları hiç kesilmez... O sana dedelerinden mirastır” deniyordu.
Abdülmuttalib belirtilen işaretleri izleyip zemzem suyunu bulmuş, sevinçle tekbir getirmişti. Herkes bu cennet ırmağına kavuştuğu için bayram yapıyordu adeta. Oysa bu suyun kısa bir süre sonra doğacak olan senin hürmetine çıktığından habersizdiler. Dedeni Mekke’ye reis yaptılar. Ve sen “Âlemlerin Reisi”, Mekke reisinin torunu olarak dünyaya teşrif edecektin.
Her şey hazırdı, kâinat kutlu doğuma muntazırdı.
Kâbe’nin şöhreti git gide yayılıyor ve Yemen valisi Ebrehe’nin iştahını kabartıyordu. Nice hileler ve çareler düşündü insanların nazarını kendi ülkesine çekmek için. Ama başaramadı. Kâbe’ye alternatif mekânlar yaptı ama olmadı, tutmadı. Mekke’nin parlayan yıldızını söndürmek için yola koyuldu. Kâbe’yi yerle bir etmek istiyordu. Doğumuna elli dört gün kala.
Ebrehe’nin askerleri, dedenin develerine el koymuştu. Onları istemek üzere yanına gittiğinde şaşırmıştı Ebrehe. Kâbe hakkında bir şeyler söylemesini istedi ama beklediği olmadı. “Ben develerin sahibiysem, Kâbe’nin sahibi var, bana söz düşmez” dedi. Ebrehe kudurdu. Öfkeden taştı, köpürdü bu sözler karşısında; “Kâbe’yi bana karşı korumaya kimsenin gücü yetmez” diye bağırıyordu. Abdülmuttalib; “Onu korumak Allah işidir. İşte sen. İşte Allah” diyordu, çekildi aradan. Kâbe’ye varıp Allah’a duâ etti. Dünyaya teşrifine, kutlu doğumuna elli dört gün vardı.
Ebrehe hücuma geçtiği gün, tarihler 570 yılının Muharrem ayının 17. gününü gösteriyordu ve günlerden Pazardı.
Hücum emri verildi. Ama ordunun önündeki o muhteşem fil, bir türlü harekete geçmiyordu. Her yöne koşuyor, ama Kâbe’ye doğru bir adım atmıyordu. Olduğu yere yığılıyordu bu Mahmut isimli süslü savaş fili.
Filin halinden bir ibret ve ders alamadı Ebrehe. Ardından deniz tarafından kuşlar göründü. Ebabil kuşlarıydı bunlar, ayaklarında ve gagalarında küçük taşlarla geliyorlardı. Kuş ordusu, bıraktıkları taşlarla, Ebrehe’nin ordusunu buğday tarlasındaki kesilmiş buğdaylara çevirdiler. Yerlere serildiler. Kırlangıca benzeyen bu kuşların attığı taşlardan Kâbe yönüne gitmemenin mükâfatı olarak “Mahmut” adındaki fil sağ olarak kurtulmuştu. Ardından yağmur ve seller gelip, ne varsa meydanda her şeyi silip süpürdü. Önüne katıp götürdü Kâbe’yi yıkmak isteyenlerin acıklı sonlarını, Rabbimiz kırk yıl sonra Fil Sûresi’nde anlatacaktı.
Evet senin için her şey hazırdı. Kutlu doğuma kâinat muntazırdı. Sen geleceksin diye Mekke’ye, Kâbe’ye, kıbleye kimse yaklaşıp bir zarar veremiyordu. Sevgili vatanını Rabbin koruyordu. Ve o an geldi, sayılı günler, saniyeler tükendi. Geceye doğacak olan güneş, Rebiülevvel ayının 12. gecesinde (571 yılının 20 Nisan Pazartesi gününde) Şıb adındaki bölgenin Leyl denilen sokağında bir güneş gibi doğdu.
Bu güneş sadece Mekke’yi ve Leyl denilen o sokağı değil, bütün kâinatın gecesini bir anda aydınlattı.
Dünyaya teşrifinde bir dizi harikaya şahit olanlar vardı.
Sünnetli ve göbeği kesik olarak dünyaya gelmiştin. Daha doğduğun anda secdeye kapanır gibi yere uzanmış ve başını kaldırıp semaya bakmıştın. Ey nur bebek, her şey senin için hazırdı. Kâinat doğumuna muntazırdı.
Evet kutlu doğumu sırasında sevgili anneciğin Hz. Âmine Hatun, gördüğü ışığın doğu ile batı arasını kuşattığını söylemişti. Başında bulunan eben Şifa Hatun da aynı şeyden bahsetmişti ve demişti ki:
“Allah Resûlü doğduğunda, kulağıma bir takım sesler geldi. Ve maşrıkla mağrip (doğu ile batı) arasını bir nur kapladı. O anda, bazı Rum diyarlarındaki sarayları gördüm ki, yıkılmakta idiler. Sonra, Allah Resûlü’nü emzirmeye koyuldum. O sırada vücudum titremeye, gözlerim de kararmaya başladı. O küçük yavruyu gözden kaybettim.”
Doğum sırasında Hz. Âmine’nin yanında bulunan Fâtıma Hatun da:
“Allah Resûlü doğmak üzereyken, her taraf nurla doldu. Nereye baksam, gündüz gibi aydınlık görüyordum. Gökteki yıldızlar, üstümüze salkım salkım iniyor sandım ve onların altında kalırım diye korktum. Bu durumu ömrümce unutmadım. Ve Allah Resulü (asm), peygamberliğini ilân eder etmez, ilk Müslümanlardan olmak için hemen yanına koştum” demişti.
Kutlu doğumu sırasındaki harikalar, peygamber hanesinden sonra bütün Mekke’ye, daha sonra da dünyaya yayıldı.
Kâbe’de bulunan putlar, o gece hep baş aşağı devrildiler.
Sava (Save) adıyla bilinen ve ateşperestler (ateşe tapanlar) tarafından mukaddes kabul edilen gölün suları, yine o gece kurudu.
İstahrâbad bölgesinde bulunan ve ateşperestler tarafından tanrı olarak kabul edildiği için, bin seneden beri söndürülmeyen ateş, o gece söndü.
Meşhur Fars Hükümdarı Nuşirevan’ın sarayı, sanki deprem oluyormuş gibi sallandı ve on dört kulesi o gece devrildi. Fars Hükümdarı, kulelerin yıkılış sebebini, o devrin en ünlü kâhini (gelecekten haber veren kişisi) Sâtıh’a sordu. Bu adam, yüz yaşını geçmişti ve ömrünün son günlerini yaşıyordu.
“Kitaplarda haber verilen son Peygamber, öyle sanırım ki şu an gelmiştir. Sarayın yıkılan on dört kulesi, sizden on dört hükümdar geçtikten sonra, devletinizin yıkılıp gideceğini gösterir. Kutsal ateşinizin sönmesi de, o Peygamberin ateşe ya da puta tapanlara karşı üstün geleceğine işarettir” dedi. Satıh’ın dedikleri aynen çıktı.
Taştan oyulmuş putlara tapanlar, sonunda o putlar gibi darmadağın oldular.
Ateşe tapmakta ısrar edenler, ebedî bir ateşe kavuştular.
Fars (İran) Hükümdarı Perviz, daha sonraki yıllarda, Peygamberimizin (asm) gönderdiği “İslâm’a dâvet” mektubunu parçalamıştı. Bunun cezası olarak, öz oğlu tarafından hançerle parçalandı. Ülkesi ise, on dört hükümdarın idaresinden sonra, Hz. Ömer (ra) zamanında İslâm toprakları arasına katıldı.
***
Son söz:
Sahabelerden Ebu Cafer anlatıyor:
“Allah Resûlü dünyaya gelmeden önce, çok yaşlı bir insan olan Zeyd b. Amr, beni yanına çağırıp:
‘Ben, Hz. İsmail’in neslinden bir peygamber bekliyorum. Ama onun zamanına kadar yaşayacağımı zannetmiyorum. Ben, geleceğinden emin olduğum o peygambere inanıyor ve onun resûl olduğuna şehadet ediyorum. Eğer ona yetişecek olursan, benden selâm söyle’ dedi.
Daha sonra da, o peygamberin özelliklerini anlatmaya başlayıp:
“O’nun boyu ne uzun, ne de kısadır. Gözlerinde kırmızılık bulunur. İki kürek kemiği arasında, peygamberlik mührü vardır. Adı Ahmed’dir. (Peygamberimizin İncil’deki ismi ‘Ahmed’dir.) O Mekke’de doğacak ve o şehirde Peygamber olacaktır. O bütün Peygamberlerin sonuncusudur” dedi.
Ben, Zeyd b. Amr’ın anlattıklarını, yıllar sonra Allah Resûlü’ne ilettim ve selâmını söyledim. Allah Resulü tebessüm ederek:
“Ben onu, eteklerini sürüyerek Cennette dolaşırken gördüm” buyurdu.
Allah Resûlü, daha gelmeden önce, bilinen ve iman edilen bir Peygamberdi.
Evet Rabbimiz, Habib-i Ekrem’inin (asm) bu mübarek gecede dünyaya teşrifi hürmetine, bizleri af ve mağfiret buyursun. Böyle bir peygambere ümmet eylediği için sonsuza kadar hamdolsun. Resul-i Ekrem’e sonsuza kadar salâtü selâm olsun.
NOT:
Okuyucularımızın, inşallah yarın gece idrak edeceğimiz Mevlid kandilini tebrik eder, İslâm âlemi ve insanlık için huzur, saadet ve barış dolu günlere vesile olmasını Cenab-ı hak’tan niyaz ederim.
07.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
On sekiz bin âlem üzerine |
|
Fâtih Bey: “On sekiz bin âlem sözünden ne anlamalıyız?
Cenâb-ı Hak bu hadsiz-hudutsuz kâinatı hadsiz, hesapsız âlemlerin iç içe bulunduğu bir gül goncası gibi yaratmıştır. Biz farkındayız veya değiliz; milyarlarca âlem birbiri içinde, birbirine yakın veya birbiriyle temas hâlinde. Meselâ ışık âlemi, harâret âlemi, hava âlemi, enerji âlemi, elektrik âlemi, cezbe âlemi, esîr âlemi, misâl âlemi ve berzâh âlemi birbiri içinde veya birbirine yakın bulunmalarına rağmen aralarında sürtüşme ve yer darlığı yoktur. Hepsi ihtilâlsiz küçük bir yerde bir arada bulunabilmektedirler. Pek geniş gaybî âlemlerin de bu yerkürede bir arada bulunduklarını söylemek mümkündür. Hava âlemi ve su âlemi, insanlık âlemi ile iç içedir. Işığın geçmesine cam engel değildir. Röntgen şuâı, katı cisimlerden rahatlıkla geçebilmektedir. Demirin içine harâret akar; akla bilgi nûru nüfûz eder; melek rûhu engel tanımaz; elektriğin cereyânı akışkan maddelerden akar gider. Bu kesif şehâdet âleminde rûhânîler, cinnîler, melekler, insanlar, hayvanlar ve bitkiler âlemi ayrı ayrı şartlar içinde; ayrı ayrı âlemlerde; ama aynı kürede bir arada yaşayabilmektedirler.1
“On sekiz bin âlem” tabiri İslâm literatürüne çokluktan kinâye olarak girmiştir. Yoksa sayı ile on sekiz bin adet âlem var demek değildir. Bu tabir genellikle tefsirlerde Fâtihâ Sûresindeki “Rabbi’l-Âlemîn” âyetinin tefsîrinde geçmekte; tefsirler, bu âyetteki “âlemîn”, yani “âlemler” lâfzını on sekiz bin sayısı ile ifade ederek, Cenâb-ı Hakk’ın böyle hadsiz âlemlerin Rabbi olduğunu ifâde etmeye çalışmaktadırlar.
Rakam üzerinde net ve sahîh bir nass olmadığından, rakama takılıp kalmamakta fayda vardır. Günümüzde artık rakamlar için sonsuzluk kavramını keşfeden Matematik İlmi, bizi, bu âyetin tefsîrinde de hiç olmazsa “sonsuz âlemlerin” var olduğu netîcesine götürmelidir. Nitekim Üstad Hazretleri (ra) bu âyetin tefsirinde; “Semâvatta binler âlem var; yıldızların bir kısmı, her biri birer âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlûkât, birer âlemdir; hattâ her bir insan dahî küçük bir âlemdir. ‘Rabbü’l-Âlemîn’ tabiri ise, ‘Doğrudan doğruya her âlem, Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetiyle idâre ve terbiye ve tedbîr edilir’ demektir”2 diye beyan etmektedir.
Bu beyanı biraz açacak olursak; göklerdeki sadece günümüze kadar müşâhede edilebilen sekiz yüz milyon galakside bulunan katrilyonlarca dev yıldızın her birisini; yerdeki kuşlar, kurtlar, böcekler, sinekler, balıklar, bitkiler, ağaçlar dâhil milyonlarca cins mahlûkâtın her birisini; ve nihâyet milyarlarca insanın her birisini birer âlem olarak kabul edecek olursak; yalnız şu cümlede bile sayısız âlemin varlığı üzerinde tefekkürümüzü yoğunlaştırmış oluruz.
Burada önemli olan, böyle sayısız âlemlerin her birisinin idâresinin, terbiyesinin ve tedbîrinin Cenâb-ı Hak tarafından tanzim edildiğini bilmemiz ve itikat etmemiz; yani tevhid inancını rencîde edecek düşüncelere müdrikemizde ve zihnimizde yer vermememizdir.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nûriye, S. 118.
2- Mektubat, S. 316.
07.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Huzur ve sükûna erebilmek için |
|
“Cismanî ihtiyaçlar vakitlerin ihtilâflarıyla tebeddül eder (değişir), noksan ve fazlalaşır. Meselâ havaya olan ihtiyaç her anda var, suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur, gıdaya olan hâcet her günde olur, ziyaya olan ihtiyaç ale’l-ekser haftada bir defa lâzımdır ve hâkezâ…
“Kezâlik, manevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefâvittir (farklı farklıdır). Her anda ‘Allah’ kelimesine ihtiyaç vardır; her vakit Besmele’ye, her saatte ‘Lâ ilâhe illallah’a ihtiyaç vardır ve hâkezâ...”1
Mesnevî-i Nuriye’deki bu satırlarda belirtildiği gibi bedenimiz havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu gibi ruh, kalp, akıl ve hissiyatımız da manevî gıdalara muhtaçtırlar. Onun için “Allah” demeden, “Besmele” çekmeden, “Lâ ilâhe illallahı” zikretmeden duramayız.
Bu kudsî kelimelerin sadece insan ruh, kalp, akıl ve hissiyâtında değil insan fizyonomisinde de olumlu etkiler meydana getirdiğini biliyor muyduk?
Yapılan son araştırmalarda bu gerçek ortaya konmuştur. Allah denildiğinde aklın enerjisi artmakta, fikre kuvvet gelmekte, vesveseler uzaklaştırılmaktadır.
Mısırlı psikolog Prof. Dr. Ramiz Taha Muhammed, psikolojik problemleri bulunan bir kısım hastalarda yaptığı araştırma, inceleme ve deneyler sonucunda Allah’ı ve güzel isimlerini zikretmenin stres ve bunalımları hızla tedavi ettiğini ve büyük ölçüde giderdiğini görmüştür. Prof. Dr. Taha Muhammed daha çok bu deneylerde Eûzü-Besmele, Sübhanallah, Allâhüekber, Estağfirullah, Âyete’l-Kürsî, Lâ ilâhe illallah, İhlâs, Felak, Nas ve Esmâ-i Hüsnâ gibi zikir ve sûreleri sık sık tekrar etmiş ve olumlu sonuçlar almıştır.2
Ruhsal Gelişim ve Kader isimli eserin yazarı Dr. Ender Saraç da Esmâ-i Hüsna’yı zikretmenin meditasyon ve diğer enerji teknikleri gibi enerji verip huzur kazandırdığını, beynin bazı merkezlerindeki bir kısım enerjileri aktif hâle getirdiğini belirtiyor. Sıkıntı içinde bulunanlara el-Vekil, asabî olanlara el-Halim, sevgisi az olanlara el-Vedud, şaşkınlık içinde bulunan, nereye gideceğini bilemeyenlere el-Hadi, acıma duygusu az olanlara er-Rahman ve er-Rahim isimlerini, diğer bir kısım rahatsızlıklara da başka Esmâları zikretmelerini tavsiye ediyor.
Dr. Saraç, Esmâ-i Hüsna’yı tekrarladıkça eksik enerjilerin tamamlanacağını, zararlı enerjilerin törpüleneceğini, insanı sükûnet ve huzura kavuşturacağını; egosunu terk eden, teslimiyet içine giren insanın enerji tasarrufu yapacağını, arzularına kavuşacağına da dikkat çekiyor.3
Demek bu mukaddes kelimelerle sadece mânevî yapı değil, maddî bünye de gıdalarını alıyor.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 195.
2- Besmele Mû'cizesi, s. 130-132.
3- A.g.e.
07.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Siyasette efsane isimler |
|
Türkiye'nin ciddî mânâda çok partili sisteme geçtiği 1945'ten itibaren, daha evvelden şân–şöhret kazanmış, efsane olmuş ne kadar isim varsa, bunların hemen tamamının yeniden siyasete atıldıklarını ve bir şekilde aktif rol aldıklarını görmekteyiz.
Bunlardan İsmet Paşa, zaten siyaset sahnesindeydi. "Millî Şef", hem Cumhurbaşkanlığı, hem de CHP Genel Başkanlığı makamındaydı.
İsmet Paşaya rakip gibi görülen sadece iki isim vardı: Eski Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve eski Başbakanlardan Celal Bayar. Bunlar, henüz bekleme safhasında olup, siyasette fırsat kollamaktaydılar.
1945'te kurulan Millî Kalkınma Partisinin yönetiminde ise, tanınmış şu isimler vardı: Nuri Demirağ, Cevat Rifat Atilhan, Hüseyin Avni (Ulaş) Bey.
1946 yılı başlarında kurulan Demokrat Partinin başına Celal Bayar getirilirken, 1948'de kurulan Millet Partisinin fahrî başkanlığına ise, Fevzi Paşa getirildi.
Bu esnada, 1946 yılı genel seçimlerine katılarak Meclis'te etkili bir grup kuran Demokratların 60 kadar milletvekili vardı.
İşte, bu milletvekillerinin yaklaşık yarısı, Fevzi Paşanın başında göründüğü Millet Partisine (MP) transfer edildi. Böylelikle MP de Meclis'te grup kurmuş oldu. Ne var ki, âdeta beleşten kurulan bu grubun has adamları, DP'den transfer edilen dindar, muhafazakâr ve milliyetçilerden oluşan en şöhretli kimselerdi.
Yani, bir bakıma DP'deki efsane isimlerin hemen tamamı Milletçilerin safına geçmişti. Bu transformasyonun arkasında ise, Fevzi Paşa, hatta dolaylı şekilde İsmet Paşa ile Sebilürreşad, Serdengeçti ve Büyük Doğu gibi dindar grupların büyük desteği vardı.
Demokratları tam ortadan ikiye ayıran ve arkasında muazzam bir destekle siyaset sahnesindeki yerini alan Millet Partisinin kurmay kadrosunda şu efsane isimler vardı: Mareşal Fevzi Çakmak, müthiş milliyetçi hatip Osman Bölükbaşı, Bediüzzaman'ın Ankara'daki sadık dostu Osman Nuri Köni, eski Millî Eğitim Bakanlarından Prof. Dr. Yusuf Hikmet Bayur, E. General Sadık Aldoğan.
Ayrıca, Necip Fazıl, Osman Yüksel ve Eşref Edip gibi tanınmış fikir erbabı da, var gücüyle Milletçileri destekliyordu.
Onların sayesinde Meclis'e girdiği halde, yine de Demokratların korkulu rüyası haline gelen Fevzi Paşa, Meclis'te kurmuş olduğu bu efsanevî kadroya, bir başka şöhreti daha katmak ister: Balkan Harbi zamanında "Hamidiye Kahramanı" ünvanını kazanan eski başbakanlardan Amiral Rauf Orbay.
Bizzat Fevzi Paşanın isteği ve Osman Bölükbaşı'nın tavassutuyla Millet Partisi saflarına dâvet edilen Orbay, 1925'ten beri siyaseti bıraktığını hatırlatarak şu cevabı verir: "Mareşalin (Fevzi Paşanın) emrinde nefer gibi olmak dahi, benim için bir şereftir. Ancak, ben bir kere siyasete (TCF, 1925) girdim; ancak, nâmusumu ve canımı zor kurtardım. Teveccühünüze teşekkür ederim. Ama, siyaset mi? Allah korusun, bir daha girmem.'' (Yeni Şafak, 23 Mayıs 2005)
Amiral Orbay, 1924'te Karabekir Paşanın başkanlığında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasında kurucu üyesi sıfatıyla yer aldığı için başına gelmeyen kalmamış, hatta "İzmir Sûikastı" bahanesiyle İstiklâl Mahkemesinde yargılanmış ve idam olunmaktan zor belâ kurtulmuştu.
Rauf Orbay'ı, esasında Fevzi Paşadan evvel DP lideri Celal Bayar da partisine dâvet etmiş ve birlikte siyaset yapmak arzusunda bulunmuştu.
Orbay, bu teklife de red cevabını vermiş, ancak o zamanki red gerekçesini şu şekide açıklamıştı: "Siyasette İsmet'le bir daha oyuna girmem. Çünkü, İsmet oyun kurmasını bilen bir adamdır. Bir muhalifi gözü kesti mi, şayet suçlu değilse bile, o muhalifine suç işletir. Şayet suç işletmezse, bu kez kendisi suç icad eder ve yine intikamını almaya çalışır."
Orbay'ın ağzından nakledilen bu rivâyetin sıhhat derecesi ne olursa olsun, söylenenler, 1960 darbesinden sonra aynen tahakkuk etti.
Efsane isimler yerlebir oldu
Milletçilerin başındaki efsane isim Mareşal Fevzi Çakmak, 1948'de Afyon Hapishanesinde bulunan Üstad Bediüzzaman'ın sadık dostlarından Osman Nuri Beyin evinde kurulan Millet Partisini iktidara taşımak için var gücüyle çalıştı, çabaladı.
MP'nin saflarında dindar ve milliyetçi kesimin temsilcilerini katmakla da yetinmeyen M. Kemal'in bu sadık mareşali, ayrıca henüz yeni teşkil edilmiş bulunan "Müstakil Demokratlar Grubu" ile "Öz Demokratlar Partisi"ni de MP'nin yanına çekti ve seçimde işbirliği yapmaya onları ikna etti.
Ne var ki, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden çok kısa bir süre evvel, sürpriz mahiyetinde önemli bazı gelişmeler yaşandı.
Birincisi: 1949 Eylül'ünde 20 aydır mevkufen bulunduğu Afyon Hapishanesinden tahliye edilen Bediüzzaman Said Nursî, aynı yılın Kasım ayı sonlarında asıl ikametgâhı olan Emirdağ'a geri döndü. Geçen Temmuz ayında aynı beldede bizzat ziyaret edip görüştüğümüz seksen yaşlarındaki Ahmet Urfalı'nın ifadesine göre, Üstad Bediüzzaman, yaklaşmakta olan seçimleri kast ederek "Şimdi siyasete mecburiyetle bakmanın lüzûmu"ndan söz eder ve Demokratların desteklenmesini ister. Böylesi bir tercih ve temayülün Emirdağ'dan çevreye ve hatta bütün Türkiye'ye yayılmasıyla, siyasî dengeler Demokratların lehine değişmeye başladı.
Sürpriz ikinci gelişme: Bayar ve İsmet Paşaya nazaran halk tarafından daha çok sevilen ve daha dindar diye bilinen Fevzi Paşanın 10 Nisan'da ölmesiyle birlikte, iktidar hayalini kuran Milletçiler adete şoke oldular.
Üçüncü bir gelişme: Dört senede bir yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi de, genel seçimden hemen sonra yapılacağı düşüncesiyle, Bayar'ın Çankaya Köşkü'ne, Demokrat Partinin başına ise Adnan Menderes gibi ziyadesiyle sevilen bir şahsiyetin geçeceği hususu, bir umumî kanaat haline dönüştü. Nitekim, seçimden bir ay evvel Vatan gazetesinde yayınlanan bir ankete göre, seçmen vatandaşlar, Bayar'ın cumhurbaşkanı olması yönünde yüzde 28 civarında bir teveccüh gösterirken, Menderes liderliğindeki DP'ye ise, tam iki misli, yani yüzde 56 civarında bir teveccüh izharında bulunmuş.
İşte, bu atmosferde yapılan 14 Mayıs seçimlerinde, 27 yıldır tek başına iktidarda olan Halk Partisi hezimete uğradığı gibi, Millet Partisi listesinden aday olan efsane isimler de yerlebir oldu. Kırşehir adayı Osman Bölükbaşı hariç, adayların hiçbir tanesi seçilip de Meclis'e girme şansına sahip olamadı.
07.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Nur hareketi siyasî değil, uhrevîdir - 2 |
|
Kimi çevreler, mihraklar, bilhassa “ifsat, zındıka ve dinsizlik komiteleri”, çağımızın en hakperest, en hürriyetçi, en vatanperver, en demokrat, en nazik ve nazenin bir meslek ve meşrebi olan Nur hareketini başka şekillerde gösterip zihinleri bulandırmak isterler. Nur talebeliğinin bazı özelliklerini dün saydık. Bugün de kaldığımız yerden devam ediyoruz:
n Hürriyetçi olmak, Risâle-i Nur’un temel meslek ve meşrebidir. Çünkü hürriyet, herkesin mutluluk sebebidir. Bütün şevkleri ve ulvî duyguları uyandırır. İnsanlığı güdülmekten, yani hayvanlıktan kurtarır; tam insan yapar.1
Ayrıca, bu dünya imtihan meydanı. İmtihan için hür irade gerekli. Rabbimiz herkesi inancında hür bırakmış. Ahrarları/hürriyetçileri/ demokratları desteklemek, imtihan sırrının da gereği ve imanın özelliğinin siyasete yansımasıdır.
Bediüzzaman, bizzat kendisini aradan çıkararak hakikati uygulamaya geçirir: Benimle hakikat meşrebinde sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam hangi risâleyi açsa, benimle değil, hâdim-i Kur’ân olan Üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir.2
n Risâle-i Nur dairesine giren bir zâtın en önemli vazifesi, onun yayılmasına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, “Risâle-i Nur Talebesi” ünvanını alır.3 Ki, yazmak ve yazdırmak, Bediüzzaman daha hayatta iken matbaada “basmak ve bastırmaya” dönüşmüş. Temel gayesi bunun dışında olan, yani asıl hedef olarak siyasî ikbal, iktidar peşinde olanlar Nur talebesi olamazlar!
n Nur talebesinin hocası, kişiler, hatta Üstad değil, Risâle-i Nur’dur. Zira, Risâle-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes yetenekleri ölçüsünde kendi kendine istifade eder.4
Yani, Risâle-i Nur dairesinde “hocalık, şeyhlik!” gibi makamlar yoktur. Bu hizmette yer alanlar 100 yaşında ve dünya çapında âlim de olsa ünvanı, “Nur talebesi”dir. Hocalık ünvanı ve gereğiyle hareket edenler Nur talebesi olamazlar!
n Bediüzzaman’ın talebelerine verdiği en son ders, Risâle-i Nur meslek ve meşrebinin bel kemiğini oluşturan müsbet (olumlu, pozitif) hareket etmektir. Menfî (olumsuz, negatif, radikal) hareket değildir. Dolayısıyla, Allah’ın rızasını düşünerek sırf iman hizmetini yapmaktır. Nur talebeleri asayişi, emniyeti, güveni muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mukabeleye mükelleftir.5
Bediüzzaman’a göre, “siyasî yolla hizmeti esas almak” menfî harekettir. Çünkü, siyasî mücadele, yalanı, aldatmayı, yalan propagandayı ve siyasî muhaliflerini melek dahi olsa lânetlemeyi netice verir.
Müsbet hareket, Allah’ın emrine uygun nezaket ve nezahetle hareket etmek; şiddet, tahrip ve tecavüzden uzak kalmak; yapıcı, ölçülü, dengeli, âdil ve hakperest hareket tarzıdır. Bir anlamda da, olumsuz bir durum karşısında; gücü yetmediğinde; itaat etmek değil; sivil itaatsizliktir.
Özetlersek; Nur talebesinin vazifesi; her hâl ve şartta, Kur’ân hakikatlerinin çağımızdaki en parlak yansıması olan Risâle-i Nur’u okumak, anlamaya çalışmak; yaşamak; meslek ve meşrebine sadakat, sebat ve metanetle bağlanmaktır. Eğer Risâle-i Nur’u baştan aşağı ezberlese; fakat meslek ve meşrebine uymasa bir anlam ifade etmez.
Zira, bilmek ayrı, uygulamak ayrıdır. Amel etmek de ihlâssız ise, yine sonuçsuzdur. Kurtuluş, yalnız ihlâs ile, yani, sırf Allah rızasını, hoşnutluğunu gözeterek hizmet etmektir.
Yoksa siyasî ikbal aramak, iktidara gelmek için uğraşmak değildir!
Dipnotlar:
1- Beyanat ve Tenvirler, s. 47.
2- Kastamonu Lâhikası, s. 24.
3- Kastamonu Lâhikası, s. 23.
4- Sözler, s. 723.
5- Emirdağ Lâhikası, s. 455.
07.03.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Edincik ve Nur merkezi |
|
“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârane ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider. İşaret ettiği gibi, tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar…” Daima ümitle baktığımız, şevk ve aşkla sarıldığımız hizmetimiz bizlerden koşmayı, durmadan duraklamadan çalışmayı ve coşmayı bekliyor… Bu arzu ve istek nasıl olur? Nasıl gerçekleştirilir diye uzun uzadıya fikir ve düşünce deryasında arayışlarda bulunmak, ilim ve irfan dünyamızda gezinmemiz gerekmiyor…
Mademki Hazreti Bediüzzaman’ın çok önem verdiği ve ısrarla üzerinde durduğu birlik, beraberlik ve bunların sahiplenmesiyle ortaya çıkan hayat Allah için ve iman, Kur’ân noktalarından manevî hizmetler için zikrediliyor, ifade ediliyor; biz de ittihadı, bir ve beraber olarak, manevî bir bayrak gibi dalgalandırmalıyız, ayakta tutmalıyız…
Beraber ve birlik oluşumuzun birinci basamağı ve esası müfritane irtibat ve ziyaretler olması bakımından sizlere geçen hafta sonu Edincik, Bandırma, Biga, Çan ve Bayramiç’e gerçekleştirdiğimiz seyahatimizden notlar aktarmak istiyorum.
İki senedir büyük bir gayret ve çalışma sarf edilen Edincik’te iftihar ettiğimiz bir eseri; Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ân, iman hizmeti noktasından büyük ehemmiyet verdiği Medrese-i Nuriye’yi, Dershane-i Nuriye’yi Muhterem, Nurun hadimi Ali Karakaş Ağabeyimizin mihmandarlığında ziyaret ettik. Edinciklilerin dışarıdan çok az olarak aldıkları yardımlar dışında tamamen kendilerine ait işçilik, maddî-manevî yardımlarla hizmete kazandırdıkları iki katlı bu dershane-i Nuriye Elhamdülillah hizmete ve derslere, sohbetlere hazır hale getirilmiş. Fikri Burmaoğlu ve Ali Karakaş Ağabeylerimizden Edincik Risâle-i Nur Talebeleri ve Nur cemaati hakkında bilgileri dinlerken, dersahanenin inşa ve tamiratlarında gayret ve yardımlarını esirgemeyen mübarek ve muhterem ağabeylerimize duâlar ettik…
Nurun hizmetinde bulunmaktan başka bir niyetleri olmayan Edincik Nur cemaatinin çalışmaları bizleri hayalen yetmişli yıllarda Edincik’e yaptığımız ziyaretlere götürdü… Hizmetlerde geldiğimiz noktada halimize şükrettik.
Bu arada sabah namazını Bursa'da eda ettikten sonra Edincik istikametine doğru hareket eden ve A. Yiğit, R. Oruç, Z. Öztenekeci ve R. Okyay’dan oluşan hizmet ziyaret ekibimiz Ali Abinin tatlı ağırlıklı ikramlarının bulunduğu sabah kahvaltısını, üç çeşit balını, dört çeşit özel imalat sirkelerini de unutmamamız gerekiyor. ”Yeter ki sohbetlere gelin, her zaman ikramlar hazır diyor ve ekliyor Ali Abi’ hizmetin ikramı, istenilmez verilir.. ” diyor.
Ve ekliyor: "En küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden Sahib-i İnayet tatmin etmek için, fevkalme’mul bir surette ihsan ediyor, ve hakeza… İşte bu hal gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir ki, biz istihdam olunuyoruz. Hem rıza dairesinde, hem inayet altında bize hizmet-i Kur’âniye yaptırılıyor. Elhamdülillah-i haza min fadli Rabbi…”
Edincik’in fedakâr ve çalışkan hakikat kahramanlarına veda ederek bir başka Nur menziline doğru hareket ediyoruz…
07.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Hamuru sevgi ile yoğrulanın, diline nefret yakışmıyor |
|
Sevgi, yaratılışın
hamurunda var
İnançla, ‘sevmemek’ birbiriyle örtüşmüyor. Yaratılanı Yaratan hatırına sevmek, inancın özünde vardır. ‘Sevmiyorum’, ‘nefret ediyorum…’ gibi cümleler özünde inancını kaybetmişlik veya sevginin suistimali olan şehevanî sevmekler içeriyor. ‘Sevmemek’ anlamsızlıktır. Sevgisizlik ilgisizliği, ilgisizlik sahipsizliği, o da dışlamayı netice veriyor. İlgisizlik hali, bilgisizlik halidir. İnsan tanımadığının düşmanıdır. Tanımadan sevdiğimiz hiçbir şey yoktur.
Sevgi mi etkili, nefret mi?
Gençlerle bu haftaki konuşma konumuz ‘sevgi’ idi. Biz, insanı hayata, yaşamaya, insanî ilişkilere bağlayan tarifi zor sevgi örnekleri beklerken, birden konumuz; terk edilmişlikler, nefretler, keder manzaraları, terk tabloları oluverdi.
Sevgi üzerine kurduğumuz girizgâh konuşmaları kurudu kaldı. Sevgi gerçekten yetim kaldı. Tabiî bir iki kişi sevgisizlik, ilgisizlik, terk edilmişlik örnekleri sununca, herkeste ortak konulu hatıralar canlandı. Herkesin hatıra dünyasından çıkardıkları, hayatın olumsuz yüzünü içeren yaşanmışlıklar oldu.
Kocaman salona sanki simsiyah bir perde çekmiş gibi, ortam düşünce karanlığına gömüldü. Dinleyici oldum sadece, konuştular da konuştular. Her konuşmaya başlayan kapkara bir tablo daha çiziyordu. Hayat iyice ağırlaştı.
Oysa bunlar gençti. Şu an salonda cıvıl cıvıl, renk renk, güzellik, çeşitlilik olması gerekiyordu. Sevginin nasıl bir ışık olduğunu şimdi daha iyi anlıyorduk. Sevgi olmadan hiçbir şey olmuyordu. Sevgi olmadan sahip olunanların bir anlamı olmuyordu. Yaşananların bir anlamı olmuyordu. Sevgi olmadan olmuyordu da olmuyordu. Önce sevgi gerekiyordu. Sevgi ha-yatın en vazgeçilmez gıdası olarak takdim ediliyordu. Onsuz kimse hayatın olamayacağında hem fikirdi.
Sevgisiz yaşanmıyor
Doğrusu bu perdeyi değiştirmek pek de kolay olmadı. Sevgi vardı aslında hayatın hemen her yerinde. Hayat deseninin en önemli aktörü sevgi idi. Ama nedense bu zaman, o aktörü ötelemişti. Neyse ki epey bir uğraştan sonra, onlara ‘Kenar Mahalle’ hikâyesini paylaştım.
Hiçbir hedefi, ideali, gayesi olmayan yüzlerce öğrenci, bir öğretmenin kendilerini içten sevmesi sonucu, hayatları tamamen değişmiş ve başlangıçta hedefsizlik üzerine oturan hayatlar, bu derin insanı tanıdıktan sonra, içinde onu mutlu etme çabası da olan bir hareketle, çocuklar bir sıçrama yaşıyor ve gözde meslekler kazanıyorlar. Öğretmene, ‘Nasıl oldu bu değişim, sihirli formül nedir?’ diye sorduklarında, o büyük tecrübe gülümseyerek, mütevazi bir cümle kuruyor; ‘ben onları çok sevdim.’ Önce, sevgi insanların elinden tutuyor.
Sevgi, başarıyı tetikliyor
Burada tabiî ki sevginin başarıyı etkileyen en önemli etken olduğu da apaçıktır. Sevgi hayata, derslere, insanlara, olaylara bakışı yönlendiri-yordu. Sevgisizlik ise, ileride belki de yeri doldurulamayacak olan pek çok bozulmaların başlangıç noktası oluyordu. Yani sevgiyi tatmış insan belli dönemlerde yanlışların içinde olsa da, o temelde bulunan sevgi onu, doğruya çekebilecekti.
Şunu anlıyorduk ki, sevgi konusunu en iyi anlamanın yolu, sevgisizlik içeren konuları anlamaktı. Zıtlıklar biri diğerini anlatmaya yetiyordu.
Sevgisizlik örnekleri paylaşılırken, bir arkadaşımızın ifade ettiği, “Doğrusu ben anlatılanlardan çok büyük anlamlar çıkardım. Hayatımda sevgisizlik yaşamadım. Ama yaşadıklarımı da çok anlamlandıramıyor, bir yerlere koyamıyordum. Şimdi hayatın bu farklı renklerini görünce, o yaşadığım, soluduğum havanın ne kadar hayatî olduğunu anlayabiliyorum” cümlelerini kuruyordu. Hayat, zıtlıklarıyla daha net anlaşılıyor.
Sevgi örnekleri beklerken, ne derin itilmişlikler, ne tarifi imkânsız ilgisizlikler, sırt çevirmişlikler, değer yoksunlukları karşımıza çıkıverdi.
Aldığımız her nefes,
bir sevgi sonucudur
Neyse ki, sonra sonra hayata olumlu dokunan sevgi örnekleri paylaşıldı da bir nefes alabildik. Anlaşıldı ki, sevgisiz nefes olmuyor. Sevgi, çok şeydir.
Sevgi,—muhabbetullah anlamında—her şeye sinmiş. Her şeyde onun tadı, kokusu, rengi bizi o şeylere bağlıyordu. İlgilerin içine sevgiler konulmuş.
Dilimiz onun için tatlarını çözüyor yaratılmış yiyeceklerin; kulaklarımız onun için her şeyi duyuyor, duyarak dokunuyor; ellerimiz sevgiye uzanıyor her dem. Aklımız, kalbimiz, vicdanımız ‘sevgi’ ile yaşıyor.
Sevginin inançla yakından alâkası var. İnanç yoksa, gerçek sevgi de yoktur. Sevgi, her şeydeki anlamı okumaktır. İnanıyorum diyenin, ‘sevmiyorum’ cümlesi, ‘nefret ediyorum’ ifadesi, ‘tiksiniyorum’ demesi pek yakışık almıyor. Hamuru sevgi ile yoğrulanın, diline nefret yakışmıyor.
Allah’ı seviyorum diyenin, O’nun Resulünü sevmesi lâzımdır. O’nun Resulünü seviyorum diyenin de O’na ittiba etmesi lâzımdır. Nitekim, iman kardeşini sevmeyen insanın da hakikî iman etmiş olması güçleşiyor.
Olumsuzluklar, belâlar, musibetler, hastalıklar bile pek çok anlamlar içeriyorsa, bu yönleriyle sevgiyi hak ediyorlarsa; ‘sevgisizlik’, ‘nefret’ nerede kullanılacak çok iyi hesap edilmelidir.
07.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bir dakika! |
|
Davos Forumu toplantısında yaşanan tartışma, “One minute/Bir dakika!” cümlesini meşhur etti. Hatırlanacağı üzere İsviçre’nin Davos kasabasında düzenlenen ‘forum’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’le tartışmış ve oturumu yöneten ‘moderatör’ün müdahalelerine karşı “One minute!” demişti. Akabinde de “Benim için artık Davos bitmiştir. Daha Davos’a gelmem” diyerek mekânı terk etmişti.
Bu çıkış, toplantıyı yöneten ‘moderatör’e karşı yapılmış gibi olsa da aslında hedefte İsrail Cumhurbaşkanı Peres ve İsrail’in Filistin’deki uygulamaları olduğu aşikârdı. Ya da kamuoyu bu şekilde anladı ve yorumladı. Nitekim bu çıkıştan sonra bilhassa Ortadoğu’da düzenlenen Filistin konulu mitinglerde Başbakan Erdoğan’ın posterleri taşındı.
İslâm dünyasını memnun eden, bir siyasetçinin İsrail devlet başkanına ‘kafa tutması’ydı. Büyük çoğunluk bu çıkıştan sonra Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin sorgulanacağını düşündü. Çünkü İsrail ile Türkiye arasında ‘olmaması gereken kadar’ yakın bir siyasî ve askerî ilişki vardı ve var olmaya da devam ediyordu.
İlk günlerden itibaren İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkinin ‘normal olmadığı’ noktasına dikkat çekilmeye çalışanlar dinlenmedi. Tabiî ki bu ilişkisi sadece şu an işbaşında olan hükümet döneminde başlamadı. Geçmişe doğru gittikçe, İsrail’in adım adım ilişkileri ‘kendi lehine’ çevirmeye çalıştığı görülüyordu. Öyle ki, en olmaması gereken anlaşmalar, çeşitli tertipler neticesinde bilhassa Refahyol döneminde imzalandı, imzalanmak zorunda kalındı. Refahyol iktidarının son aylarında İstanbul Beyazıt meydanında toplanan kalabalık ‘cemaat,’ bu ilişkilerini tel’in etti ve kamuoyu buna şahit oldu. Dikkat çeken nokta, Refah Partisi ve dönemin başbakanı Necmeddin Erbakan’ı bu ilişkiler sebebiyle tenkid edenler, seçimlerde aynı partiye oy veren kişilerdi.
İşte, “One minute/Bir dakika!” çıkışından sonra da kamuoyunun beklentisi Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin ‘olması gereken seviye’ye inmesiydi. Bu umuldu ve beklendi, ama ‘yetkililer’ her fırsatta bu umudu ve beklentiyi boşa çıkardılar. İlk günden itibaren “Devlet idare etmek bakkal idare etmeye benzemez” denildi ve bir yandan ‘kavga görüntüsü' verilirken öte yandan İsrail’in taleplerine müsbet cevaplar verildi. Anlaşmalar tıkır tıkır işledi ve kazanan maalesef yine İsrail cenahı oldu.
O halde bu ‘kavga’ niçin yapıldı? Her hal ve şart altında İsrail’in dediği olacaksa sade vatandaşları neticesiz bir beklentinin içerisini sürüklemek neyin nesi?
Bu sebeple Türkiye’yi ‘idare edenler’e biz de “bir dakika!” deyip bu yanlış gidişe dikkat çekmek istiyoruz. Kamuoyunun bunca tepkisine rağmen, geçmiş yıllarda yapılan ve her defasında Türkiye’nin ‘zarar’ ettiği anlaşılan anlaşmalar hâlâ nasıl devam edebiliyor? Gerek silâh alımları ve gerekse ‘tamir ve bakım’ anlaşmalarıyla İsrail ekonomisini daha ne zamana kadar finanse edeceğiz?
Türkiye’de yaşayanlar bu tavırları belki anlar, ama İslâm dünyasının anlayabileceğini tahmin etmiyoruz. Yarın bir gün onlar da bu tavra karşı ‘Bir dakika!” demek durumunda kalmasın!
07.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Biz de ümitliyiz |
|
Uzun zamandır emekliliğin tadını çıkaran eski genelkurmay başkanı Yaşar Paşa da nihayet konuştu ve gündeme geldi. Ergenekon dâvâsı sürecinde ifadesi alınan, içeri tıkılan, serbest bırakılan kişilerin hikâyesi anlatılırken belgelendirme kapsamında sık sık karşılaştığımız telefonların dinlenmesi hususunda bir açıklama yaptı hemen sıcağı sıcağına. Yaşar Paşa “Kimse rahat konuşamıyor” dedi. Paşamızın Ergenekon dâvâsına muhatap olanlara zımnî bir desteği şeklinde algılanacak bu yorumları, mahkemelerin bağımsızlığına ne derece etki eder bilemiyoruz. Ama bağımsız yargı ilkesine olumlu katkısının olmayacağından eminiz. Ve bu yaklaşım biçimi sorunu halledecek bir biçim de değildir. Yani bir çözüm sunmuyor Büyükanıt Paşanın açıklamaları. Bu beyanatı ortaya karışık bir lâf olarak değerlendirilecektir.
Telefonların dinlenmesinin hukukî yönü ayrı bir mesele. Ama diyelim ki dinleniyoruz, hepimiz dinleniyoruz. İçimizdekiler tarafından değil de dışarıdaki merkezler tarafından dinlendiğimizi de hesaba katarak söyleyelim bunu. Ne olacak şimdi? Eğer telefon konuşmalarımızda gayrimeşru ve illegal sözler, hükümler, kanaatler geçmiyorsa neden rahatsız olacakmışız ki? Yani her şeyi meşru olan bir vatandaş dinlenmekten neden çekinsin ve gocunsun ki? Olaylara, kişilere, kurumlara karşı yasal olan fikrini, tepkisini telefondaki muhatabına aktaran kişi dinlenmekten niçin rahatsız olsun? Bir kişiye söylediğini bin kişinin önünde de söyleyecek kadar hukuka, ahlâka, insanlığa, demokrasiye uygun konuşan, katakullisi olmayan, kumpas ve entrika peşinde olmayan bir kişi bize göre hiç de rahatsız olmamalı..
Sayın Büyükanıt Paşanın bahsettiği mesele, aslında eski genelkurmay başkanı ve 28 Şubat sürecinin aktif paşalarından biri olan İsmail Hakkı Karadayı’nın son günlerde medyada yer alan telefon kayıtlarının yayınlanması meselesidir. Ancak bu tür konuşmaların ne derece meşru, ahlâkî, hukukî olduğu hesaba katılmadan rahatsızlık belirtisi göstermekten rahatsız olmak lâzımdır. Asıl o zaman rahatsız olunmalı. Zira Karadayı’nın konuşmalarında siyasîlerin, hem de kendilerine destek siyasîlerin bile ardından gıyabında söyledikleri sözler yenilir yutulur cinsten değildir. O kayıtlarda geçen “P...venk, kaypak, kaltak, iktidarı altın tepside sunduk, beni sırıtarak dinledi” gibi ifadelerin hangi ağızdan çıktığı hususu, inanın milleti daha çok rahatsız etmiştir.
Milletin kendisini ve iradesini koruması için eline silâh verdiği silâhlı kuvvetler mensubu hem de en tepe noktalara çıkarılmış bir mensubu, millî iradeye müdahale edildiği bir süreçte, milletin oylarıyla meclise gönderilmiş ve başbakanlık yapmış kişiler hakkında bu şekilde hakaretamiz konuşmuşsa bundan herkesten önce Yaşar Paşamızın rahatsız olması lâzım. Çünkü bu tür olaylar öncelikle milletin gözbebeği mesabesinde olan orduyu ve ordunun itibarını sarsar. Buna kimsenin hakkı yoktur. ”Ordunun itibarını zedelemesinler” şeklindeki uyarıları en başta ordu mensuplarının dikkate alması gerekmez mi?
Yaşar Paşa siyasete dair görüşlerini de belirtmiş. Ülkenin durumunu vahim gördüğünü, ama ümitvar olduğunu söylemiş. İnanın biz de ümitliyiz. Artık sahte şeyhler, irtica, mürteci, anarşi, kargaşa gibi kurmaca senaryolarla bir takım cuntacıların millî iradeye müdahale etme modası geçiyor. Millet daha doğrusu dünya kamuoyu, bu tarz bahanelere inanmıyor ve ciddîye almıyor. Geçmişteki örneklerin aksine siyasetçilerin arkasından kayıtsız şartsız, muhakemesiz gitmiyor. Eski tarz siyasî söylemlere de kanmıyor. "Şu beleş, bu beleş, şu bedava, bu bedava” gibi uçuk ve ayağı yere basmayan vaadlere de itibar etmiyor. Hülâsa millet siyasetçilerin önünde yürüyor. Memleket meselelerine askerlerden daha dikkatli ve daha analizci yaklaşım içerisinde. Bundan böyle eski söylemlere kimsenin kulak verdiği yok. Biz de bundan dolayı ümitvarız.
07.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Davos sonrası derin kırılma… (1) |
|
Siyasetin hayhuyu ve karşılıklı suçlamalarla, birbirinin değirmenine su taşıyan atışmalar ve çatışmalar ortasında, Türkiye’nin birçok iç ve dış meselesi “teğet geçiliyor.”
Seçime 22 gün kaldı; meydanlarda hâlâ bir işe yaramayan hararetli ve hakaretli lâkin polemiklerin dışında birşey yok...
Ne dünyada birçok ülkenin âcil ciddî tedbirler aldığı ancak hükûmetin hâlâ hazırlayamadığı “ekonomik krize karşı tedbirler paketi,” ne Türkiye’nin AB müzakere sürecindeki tıkanma…
Keza ne demokratikleşme, ne defalarca değiştirilmesine rağmen hâlâ yürürlükte olan 12 Eylül darbesi anayasasına karşı “yeni demokratik anayasa,” ne darbe rejiminin ürünü YÖK yasası, ne siyasî partiler ve seçim kanunun düzeltilmesi, ne demokratik eğitim…
Ne 28 Şubat’tan “postmodern darbe”den kalma dayatmalar, ne hâlâ devam eden temel haklara, inanç ve ifade hürriyetine, dinî özgürlüklere getirilen yasaklamalar ve kısıtlamalar…
Hiçbiri tartışılmıyor. Başbakan’ın “Davos çıkışı”ndan sonra Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri ilerletiliyor; fakat “Gazze’ye yardım” ve “kalıcı ateşkes” de gündem dışı.
Davos’taki “çıkış”ın ardından Başbakan hâlâ seçim meydanlarında “Davos Fatihi”, “İslâm Âleminin Şeyhülislâmı”, “Son Osmanlı Padişahı 1. Recep Tayyip Erdoğan” olarak karşılanıyor; lâkin Davos da, hâlâ ambargo altındaki Gazze de başta iktidar ve anamuhalefet olmak üzere siyasetin gündeminde bulunmuyor…
“GAZZE YARDIMLARI”
GAZZE’YE VERİLMİYOR!
Şu çarpıklığa bakın; Mısır’ın Şarm El Şeyh şehrinde 87 ülkeden yetkililerin katıldığı “Gazze’ye Yardım Konferası”nda, Filistin halkının büyük bir çoğunlukla seçtiği ve hâlen Gazze Şeridi’nde iktidarda olan Hamas yok; çünkü dâvet edilmemiş.
Refah kapısını kapatıp dört bir yandan kuşatılan birbuçuk milyonu aşkın Gazze halkını, İsrail’in gıdadan, sudan, ilâca varan amansız ambargosuna mâruz bıraktıran Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübârek toplantının “ev sahibi” sıfatıyla açış konuşmasını yapıyor. Aralarında Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Rodham Clinton’dan Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev’e, İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband’dan Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy’e, İtalya Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano’dan BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun’a kadar birçok ülkenin devlet ve hükûmet başkanının katıldığı konferansa Türkiye’den ne Cumhurbaşkanı ne de Başbakan katılıyor.
Başbakan Erdoğan’ın seçim gezileri “gerekçe” gösteriliyor. Türkiye, sıradan bir Latin Amerika ülkesi gibi böylesine önemli bir konferansta bir tek Dışişleri Bakanıyla temsil ediliyor. Oysa bir günlüğüne de olsa iç siyasî polemiklere ara verip dünya ve bölge barışı için bu denli önemli bir toplantıya gidip Türkiye’nin temel tezi olan Filistin’de bütün tarafların muhatap alınması ve Filistin halkının seçtiği Hamas’ın dışlanmaması görüşünü açıklayabilirdi. Öncelikle Gazze’ye geçiş noktalarının açılması ve açık hava hapishanesi durumundan kurtulmasının gerektiğini ifâde edebilirdi.
Ya da daha önce Mısır’daki “ateşkes görüşmeleri”ne iştirak eden Gül, “Davos çıkışı”nın sahibi bölgesel aktör ülkenin Cumhurbaşkanı olarak devreye girip, en azından sözkonusu yardımların yerine ulaşması için İsrail’in ablukayı kaldırmasını şart koşabilirdi. Mısır’ın sınır kapılarını açmasını ve başta Türkiye olmak üzere dünyadan gelen yardımların ve toplanan paranın Gazze halkına ve İsrail’in savaş uçaklarında atılan bombalarla, füzelerle, tanklarla, 15 bin ev ve binayı yakıp yıktığı Gazze’nin alt yapısına harcanmasını isteyebilirdi…
ANKARA, NEDEN GASBA SESSİZ?
Zira Suudî Arabistan’ın bir milyar dolarla başını çektiği ve İsrail’e her yıl 50 milyar dolar yardımda bulunan ABD’nin 900 milyon dolar verdiği ve iki yılda toplanacağı vaadedilen 4.5 milyar dolarlık bağışın Gazze halkına verilmeyeceğinin sinyalleri, daha şimdiden veriliyor.
Anlaşılan o ki Gazze için toplanan bu para da Gazze’ye verilmeyecek; dahası İsrail’in dayatmalarında istimal edilecek. Hamas sözcülerinin, “Filistin halkının kanı, hiçbir şart altında politize edilmiş yeniden imar yardımları karşılığında satılık değildir” tesbitleri bunun ifâdesi.
Halen devam eden İsrail ablukası yüzünden yardımların Gazze’ye ulaşmasının çok zor olduğuna dikkat çeken Filistinli yetkililerin, “Filistin’in İsrail ve ABD’nin yönlendirdiği uluslar arası baskı ve şantajlara boyun eğmeyeceğini, siyasî amaçlı yardımları da kesinlikle kabul etmeyeceği" beyanları, bunu bâriz bir biçimde ortaya koyuyor.
İsrail’in ve bazı mahfillerin daha toplanmadan bu paranın fiilen Gazze’nin yegâne yönetimi olan Hamas’a teslim edilmeyeceğini açıklaması, bu yardımın da Gazze halkına ve altyapısına harcanmayacağının peşin ikrarı.
Ve ne yazık ki Ankara, bütün bu oldu-bittilere karşı sessiz kalıyor. Ateşkesin şartı ve kalıcı barışın ilk adımı olan sınırların açılmasını, ambargonun kaldırılmasını uluslar arası zeminlerde dile getirmiyor. Başbakan “Davos çıkışı”nın siyasî rantını toplamakla meşgul; seçmen nezdinde Davos’un politik gelirini devşiriyor. Lâkin “Davos çıkışı”nın altı bir türlü doldurulamıyor.
Peki, Gazze’ye yapılan yardımın Gazze’ye verilmemesi çarpıklığına Türkiye neden itiraz etmiyor? Niçin işgalcileri ödüllendiren bu emr-i vakiye karşı suskun kalıyor? Başta Türkiye olmak üzere, İslâm âleminden ve dünyadan Gazze için toplanan yardımlar ve verilen paralar Gazze halkına ve meşru yönetimine verilmeyecek de kime verilecek?
Türk halkı ve diğer Müslüman ülkeler bu yardımları, üç hafta boyunca gece gündüz evleri, okulları, hastaneleri, camileri bombalayan, yüzlerce çocuğu katleden, Gazze’yi yerle bir eden İsrail’in kontrolüne geçmesi için mi yaptılar? Davos’ta Peres’e itiraz eden Erdoğan, neden bu gasba ve haksızlığa bir şey demez?
Görünen o ki AKP iktidarı, İsrail’le ekonomik anlaşmaları askıya almak, askerî ve savunma işbirliğini rafa kaldırmak ve silâh alımı ihâlelerini iptal etmek bir yana; Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini daha da derinleştirmek peşinde. Bunun için çabalıyor…
Gerçekten bu derin kırılma neden?
07.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
‘Nereden girdiyseniz oradan gidin’ mi denilecek, yoksa… |
|
ABD ve müttefikleri Irak’ı “demokrasi ve özgürlük getireceğiz” diyerek 20 Mart 2003 tarihinde işgal etmişlerdi.
Altı yıla yaklaşan bu sürede ne demokrasi, ne özgürlük getirdiler, ne de kimyasal silâh iddialarını ispatlayabildiler. Irak’ı karıştırıp, otorite boşluğu oluşturdular.
Bu altı yılda tesbit edilebilen bilânçoya göre iki milyondan fazla insan öldürüldü. Beş milyon çocuk yetim, bir milyon kadın dul kaldı. Irak halkının yüzde 75’i fakirlik sınırında yaşıyor. 6 milyondan fazla insan açlık sorunu çekiyor. Irak, altı milyonu aşkın göçmenle, dünyada en çok mültecisi olan ikinci ülke. İşgalde Amerikan güçlerince esir alınan 25 bini aşkın kişi halen yargılanmayı bekliyor. İşgalin başladığı 2003’ten bu yana 4 binden fazla Amerikan askeri de öldü.
Geçtiğimiz yılın sonunda Amerika ile Irak hükümetinin “ABD ordusunun 31 Aralık 2009’dan sonra 3 yıl daha Irak’ta kalması”nı öngören anlaşma imzalanmıştı. Bu anlaşmaya göre, ABD askerleri Irak’tan 2011 yılının sonuna kadar çekilecek. Yani, yaklaşık 6 senedir işgalci olan ABD, bu sürenin yarısı kadar daha Irak’ta işgalci olarak kalmayı sürdürecek. 30 Haziran 2009’a kadar şehir ve kasabalardan çekilecek olan ABD askerlerinin iki aşamada Irak’tan tamamen çıkacağı söyleniyor. Önce muharip askerler 31 Ağustos 2010’a kadar çekilecek, kalan 50 bin civarında olan asker ise bir süre daha Irak’ta kalacak (!)
Barack Obama yönetimi, şimdi askerlerini hangi topraklardan geçirerek ülkesine götüreceğinin planlamasını yapmaya başladı. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bu amaçla bugün Türkiye’ye geliyor. Clinton’un çantasında olan en önemli konulardan birisi “ABD askerlerinin Irak’tan ABD’ye dönüşlerini Türkiye’den yapma konusu. Eğer Türkiye bunu kabul ederse, kara, deniz ve hava yoluyla tahliye gerçekleşecek. Ortadoğu turu kapsamında Türkiye’ye de uğrayacak Clinton, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan ve Ali Babacan’la yapacağı görüşmelerde Türkiye’nin bu konudaki tutumunu öğrenmeye çalışacak.
Clinton’un çantasında yer alan bir başka konu da ABD’de Nisan ayında gündeme gelecek Ermenilerle ilgili “sözde soykırım tasarı”sı… Yeni Başkan Obama’nın “soykırım” kelimesini kullanıp kullanmayacağı konusunun da bu ziyarette gündeme geleceği söyleniyor. Bir bakıma bu iki konu birbirine bağlı. Türkiye, ABD askerlerinin topraklarından tahliyesine izin vermezse Türkiye’nin bu konudaki hassasiyetini iyi bilen ABD soykırım tasarısı kartını ortaya koyabilir. Ali Babacan da bunu saklamıyor. “Nisan’da risk var. İlişkiler yara alır” diyor. Geri çekilme sırasında Türkiye topraklarının kullandırılması ile bu konu pazarlık konusu yapılabilir.
Şimdi asıl soru şu? Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ve hükümetin kabul edilmesi için yoğun çaba sarfettiği, ancak Meclis’ten geçmeyen 1 Mart tezkeresi ile ABD askerlerine Irak’ı işgal için Türkiye toprakları kullandırılmamıştı. Şimdi işgalcilerin ülkelerine dönerken, Türkiye topraklarını kullanmalarına izin verilecek mi, verilmeyecek mi?
İşgalcilerin Irak’tan çıkmaları memnuniyet verici olmasına rağmen, çıktıktan sonra yaşanacak otorite boşluğu Ankara’yı düşündürüyor. Dışişleri Bakanı Ali Babacan, bir taraftan “Amerika çekilirken, Irak’ın kapasitesini geliştirmesi gerekiyor. Güç boşluğu bırakmamak lâzım. Bırakılırsa başkaları tarafından doldurulur. Irak’ın, Irak güçlerinin kapasitesinin de eşzamanlı olarak geliştirilmesi gerek. Orada çok dikkat edilmeli. Irak kendi dinamiklerine teslim edilemez. Şu anda o kadar güçlü konumda değiller” diyor diğer yandan da “ABD’nin Irak’tan çekilmesi yavaş yavaş Türkiye üzerinden de başlayacaktır, olabilir” diyor. (Akşam-İsmail Küçükkaya, 4.3.2009)
Ayrıca kafaları karıştıran bir başka konu da, ABD’de kalacak 50 bin askerin gerçekten 2011 sonuna kadar çekilip çekilmeyeceği. Çünkü, ABD ile Irak merkezî hükümeti arasında yapılan anlaşma da “Irak’ta güvenlik tam sağlandığına kanaat getirilirse anlaşmanın tarihi dolmamış olsa bile karşılıklı uzlaşmaları sonucunda güvenlik anlaşması önceden bitirilebilecek” gibi ucu açık bir ifade daha var.
ABD askerlerinin Türkiye üzerinden çekilmesi için ya Meclis’ten tezkere çıkarılması gerekiyor ya da Bakanlar Kurulu’nun kanun hükmünde kararname hazırlaması gerekecek. (1 Mart tezkeresinin iptal edilmesinin ardından hükümet, ABD güçlerinin İncirlik Hava Üssü’nü kullanabilmeleri için Bakanlar Kurulu’ndan kanun hükmünde kararname çıkartmıştı.)
Şimdilik Türkiye’nin hangi yola başvuracağı belli değil.
Türkiye’nin önünde iki yol gözüküyor. Birinci ABD askerlerinin Türkiye üzerinden çekilmesi, ikincisi de “İşgal için hangi toprakları kullandıysanız, oradan çıkın” denmesi. Bakalım bugünkü görüşmeler sonrasında hangi seçenek ağırlık kazanacak?
ABD’nin altı yıldır işgal ettiği topraklardan böyle elini kolunu sallayarak çıkmayacağı da kesin. ABD’nin Irak’tan çıkması için verilen teminatlar konusunda da netlik yok.
Bir başka konu da, ABD ve müttefiklerinin Irak’ta altı yılda yaptığı büyük zayiatların hesabını kimin vereceği… Yapılan insanlık dışı muameleler göstermelik birkaç askerin üzerine mi yıkılacak, yoksa işgalden sorumlu olan kişiler “savaş suçlusu” olarak ilân edilip yargılanabilecek mi? Bu da dünyanın yeni dönemdeki imtihanı olacak. Çünkü ölen, yaralanan, mülteci durumuna düşen insanların hesabını birileri vermek zorunda. Böyle çekip gitmekle iş bitmez…
07.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AKP kalıcı mı? |
|
Prof. Dr. Fuat Keyman hem AKP’nin kalıcı olduğunu savunuyor, hem de “gitmesi” ihtimalinden bahsediyor. Ve böyle bir durumda, yerine gelecek partinin “ANAP ya da DP türü bir parti olmayacağı”nı söylüyor.
AKP’nin kalıcılığından bahsedebilmek için henüz çok erken olduğunu yazmıştık. Seçim arefelerinde Erdoğan’ın tıpkı Özal gibi, “Tek başımıza iktidar olamazsak siyaseti bırakırım” çıkışları yapması, kendisini tamamen iktidar odaklı bir siyasete endekslediğini, dolayısıyla muhalefet olmayı hazmedemediğini göstermesi cihetiyle, bu değerlendirmemizi teyid ediyor.
Oysa demokratlığın en önemli kriterlerinden biri, yine Erdoğan’ın yeri geldikçe her fırsatta tekrarladığı “Millet ne derse o olur” prensibi.
Halk iktidar yaptığı zaman iyi, ama muhalefet görevi verdiğinde “Ben yokum!” Böyle demokratlık olur mu? Millet iradesine saygı bu mu?
İktidardayken güçlü olmak kolay. Devlet imkânları, derin mekanizmaların izin verdiği ölçüde elinin altında. Ama muhalefette o imkân yok.
Muhalefetteyken ayakta kalabilmek ve parti örgütünü diri tutabilmek için, ya CHP ve MHP gibi tamamen ve kısmen bürokrasi destekli olmak ya da idealizmini koruyabilmek gerekiyor.
Ama özellikle iddia sahibi partiler için sadece idealizm de yetmiyor. Masraflı bir iş olan faaliyetlerini finanse edebilmek için sağlam kaynaklara ihtiyaç var. Hazine yardımı da alınamıyorsa işin bu ciheti başlı başına bir sorun oluşturuyor.
Bu, daha ziyade “lider” eksenli, kendilerine göre gelir kaynakları bulunan ve yüzde 1-2’lik ya da bindelik oy oranlarıyla varlıklarını devam ettiren partiler için belki taşınabilir bir durum.
Ancak Türkiye’yi çok partili demokrasiyle tanıştıran, ilk icraat olarak ezanı özgürlüğüne kavuşturmak suretiyle milleti rahatlatan, yirmi yedi senelik tek parti diktasının ezdiği hak ve özgürlüklerin önünü açmaya büyük önem veren DP misyonunu 21. yüzyılda da devam ettirme iddiasının sahibi konumundaki günümüz DP’si için son derece hassas ve kritik bir nokta bu.
50’lerin başında DP ile başlayıp 27 Mayıs’la önü kesildikten sonra AP olarak devam eden bu çizgi, Türkiye’nin her tarafında teşkilâtı olan ve milyonlarca seçmeni bulunan bir siyasî hareket olarak demokrasi tarihimize damgasını vurdu.
12 Eylül’de bir kez daha çelmelendikten sonra DYP adı altında yürüyüşünü sürdürdü; darbecilerin ve sivil 12 Eylülcü ANAP iktidarının çıkardığı zorlu engelleri aşarak, koalisyonla da olsa tekrar iktidar olmayı başardı; ama sütten defalarca ağzı yananın yoğurdu da üfleyerek yemesi meselini hatırlatırcasına, yeni bir darbeye daha maruz kalmama mülâhazasıyla mı bilmiyoruz, merkeze yanaştığı izlenimi uyandıran bir tavra yöneldi. Bunun yanında, iç bünyesinde yaşadığı yönetim ve kadro değişikliklerine bağlı olarak yapılan kimi hatalar da halk desteğini zayıflattı.
Şimdiki DP, bu süreçte rol oynayan ve partiyi bu duruma getiren dış ve iç sebepleri sıkı bir sorgulamadan geçirip, samimî bir özeleştiri yapıp, yorgun, bezgin, ama herşeye rağmen misyonu terk etmeyen fedakâr teşkilât kadrolarını toparlayarak yeniden ayağa kalkma çabasında.
Dolayısıyla DP, çok zorlu kışları geride bırakıp bugünlere ulaşan bir hareketi temsil ediyor.
29 Mart, özellikle bu parti için hayat-memat meselesi ve “Tamam mı, devam mı?” sınavı. 22 Temmuz’daki 5.6’lık oy oranının üzerine çıkmak için çok çalışıyor. Bunu başarırsa, tekrar yükselişe geçip iddiasını sürdüreceğinin sinyalini vermiş olur. Ve bu Türkiye’yi de rahatlatır.
Çünkü 2002’den itibaren AKP-CHP ikilemine sıkışıp kalmanın yol açtığı tıkanmayı 2007’de bu denkleme MHP, DTP ve DSP’nin girmesiyle daha da derinleşmiş olarak yaşamaya devam eden siyasetin DP gibi bir alternatife ihtiyacı var.
AKP giderse yerine, farklı bir versiyonu olduğu ve son kullanma tarihi geçmiş olan ANAP gelemez, ama köküne bağlı bir DP niye gelemesin?
07.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|