|
|
Emekli General Çevik Bir yargılansın mı?
Yargı bağımsız olmalı ... Bu klişe sözü en çok kim kullanır? Cevap: Devletçi zihniyete sahip olanlar. Peki, ne zaman kullanırlar? Hükümette hoşlanmadıkları bir parti olduğunda...
Bu laf 1950’den beri gündemdedir. Çünkü yargıya hakim olan devletçi zihniyet, o tarihten sonra tek başına hükümet olamamıştır.
Yargının tarafsızlığı kavramını kolay kolay ağzına almayan bu zihniyet, yargıya doğrudan müdahale yapıldığı dönemlerde de susmayı tercih etmiştir.
Müdahale örneği mi istiyorsunuz?
İşte 28 Şubat (1997) darbe döneminin Genelkurmay İkinci Başkanı Org. Çevik Bir’in gizli ibareli yazısı. 12 yıl sonra ortaya çıkan belgede, Çevik Bir, Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı adına, Zeytinburnu Savcılığı’na bir davayla ilgili emir veriyor.
Biz biliyorduk. Kulağımıza geliyordu:
Çevik Bir savcılara ve yargıçlara telefonlar ederek, kararların kendi istediği şekilde alınması için uğraşıyordu. Maalesef çoğu kez başarılı da oluyordu. Ancak bu durumun kapı gibi belgesiyle ilk kez karşılaşıyoruz.
Eğer yargıyı etkilemeye çalışmak diye bir suç varsa, işte böyle olsa gerek!
Çok merak ediyorum:
Kendi siyasi görüşünden olmayanlar hakkında şahin kesilen Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok ile Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu acaba bu belge karşısında ne diyecek?
Mesela ‘Çevik Bir hemen yargılanmalıdır’ deme cesaretini gösterebilecekler mi?
Yoksa “Ee, tabii, hukukun üstünlüğü gereği, ehe, öhö, şayet” gibi veciz laflar mı edecekler?
Ben Karadayı’nın da ne diyeceğini merak ediyorum doğrusu. Malum, Çevik Bir’in amiri Karadayı idi ve söz konusu yazı onun adına savcılığa gönderilmişti.
Sabah, 6 Mart 2009
|
Emre Aköz
07.03.2009
|
|
Var mısınız sokağınızı darbecilerden temizlemeye?
29 Mart’ta halk yerel yöneticilerini seçiyor. Demokrasiyi yerelden başlayarak işletmek için önemli bir fırsat. Darbeler ve darbecilerle hesaplaşmaya da yerelden başlayabiliriz. İzmir İl Genel Meclisi bu yolda çok önemli bir adım attı; 12 Eylül ve Kenan Evren isimlerinin okullardan silinmesini karara bağladı. Şehrin demokratik temsilcilerinin aldığı bu kararı İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün yerine getirmekten başka seçeneği olamaz. Aksi, Milli Eğitim camiasını darbecilerin seviyesine düşürür.
İzmirlilerin girişimi övgüye değer, hatta tarihî değerde. Belki de bir milad olacak. Bir ülkenin toplumsal hafızasına zerkedilen ‘militarizm’ işte böyle girişimlerle temizlenir. Umarız ki yerel seçimler arefesinde bu irade dalga dalga tüm Türkiye’ye yayılır, her şehir ‘darbe’ ve ‘darbeciler’in izlerini en azından eğitim yuvalarından temizler.
Aslında bırakın okulları, tüm şehirlerimizi ‘darbe artıkları’ndan temizleyebiliriz. Bu türden inisiyatiflerin konularının ve kapsamlarının genişletilmesi ve yaygınlaştırılması mümkün. Yerel demokrasi yoluyla böyle bir süreç başlatılabilir. Böylece demokrasi iradesinin ve talebinin tabandaki varlığı gösterilmekle kalmaz, alttan yukarıya ‘militarizm’le mücadele yönünde bir tazyik de yaratılır.
Darbecilere karşı savcıları harekete geçemeyen, mahkemeleri işlemeyen, yani darbecilerle hukuk yoluyla hesaplaşamayan bir toplum en azından ‘toplumsal alanda’ darbelerin ve darbecilerin izlerini silmelidir. Okullarda başlayan bu temizlik hareketi mahalle ve sokak isimlerini de kapsayabilir; herkes mahallesini, sokağını, okulunu darbe ve darbecilerin isimlerinden kurtarabilir. Toplumsal hafızaya ve fiziksel mekâna işlenen sinsi ‘meşrulaştırma’ girişimlerine de böylece bir son verilir. Bu mümkün; içimize sindirilmiş militarizmle yüzleşmek ve hesaplaşmak için demokrasi bir imkân çünkü.
Bunun için, yerel düzeyde hangi siyasi görüşten olursa olsun darbe ve darbelere karşı demokratik tepki gösteren insanlar, ‘toplumsal alan’da militarizmin temizlenmesi için etkin bir işbirliği yapabilir. Bunun için yerel seçimlerden daha iyi bir zaman olabilir mi? Belediye başkan adaylarımız, il ve ilçe meclisi üyesi adaylarımız, şehirlerinde militarizmi, darbeyi ve darbecileri yücelten, onları şehrin hafızasına, mimarisine ve haritasına adeta kazıyan isimleri değiştirme sözü verecekler mi? Bu sözü vermezlerse biz demokratlar onlara oylarımızı verecek miyiz?
Belediye başkanları ve yerel meclisler seçilirken hem adayların hem de seçmenin bu konudaki duyarlılığı görmek lazım. Herkes neden kendi şehrini, mahallesini, sokağını 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat kalıntılarından temizlemesin? İnternetten küçük bir tarama yapınca memleketin neredeyse her köşesinde 27 Mayıs Caddesi, Cemal Gürsel Meydanı, 12 Eylül Mahallesi, Kenan Evren Bulvarı olduğunu göreceksiniz.
Kayseri’de 27 Mayıs Caddesi neden olsun? Demokrasiyi bir daha iflah olmaz biçimde rayından çıkaran, milletin sevgilisi bir başbakanı ve iki arkadaşını darağacına gönderen bir cinnet anı neden hayatımızın orta yerine kurulsun? Malatya’da, Hatay’da Cemal Gürsel mahallelerinin ne işi var? Adana’da neden Kenan Evren Bulvarı bulunsun? 12 Eylül Mahallesi’ne oturmaya neden razı olalım? Cemal Gürsel sokağında neden yaşayalım?
Mesele mahalle, cadde, bulvar, okul isimleri değil; mesele darbeleri ve darbecileri toplumsal ve kişisel hayatımızdan, şehrimizin fiziksel ve zihinsel haritasından silmek, onlarla birlikte yaşamayacağımızı, onları hayatımıza almadığımızı ifade etmek.
Darbenin ve darbecinin izini mahallesinden, sokağından, meydanından, okulundan silemeyenler, silmek için girişimde bulunmayanlar darbecilerin yargılanmasını veya en azından itibarsızlaştırılmasını talep edemezler. Madem yargılayamıyoruz onları, sokağımızdan kovalım bari.
Zaman, 6 Mart 2009
|
İhsan Dağı
07.03.2009
|
|
Soylu’nun bir tesbiti ve Said Nursî!
Her toplumun büyük öncüleri, büyük pişdarları vardır. Türk toplumunun büyük kılavuzlarından biri de Said Nursi hazretleridir. Hayatı, eserleri, talebeleri ile ardından zengin bir miras bırakmıştır.
Bugün Anadolu’yu aydınlatan yıldızların birçoğu onun şavkından ışığını alan şakirtlerinden oluşuyor. Demek ki insanlar eserleri ile hizmetleri ile ölümsüzleşebiliyorlar. Bazı nadanlar onu gözden düşürmek için Kürdi sıfatını ısrarla kullansalar da, onun Kürtlüğü de, kişiliği de bu milletin başında parlayan en parlak taçlardan biridir.
Ne Türklük, ne Kürtlük bir üstünlük aracı değildir. İçinde Allah’a kurbiyetin, takvanın, ahlakın kısacası İslam’ın olmadığı bir Türklük veya Kürtlük neye yarar. İlla olmak gerekiyorsa, Selahaddin-i Eyyubi, İdris-i Bitlisi, Said Nursi gibi Kürtün Kürtçüsü, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Yunus Emre gibi Türkün Türkçüsü olmak gerek... Esas olan, bir kavramın içinde ne olduğudur, adının ne olduğu değil. O zaman Türklükle-Kürtlük bir olur, aynı dava, aynı gaye etrafında bir millet halini alır. İsimlerin, sıfatların önemi kalmaz. İnsanları birbirinden ayıran renkler, ırklar, diller değil, inançlardır.
Said Nursi’nin, hayatı işkenceler, sürgünler, hapislerle geçti. Denizli’de, Eskişehir hapishanesinde yaşadıkları, Barla’da, Emirdağ’da muhatap oldukları kitaplara sığmaz. Horlandı, ezildi, iftiraya uğradı ama hiçbir zaman bu milletten, Türk milletinden vazgeçmedi. Yere düşen bayrağın burada Anadolu’da kaldırılacağına olan inancını kaybetmedi. Onun için isyan çıkaranlara, Kürt’le Türk’ün arasına fitne sokanlara hiçbir zaman rağbet etmedi. Yaşadığı dönemde Anadolu’nun vicdanı oldu. Kürt’ün de Türk’ün de başöğretmeni gibi davrandı. Elindeki nurlarla karanlıkta kalan nesillerin yol göstericisi oldu. Kürtlerin emperyalizmin oyununa gelmemesi için cehaletten kurtulmalarının şart olduğunu, bunun için Doğu’ya Üniversiteler açılması gerektiğini, bugünleri gören eşsiz ferasetiyle 80-90 yıl önce söyledi.
İşte o Said Nursi ile ilgili Geçen gün DP genel başkanı Süleyman Soylu önemli bir tespit yaptı. Soylu, DP’nin iktidarda olduğu 1950-60 döneminde Said Nursi’nin üstün kişiliği ve kılavuzluğu sayesinde tek bir Kürt isyanı olmadığını söylüyor. Gerçekten de yaşadığı dönemde Said Nursi, içinde binler evliyalar değerinde Şehit çıkacağını söylediği Türk Ordusuna silah çekmeyi hiçbir zaman doğru bulmamış, sağda solda ayaklanmak isteyenleri lisan-ı münasiple ikaz etmiştir. Bu maksatla, hayatını iman ve Kuran davasına adamış, her çirkinliğin ahlak zaafından kaynaklandığını görerek hizmetini bu amaca teksif etmiştir. Nitekim, bazı İslami akımlardan bile—Kavmiyetçilik—hastalığına duçar olanlar çıkmış, ama Nurların kılavuzluğunda yürüyen, Said Nursi’yi doğru anlayanlar asla böyle bir yanlışlığa düşmemişlerdir. O Kürt’le Türk’ü birleştiren, aynı değerler etrafında kucaklaştırıp, tek millet haline getiren bir mihver olmuştur.
Soylu’nun anladığı bu hakikati Türkiye’yi yönetenler zamanında anlayabilselerdi, bugün bu çapta bir terör belasıyla boğuşmak zorunda kalmazdık. Yazık ki bugün bile, ömrünü bu milletin değerleri ile mücadeleye adamış, kimi sanatçı artıklarına gösterilen anlayışın milyonda biri Said Nursi’ye gösterilmiyor. Bu ülkede itibarı iade edilecek biri varsa Nazım Hikmet veya Ahmet Kaya değil, hepsinden önce Said Nursi’dir.
İrfan Sönmez,
5 Mart 2009
|
[email protected]
07.03.2009
|
|
Özgürlük olmadan ekmek olmaz
Her hafta pazartesi geceleri 21’de Mehtap televizyonunda Mehmet Altan, Şahin Alpay ve bendeniz ‘Akıl Defteri’ isimli bir program yapıyoruz.
Programa da çok sayıda izleyici yorumlarıyla, eleştirileriyle katılıyorlar.
Bu haftaki (2 Mart) programın başında Mehmet Altan izleyicilere bir referandum önerisi yaptı ve izleyicilerden bugün için Türkiye’nin en öncelikli konusunu yazmalarını istedi. Malum alternatifler ise işsizlik, fakirlik, kriz, Ergenekon ve yerel seçimler idi.
Hepimiz bizlere ulaştırılan mesajlarda hangi konunun öncelik taşıyacağını merak ediyorduk. Şahin pek renk vermezken, Mehmet işsizlik sorununun, bendeniz ise Ergenekon konusunun öne çıkacağını düşünüyorduk.
Meseleyi biraz daha genel koyarsak, işsizlik, fakirlik meselesi ekonomi, Ergenekon meselesi ise hukuk şapkası altında formüle ediliyordu.
Bir buçuk saat süren programımız süresince gerçekten çok sayıda mesaj aldık.
Programın sonuna doğru gelen mesajlardan ortaya çıkan sonuç gerçekten çok ilginç oldu. Bu sonuçları her vesileyle yurttaş tercihlerinin cahilce, bilinçsizce oluştuğunu tekrarlayan sözde merkez medya yazar ve yorumcularının görmesini gerçekten isterdim. Sözde merkez medya yorumcularının asla yanına dahi yaklaşamayacakları bir yorum düzeyi gelen mesajların büyük bölümüne egemen olmuştu.
‘Göbeğini kaşıyan adam’ın yorum düzeyinin sözde merkez medya yorumcularının çok ötesine geçtiği bir ülkede ve basın ortamında yaşadığımız bir kez daha ortaya çıktı o gece.
Bizim işsizlik mi, Ergenekon mu (ekonomi mi, hukuk mu) sorumuza izleyicilerin çok büyük bölümü, çok da kibar bir üslupla, bu sorunun özünde yanlış bir soru olduğu, Ergenekon meselesi (hukuk) çözülmeden kalıcı büyümenin (işsizliğe çözüm) sağlanmasının olanaksız olduğu, bunun tersinin de geçerli olduğu, yani büyüme olmadan çağdaş hukukun kalıcı olarak oturmayacağı yönünde yorumlar yaptılar.
Evet, ‘göbeğini kaşıyan adamın’ ‘işsizlik mi, Ergenekon mu?’ sorumuza verdiği cevapların ortalaması bu çok ilginç eksende oluştu.
Elinizi vicdanınıza koyun ve düşünün; ‘göbeğini kaşıyan adam’ edebiyatı parçalayan sözde merkez medya profesyonel yazarlarının bu çapta bir yorum yapabilmeleri mümkün müdür?
Mehmet Altan’ın aklına gelen bu basit referandum sorusuna izleyicinin ürettiği cevap düzeyi doğrusu benim, ülkeme olan inancımı büyük ölçüde tazelemiş bulunuyor.
Bir tarafta bir ‘derin devlet’ varsa, öbür tarafta da galiba bir ‘derin Türkiye’ var ve derin Türkiye hem düzey, hem üretkenlik, hem dünyayı ve Türkiye’yi algılama konularında derin devlete büyük fark atmış durumda. Ancak, henüz derin devlet içine düştüğü analiz ve beşeri sermaye aczinin tam farkında değil.
Öte yandan, derin Türkiye de kendi gücünün henüz çok farkında değil gibi duruyor.
Acz içine düşen, bu durumu bilincine getiremese, itiraf edemese bile en azından sezgileriyle farkeden derin devlet çareyi Ergenekon kepazeliklerinde arıyor.
Kendi gücünün tam farkında olmasa da bir şeylerin değiştiğini gören ve çok çeşitli unsurlardan oluşan derin Türkiye ise çözümü daha ileri bir demokraside, hukuk devletinde, hatta AB’de görüyor.
Derin devlet derin Türkiye karşısında büyük ve kalıcı bir mağlubiyetin arifesinde.
Star, 6 Mart 2009
|
Eser Karakaş
07.03.2009
|
|
|
|