Ankara bürokratlarının, Türkiye’de geniş kitleleri etkileyen en derin ekonomik krizleri dahi hiçbir zaman hissetmedikleri, çünkü maaşlarının tıkır tıkır ödendiği ve her türlü masraflarının da hiçbir aksamaya meydan verilmeden karşılandığı hep söylenir.
Yakınlarda Hasan Hüseyin Kemal’in, kendisiyle yaptığı yeni bir röportajını yayınladığımız savunma uzmanı Lale Sarıibrahimoğlu, son yazılarından birinde bu durumun askerî cenahtaki görünümüne dikkat çekmiş (Taraf, 25.2.09):
“Kriz, askerî harcamaları teğet bile geçmedi.”
Savunma Sanayii Müsteşarının, “Sektör krizden etkilenmedi, çünkü kaynakları belli. Bunların da çoğunluğu önceden planlı kaynaklar ve uzun vadeli projeler” sözleri bunun bir ifadesi.
Yazar, bir başka Taraf yazarı olan Süleyman Yaşar’ın—ki Kemal onunla da Yeni Asya için bir röportaj yapmıştı—ilginç sualini aktarıyor:
“IMF silâh alımları için harcanan paralar konusunda niye ses çıkarmıyor?” (a.g.g., 16.2.09)
Yaşar, sorunun cevabını da kendisi veriyor:
“Çünkü silâh satışlarını Amerika, Britanya, Fransa ve Almanya gibi zengin ülkeler yapıyor. Türkiye silâh alımlarını azaltırsa, silâh ihraç eden ülkelerin ödemeler bilânçoları azalabilir.
“İşte bu nedenle IMF ‘Emeklilerin maaşlarını azalt, vatandaşlarına iyi bir gelecek hazırlama, çocuğunun sütünden, eğitiminden kes, ama silâh alımlarından sakın kesme’ diyor...” (a.g.g.)
Sarıibrahimoğlu, bir de askerî projeler üzerinden yapılan “yüzde” toplantılarından bahis açıyor ki, bu da işin irkiltici bir başka boyutu.
Anlaşılan o ki, haksız rant ve kaynak dağıtma mekanizması olarak işleyen iç ve dış ihale düzeninin askerî boyutu başlı başına “ballı” bir iş.
Bu fasıldaki örneklerden yalnızca biri olarak, hakkında pek çok iddia bulunan Ergenekon sanıklarından E. Tuğg. Levent Ersöz’ün, emekli olduktan sonra Rusya ile yapılan silâh ticaretinde yoğunlaştığına ilişkin haberleri hatırlayalım.
Ama işin o tarafına hiç yaklaşılamıyor bile.
Askerî proje, ihale ve silâh-teçhizat alımlarının bir de İsrail boyutu var. Ki, bunlarda ağırlıklı olarak ABD’nin yoğun baskı ve yönlendirmesinin söz konusu olduğu da dile getiriliyor.
İsrail’le askerî ilişkilerin bu derece “sağlam” olmasında ve iki ülke arasındaki en ağır krizlerden bile etkilenmemesinde rol oynayan en önemli faktörlerden biri her halde bu olsa gerek.
Nitekim İsrail Büyükelçisi, Erdoğan’ın Davos çıkışı sonrasında ülkesinden Türkiye’ye turist akışının ciddî biçimde azaldığını söylerken, konu askerî ilişkilere geldiğinde çok farklı konuşuyor:
“Çok güçlü askerî-savunma işbirliğimiz var. Savunma projelerinde Türk ordusunda birçok Yahudi teknisyen çalışıyor.” (Akşam, 25.2.09)
TSK’da çalışan birçok Yahudi teknisyen! Demek ki, artık bu kadar içli dışlı bir hale geldik...
İsrail’le bilhassa 28 Şubat’ta yoğunlaşan askerî işbirliğinin, bütçemize milyar dolarlık hacimlere ulaşan proje ve ihale bedelleri yüklediğini ve havada, denizde ortak askerî tatbikatların herşeye rağmen tamgaz devam ettiğini biliyorduk.
Nitekim Davos ve Mizrahi krizlerinden sonra çıkan haberlerde, İsrail uçaklarının önümüzdeki Ekim ayında Konya semalarında yapılacak yeni bir tatbikata daha katılacakları duyuruldu.
İşin enteresan tarafı, bu konuda Başbakan da Genelkurmay tarafından yapılan açıklamaları aynen tekrarlamak ve “Sadece İsrail değil, başkaları da katılıyor” demek suretiyle, bunun gayet “normal” olduğunu ifade eden sözler söyledi.
Savunma Sanayii Müsteşarı da, İsrail’le askerî projelerin aynen devam ettiğini vurguluyor.
Ancak bu derin ilişkilerde, cevabını bulması gereken birçok soru var. Ve şimdiye kadar bu gibi soruları aklından dahi geçirmeyen Türkiye, yavaş yavaş sormaya başladı. Bu birinci aşama.
Sualler soruldukça cevaplar istenecek. Eğer cevaplar yeterli bulunmazsa, yeni sorular gelecek.
Demokratik hesaplaşma böyle olgunlaşacak.
27.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|