40. yıl hatırasına…
Rüzgâr durmadan eserdi. Ne umutlarımızı savurabildi uzaklara ne inancımızı. Kenetlenmiştik birbirimize… El ele, gönül gönüleydik. Ellerimizde kırmızı kitaplar, yüreğimizde çiçek cennetleri. Bakışlarımızda hep bahar müjdeleri. Biz böyle yetiştik.. Annelerimiz bizi yetiştirmiş bu hizmete yollamıştı. Dizilmiştik yollara Yusufleyin, Yunusleyin. Bazen yolumuz bir şara düşerdi. Şardan şara gezerdik. Bazen zindanlara düşerdik.
Rüzgâr durmadan eserdi… Hiç durmadan eserdi… Kuzeyden, Güneyden, Doğudan, Batıdan, Orta Doğudan eserdi. Kasırgalar tayfunlar.. Zulmün ve zulümatın zemherisi iliklere işlerdi. Soğuk rüzgârlar, kavurucu rüzgârlar birbiri ardınca eserdi..
Kovanlara balözü taşıyan arılar gibiydik. En acı, en zehir çiçeklerden bile usareler alırdık. Acılara inat, acıları bal eylerdik. Üstümüzdeki muhteşem maviliği, karartmaya çalışan, siyah dumanların rağmına, nurdan eleğim sağmalarla göğü kuşanırdık. Hüzün sislerini dağıtan nurdan tebessümlerle güneşe yönelirdik.
Denizlerde rüzgâr başka eserdi, karalarda başka. Yüce dağların başında daha başka eserdi. Ve biz haydut gecelerde, yankesici akşamlarda bile kahpece esen rüzgârlarla boğuşarak karanlık yollarda elimizde çoban yıldızı, başımızda kutup yıldızı ışıltılarıyla durmadan yürürdük bildiğimiz yollarda..
Ateş dansları yapılırken kulelerde, öksüz minareleri arardık. Can evinden vurulmuş mabetler arardık kandillerini yakmak için katil binaların arkasında. Yaralı bir cihan harbi gazisi gibi vakur ve sessiz duran alçak gönüllü, mütevazi, sade evlerde toplanırdık. Ellerimizde Kur’ân, cevşen, risâle, tesbih, seccade ve çay..
Kendi öz diyarımızda gurbeti yaşardık. Mülteci kuşlar gibiydik. Sığınırdık Risâlelerin altın-elmasla yazılmaya liyâkatı olan sayfalarına. Kâinat yolculuğuna çıkardık dört duvar arasından. Evlerin bacalarını, çatılarını uğursuz uğultularla dolduran rüzgârlara inat, cennetâsâ gaybî bahçelerde yürüyüşe çıkardık. Başımız Erek Dağı kadar dik, göğsümüz Ağrı Dağı kadar genişti.
Rüzgâr durmadan eserdi. Ama biz şehirleri süsleyerek gezerdik. En ücra kasabalara, köylere kadar gül kokulu mektuplar taşırdık. Gül fabrikaları dikenlere inat karanlıklara bir gül atınca ortalık gülistana dönerdi.
Rüzgâr durmadan eserdi.. Samyelleri, karayeller, poyrazlar, lodoslar melteme, imbata ve seher yellerine dönüşürdü adımladığımız her yerde.
Rüzgâr durmadan eserdi.. Mahkemelere doldurulurduk. Hapislere atılırdık, kodeslere tıkılırdık. namaz kılarken basılırdık, ders yaparken kelepçelenirdik. Nur medreselerinden ellerimiz zincirli, kelepçeli olarak Yusuf’un (a.s.) medreselerine gönderilirdik. Camları kırık koğuşlarda buz gibi dondurucu rüzgârlar eserdi. Vampir gibi meşum ruhların uğursuz uğultular ve böğürtülerle esen hain fırtınalar, zikir çeken nağmelere dönüşürdü hapishane koğuşlarında, karanlık zindanlarda.
Rüzgâr durmadan eserdi. Kurşunlara inat kurşundan dökülmüş harfleri dizerdik, en külüstür matbaa tezgâhlarında nurdan kurşunlara dönüşürdü. Vururdu, küfrün, dalâletin, zulmün kalbini aydınlık kelimelerle.. Makineli tüfek sesi gibi tarrakalarla dönen rotatiflerden çıkan, mürekkebine alınteri ve gözyaşı karışmış soluk ve silik baskılı gazetemiz, Zübeyirlerin eliyle dağıtılırdı köprü başlarında.. Ümidin, şevkin, onurlu duruşun, hak ve hakikatın habercisi olarak vatan sathını bir mektep yapmak için elden ele, ilden ile ulaştırılırdı… Zamanın acımasızlığından az ve zayıf da olsa âsûmanı inletirdi en yüksek gür sedanın müjdecisi olarak…
Rüzgâr durmadan eserdi. Deccalları delirten, zındıkları çıldırtan, inkârcıları kudurtan yazılar çıkardı. Karpuz çekirdeğinden, çam çekirdeğinden, nazara ilişen bir sarı çiçekten yıldızlara, galaksilere kadar yeniden bir nurlu dünya kurardı yıkılmış dünyaların ortasında. Zerrelerden kürelere kadar varlığın yüzünde Varedenin adını okuturdu..
Rüzgâr durmadan eserdi Mayıslar, Martlar, Eylüller, Şubatlar gelir geçerdi. Bir o yana bir bu yana savrulanlar olurdu. Ezilirdik, kovulurduk, dışlanırdık direndiğimiz için ceberutlara. Kapılarımıza kilit vurulurdu, ağzımıza kilit vurulurdu gerçekleri söylediğimiz için. Fakat kalemlerimize kilit vurulamazdı, kalemlerimiz susturulamazdı. Tek nüshalık, iki sayfalık da olsa Anadolu’nun bağrından yeniden çıkardık, küllerimizden yeniden doğardık. Duyduğumuz ses hep umudun sesiydi,
Rüzgâr durmadan eserdi. Kaç yıl, kaç mevsim geçerdi bilmezdik. Kimler gelip, kimler giderdi unuturduk. Yıldız yağmurları gibi nice yıldızlar kayıp geçti gazetemizin sayfalarından yeni ufuklara doğru.Yalnız bırakılırdık, en ücra köşelere sürüklenirdik doğruları haykırdığımız için. Kalemlerimize karşı silâh çekilirdi. Yokluğa mahkûm edilirdik. Aç kalırdık, susuz kalırdık, ama gazetesiz kalmazdık. Fırtınalar içinde bocalarken o yol gösterici kutup yıldızı gibiydi... Uhud Savaşında arkadan vurulan sahabelerin sancağı gözetlemesi gibi gözetlerdik nur nerede diye.. Ve ateşler püskürtülürdü üstümüze. Darağacına çekilirdik taşlanırdık. Gülleri taş niyetine atanlar da olurdu. Ve ateşin ortasına atılırdık. Rüzgârlar üfleyip çoğaltırdı ateşleri. Ama nar nuru yakamazdı. Nura medet verirdi ancak yakılan fitne ateşleri… Ateş harlandıkça nur da parlardı..
40 yıl geçmiş bu güne dek. Alıştık rüzgârlara, boralara, fırtınalara, tayfunlara, kasırgalara..
Alıştık acılara, yokluklara, terk edilmişliklere. Tarihe not düştük. Kur’ân, iman, Nur dâvâsı diye. Tarihe not düştük insan hakları, demokrasi, millî irade diye. Tarihe not düştük hürriyet, meşruiyet diye… Kırk yıllık kocaman bir satır. Kırk yıllık bir yol. Utanmadık, utandırılmadık. Başımız dik. Alnımız açık.
Ve rüzgârlar hâlâ durmadan esiyor.
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|