Hangi bahane ileri sürülürse sürülsün, hangi gerekçe ifade edilirse edilsin, tartışmasız olan gerçek şudur: Ülkenin yönetimini ele geçiren Halk Partisi kadroları, karşılarına ikinci bir partinin çıkmasını istemiyorlardı. Buna zerrece olsun bir tahammülleri yoktu.
Dolayısıyla, bu partinin kurmayları:
1) Baskıcı, despot, totaliter ve diktacı bir zihniyete sahip idiler.
2) Demokrasiye inanmadıkları gibi, demokratik bir sisteme geçmek için de herhangi bir çaba göstermediler.
3) Kendilerine muhalefet eden herkesi komünist, faşist, gerici, yobaz, yıkıcı, bölücü, vatan haini... olmakla itham ettiler.
4) 1924'te ve 1930'da kurulan ve ömürleri çok kısa olan Terakkiperver ve Serbest Fırka gibi partilerin varlığı, tamamiyle göstermelik bir demokrasiden ibarettir. Dahası, Halkçılar, muhaliflerini bu metotla belirleyip onları kökten biçmeye yöneldiler.
1923'te başlayan baskıcı diktaya dayalı tek parti rejimi, 22 yıl müddetle aralıksız şekilde devam etti.
BM'ye kurucu üyelik şartı
1945'te, yani İkinci Dünya Savaşının nihayetine gelindiğinde ise, Avrupa ve dünyadaki konjonktür büyük ölçüde değişti.
Savaştan bunalan ve artık bitap düşmüş olan dünya devletleri, düşmanlıkları bir tarafa bırakarak, çok hızlı adımlarla huzura, barışa ve demokrasiye yönelmeye başladı.
Bu arada, yeniden doğabilecek muhtemel global felâketlerin önüne geçebilmek için, büyük ittifakları kurma çabalarına girişildi. Dünya çapında Birleşmiş Milletler ile Avrupa ve Amerika ölçekli NATO ittifakları gibi, başta güvenlik olmak üzere, insanlığın huzur ve barışına hizmet edecek büyük teşkilâtların kurulması kaçınılmaz hale geldi.
İşte, tam bu geçiş devresinde Türkiye'nin de bu ittifaklara şiddetle ihtiyacı vardı. Zira, üzerimizdeki Sovyet Rusya'nın baskısı had safhadaydı.
Komünist Rusya, 1936'daki Montrö Antlaşmasına rağmen, Boğazlar üzerindeki hakimiyet emelleri devam ediyordu.
Ayrıca, Türkiye'nin Kars, Artvin ve Ardahan vilayetlerini içine alan toprağını gasp etme hevesleri ikide bir nükseden Rusya, sahip olduğu Kızılordu ve dünyanın ikinci süper gücü kozlarını da oynayarak Türkiye'yi ciddî mânâda tehdit altında tutmaya çalışıyordu.
İşte, bu büyük tehdit ve tehlike altında bulunan Türkiye'nin, Batı ittifakına dahil olmak ve Amerika ile dostane münasebetler geliştirmekten başka çaresi yoktu.
Bu sebeple, II. Dünya Savaşının galipleri tarafından kurulmak istenen Birleşmiş Milletler'e Türkiye'nin de "kurucu üye" sıfatıyla dahil olması istenir.
BM'ye kurucu olma teklifini Türkiye'de olumlu karşılar. Ancak, bu "şerefe nail olmanın" bir bedeli ve bazı şartları vardı. Sıralanan şartların başında ise, çok partili rejime geçiş, yani demokratik sisteme geçiş mecburiyeti geliyordu.
Türkiye, bu şartı kerhen de olsa kabul etti. Dolayısıyla da, 24 Ekim 1945'te 51 bağımsız ve demokratik ülke tarafından kurulan Birleşmiş Milletler'e kurucu üye sıfatıyla dahil oldu.
Kendini kısaca "Adâlet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş global bir kuruluş" şeklinde tarif eden Birleşmiş Milletler, zaman içinde gelişti, kökleşti ve tüm dünya ülkelerini (192 ülke) içine alacak kadar büyüyerek bugünkü halini aldı.
Çok partili hayata geçiş
Sovyet Rusya (kızıl komünist) tehlikesine karşı Batı ittifakına ihtiyaç duyan ve BM'ye kurucu üye olan Türkiye, 1945'te çok partili hayata—evet, kerhen de olsa—merhaba demek zorunda kaldı.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs (1945) törenleri esnasında yapmış olduğu konuşmasında, ilk kez Türkiye'de çok partili hayata geçilebileceğinin sinyallerini verdi.
Bu konuşmadan cesaret alan bazı fikir ve siyaset adamları, Temmuz ayında Millî Kalkınma Partisini kurdu. (MKP, seçimlerde bir varlık gösteremediği için, 1950'li yıllarda siyasî hayattan çekildi.)
Bundan bir ay kadar önce ise (Haziran'da), CHP'nin içinden dört kişilik (Bayar, Koraltan, Köprülü, Menderes) bir grup, "dörtlü takrir" vererek, partilerinden istifa etmişlerdi.
İstifa gerekçesinin de yer aldığı takrirde (yazıda) dile getirilen sıkıntıların giderilmesi bir yana, CHP'li jakobenlerin baskısı daha da ziyadeleşti ve ortada bir uzlaşma imkânı kalmadı.
Bu durumun tamamen anlaşılması ve netlik kazanması üzerine, dörtlü takrir sahiplerinin öncülüğünde 1946 yılı Ocak ayının başında (7 Ocak) Demokrat Parti kuruldu.
Kuruluşunda Celal Bayar'ın başkanlığını yaptığı Demokrat Partinin zaman içinde gelişip serpileceğine ve dört–beş yıl sonra Türkiye'nin en güçlü partisi haline geleceğine, başta İnönü olmak üzere Halk Partisinin kurmay kadrosu inanmıyordu ve hiç ihtimal vermiyordu.
Onların tahminî hesabına göre, Demokrat Parti, göstermelik bir teşekkül olmanın ötesine gidemez ve iktidara alternatif olacak kadar asla büyüyemezdi.
Nitekim, 1950'ye gelinceye kadar da aynı hesap ve aynı beklenti içinde kalındı.
Ne var ki, Halkçıların hesabı, milletin hür iradesiyle örtüşmedi. Ortaya bambaşka bir tablo çıktı.
Bir sonraki yazıda, 1946–1950 yılları arasında nelerin olup bittiğine kısaca bakmaya çalışalım.
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|