|
|
Ahmet DURSUN |
Bir “Yeni Asya” yazısı |
|
Bu yazı, Türkiye’nin acılarla ve yüz kızartıcı hadiselerle dolu bir demokratikleşme serüveninde satanlarla satılanların, aldatanlarla aldatılanların birbirine karıştığı basın-yayın platformunda, derin ilişkiler içinde gazetecilik yapmayı marifet sananların karşısında, hakkın hatırını her şeyin üzerinde gören bir anlayışın eseri olan bir gazetenin, methiyeden ziyade, hakkını teslim çabasıdır.
Yeni Asya’nın Türk basınındaki yerini anlamak için Türkiye’nin demokrasi tarihine ve modernleşme serüvenine bir göz atmak gerekir. Türkiye; darbeli demokrasisiyle ve dinî değerleri ayaklar altına alan bir modernleşme anlayışıyla prangalarından yüz elli yıldır kurtulamamıştır. Demokrasinin defalarca kesintiye uğratıldığı, hürriyetlerin kısıtlandığı, insan haklarının sürekli ayaklar altına alındığı bir coğrafyada, doğruları haykırmanın imkânsızlaştığı zor bir dönemde “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” diyerek yayın hayatına başlayan ve sürekli hak ve hürriyetlere vurgu yapan Yeni Asya’nın Türk basınındaki yeri birçok yönüyle kayda değerdir.
Yeni Asya, “Hürriyet imanın bir hassasıdır” diyen bir zihniyetin eseridir. Yeni Asya, Meşrutiyet döneminin çalkantılı günlerinde Meşrutiyet’e din adına sahip çıkan, demokrasi olgusunun temelini hürriyet, din ve vicdan hürriyeti, millet hâkimiyeti ve eşitlik gibi kavramlarla pekiştiren Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin ahlâk ve fazilete dayalı “demokrat Türkiye” arayışlarının matbuat alanındaki sesidir. Yeni Asya, “Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalı” diyerek gazetecilik lisanının da sınırlarını çizen Said Nursî’nin bu tavsiyesine can u gönülden uyanların eseridir. Türkiye’nin yaşadığı sosyal-manevî buhranlara Bediüzzaman Said Nursî’nin görüşleri ışığında dikkat çekmeyi, günlük meseleleri Risâ- le-i Nur perspektifinden değerlendirmeyi görev bilen Yeni Asya’nın bu yönünü kemiyete feda edenlere söyleyecek sözümüz yoktur.
Bediüzzaman’ın “Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor.” diyerek dikkat çektiği “sâri illet”lere karşı savunmasız durumda kalan modern çağ insanı, saadetini yitiren insanlık, kendisine huzur verecek yeni arayışlar içerisine girmiştir. Maddeten doyurulan, fakat ruhen aç bırakılan günümüz insanı, bugün, varlığını anlamlandıracak yeni arayışların içerisindedir. Yeni Asya, bu samimî arayışlara verilmiş samimî cevapların bir neticesidir. Elinizdeki gazete, materyalist yaklaşımlara, din dışı felsefeye, modernizmin bir din olarak sunduğu “nefisperestlik”e karşı bir kalkan olmayı hedeflemektedir. Bununla birlikte Yeni Asya, onca sıkıntılara, kapatmalara, saldırılara rağmen Türkiye’nin demokrasi dellâllığından vazgeçmemiştir. Gazeteniz, “darbelere dur!” diyerek demokratik toplumların temel harcı olan fikrin, düşünce hürriyetinin temel savunucusu olmuştur. Yeni Asya, kurulduğu günden itibaren anayasal rejimi ve çok partili demokratik sistemi savunmuştur ve kurulduğu günden bu yana siyasî konulardaki istikrar çizgisini korumuştur. Ne 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri, ne 28 Şubat süreci, ne de kırk yıllık süreç içerisinde yaşanan çeşitli sıkıntılar, baskılar, kapatmalar, hapisler… Hiçbiri Yeni Asya’yı mücadelesini verdiği kudsî dâvâsından döndürememiştir.
Yeni Asya’nın, hiçbir zaman, kendi fikirlerinin revaç bulması, fikir mücadeleleri içinde galip olması, sunduğu fikirlerinin iktidar olması gibi bir gayreti olmamıştır. Bu dâvâda maddî heveslere, maddî saltanatlara yer yoktur. “Medenilere galebe çalmak ikna iledir” sözünü şiar edinerek fikrî mücadelesini sürdüren Yeni Asya, yukarıda zikredilen ulvî gayeler uğrunda, hac yolculuğuna çıkan karınca azmiyle didinen fikirlerin timsalidir yalnızca. Bu yönüyle Yeni Asya, ne bir ideolojinin temsilcisidir ne de bir siyasetin yayın organıdır. Yeni Asya, hürriyetin hazzıyla insanımızı tanıştırmak isteyen, Risâle-i Nur’un bakış açısıyla insanımızın olayları farklı perspektiften değerlendirmesine imkân sunan, Kur’ân’ın emrettiği ahlâk ve fazilete dayalı bir medeniyetin temellerini atmaya çalışan samimî gayretlerin neticesidir. Hakka dayanan bu gayretlerin—bi iznillah—kıyamete kadar devam edeceği aşikârdır.
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
40. yıla yakışan coşku |
|
Pazar günü akşamı İstanbul Çemberlitaş’daki FKM’de düzenlenen bir törenle okuyucularımızla bir araya gelme imkânı bulduk. Gerçi Yeni Asya, her zaman okuyucularıyla iç içe, onlardan destek alarak yayın hayatını sürdürüyor, ama FKM’deki “40. yıl kutlaması” kucaklaşma ve kaynaşma için ayrı bir vesile oldu.
İstanbul başta olmak üzere Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden gelen okuyucularımız hem birbirleriyle hem de gazeteyi yayına hazırlayan ‘haber mutfağı’nda çalışanlarla görüşme ve kaynaşma imkânı buldu. Elbette her gazetenin kendisine has okuyucu kitlesi vardır. Ama Yeni Asya’nın okuyucuları hakikaten bir başkadır. Düşünün, 40 yıldır yayın hayatında olan gazetemizi daha ilk gününden itibaren takip eden ve bu birlikteliği bu günlere kadar devam ettiren binlerce okuyucumuz vardır. Buradaki temel fark, okuyucularının Yeni Asya’yı “Benim gazetem” diye sahiplenmesidir.
Gerek gazetemizin İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular ve gerekse Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz, yaptıkları kısa konuşmalarda Yeni Asya’nın temsil ettiği misyonu çok güzel izah ettiler. Yoğun programına rağmen “40. yıl” coşkumuzda bizi yalnız bırakmayan DP Genel Başkanı Süleyman Soylu da “demokrat misyon ve Yeni Asya” konusunda alkışlanan bir selâmlama konuşması yaptı. Toplantıya gelemeyenler de—başta TBMM Başkanı Köksal Toptan ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere çok sayıda siyasetçi ve bürokrat—gönderdikleri telgraflarla Yeni Asya’nın sevincini paylaştılar.
Kanaatimce “40. yıl toplantısı”nın yıldızı, bütün Yeni Asya okuyucularını da temsilen “40 yıllık okuyucular”ımız oldu. 40 yıldan beri Yeni Asya’yı okuyanlar adına Hasan Yalçın, Osman Zengin ve Mü’mine Güneş kısa birer konuşma yaptılar. Hepsi birbirinden değerli hatıralarını ve Yeni Asya’nın ilk yıllarındaki serencamını bizimle paylaştı.
Bütün konuşmalarda ortak bir nokta vardı. O da, Yeni Asya’nın sadece ‘gazete’ olmadığıydı. Yeni Asya bir okul, bir eğitim yuvası, bir ‘ıslâh hareketi’nin adıydı. Nitekim, 40 yıllık okuyucularımız bu ‘ıslâh hareketi’nin bizatihî örnekleriydi. Mü’mine Güneş, özellikle bu noktaya dikkat çekti.
Tabiî ki 40 yıllık süre zarfında gazetemiz çok badireler atlattı. Maddî ve mânevî sıkıntılar hiç eksik olmadı. Fakat bütün bu manilere rağmen ‘asrın tefsiri’ Risâle-i Nur’dan aldığı ilhamla bu günlere geldi.
Bu vesile ile ilk sayısından itibaren her kademede emeği geçenleri takdir ve minnetle hatırlıyoruz. Âhirete göçen, başta ilk ‘Umum Neşriyat Müdürü’ Mustafa Nezihi Polat ve Dr. Sadullah Nutku gibi kahramanları rahmetle yâd ediyoruz.
Yeni Asya’nın, okuyucularından aldığı güçle; tercüman olmaya çalıştığı ‘nur’ların daha geniş kitlelere ulaşmasına vesile ve vasıta olması en büyük temennimiz.
İnşallah bu coşku katlanarak devam eder ve nice nice ‘kuruluş yılları’ idrak edilir...
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Asker ne diyor? |
|
Genelkurmay’ın geçen Cuma günü yaptığı mutad “basını bilgilendirme toplantısı”nda, kamuoyu gündemindeki önemli konulardan “İsrail’le askerî ilişkiler” ve Ergenekon süreciyle ilgili olarak, dikkatle üzerinde durulması gereken değerlendirmeler yapılmış.
Askerin “akredite” saymadığı medya organları ve onlardan biri olarak Yeni Asya, bu açıklamaları Anadolu Ajansının haberinden öğrendi.
Yorumlarımız da bu habere dayalı olacak.
Toplantıda konuşan Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, İsrail Kara Kuvvetleri Komutanının bizim Genelkurmay’dan da tepki gören sözleri için bu ülke Genelkurmay Başkanının Org. Başbuğ’u önce telefonla arayıp, sonra mektup yazdığını anlatmış.
Buna göre, İsrail Genelkurmay Başkanı telefonda TSK ile ilişkilere önem verdiğini, Kara Kuvvetleri Komutanının ifadelerinin kişisel görüşleri olup İsrail Silâhlı Kuvvetlerinin görüşünü temsil etmediğini, bu sözlerden hayal kırıklığına uğradığını, gerekeni yapacağını ve üzgün olduğunu ifade etmiş. Daha sonra gönderdiği mektupta da “gerekeni yaptığı” bilgisini eklemiş.
Bu haber kimi gazetelerde “İsrailli komutan özür diledi” şeklinde verildi. Ama Genelkurmay sözcüsünün aktarımında “üzgün olduğu” ifadesi geçiyor. Yani burada da, Peres’in Davos krizi sonrasında “Erdoğan’dan özür diledi” şeklinde yansıtılan, ama bilâhare kendisinin “Özür dilemedim, üzgün olduğumu söyledim” diye düzelttiği durumla benzerlik var gibi görünüyor.
İkincisi, Mizrahi’nin sözlerinin “kişisel görüşleri” olduğu sözünde yeni birşey yok. İsrail ordu sözcünün yaptığı ve Türk tarafının yeterli bulmadığı açıklamada da aynı şey ifade edilmişti.
En çok merak uyandıran “gerekenin yapıldığı” bahsindeki sorulara bizim Genelkurmay sözcüsü cevap vermemiş. Ama aynı suali İsrailli kaynaklara yönelten Zaman gazetesi, “Genelkurmay Başkanı Kara Kuvvetleri Komutanını makamına çağırarak, genel politikalarının aksine konuşmaması yönünde sert bir dille uyardı” cevabını almış. Gazetenin yazdığına göre, böyle bir gelişme İsrail tarihinde bir “ilk”miş (19.2.09).
Demek ki, densiz İsrailli komutanın o sözlerinden dolayı özür dilemesini veya görevden alınmasını bekleyenler boşuna beklemişler. General Mizrahi, yediği fırçayla vaziyeti kurtarmış.
Bizim Genelkurmay bunu yeterli bulduysa ne diyelim? Nihaî takdiri millet ve kamuoyu yapsın.
Gelelim ikinci konuya: Bilindiği gibi, Ergenekon sanığı bazı üst düzey emekli paşaların sağlık sebepleriyle GATA’ya sevki ve ardından tahliyesiyle ilgili olarak kamuoyunda istifham ve soru işaretlerinin ortaya çıkması üzerine Yeni Asya, Demokrat Hukukçular Derneği İkinci Başkanı ve insan hakları savunucusu Kadir Akbaş’ın “Paşaları, bağımsız bir kurul muayene etsin” teklifini manşetten gündeme getirmişti.
Aynı gün Adalet ve Sağlık Bakanlıkları, konuyla ilgili soruşturma başlatıldığını açıkladılar.
Ertesi gün de Genelkurmay sözcüsü Tuğg. Gürak, GATA’ya sevklerle ilgili iddiaların “iyiniyetten uzak kişi ve kurumlara ait olduğunu” söyledi; bu “kampanyalar”ı “etik ve insanî değerlerle bağdaşmayan davranışlar” olarak niteledi.
Eruygur’un cezaevinde düşerek boynunun kırılıp beyin kanaması geçirdiğinin açıklanmasıyla başlayan süreçte beliren ve Bayan Eruygur’un GATA’daki klinik şefiyle yaptığı öne sürülen görüşmeye ilişkin ses kayıtlarıyla güçlenen istifhamlar, “kötü niyet” suçlamalarıyla giderilemez.
Ve “niyet okuyuculuğu”nu açığa vuran bu tür ithamlar, Genelkurmay’ın önceki açıklamalarında vurguladığı “hukuka saygı” yaklaşımıyla bağdaşmadığı gibi, yeni incinmelere sebep olur.
Peki, Tuğg. Gürak’ın, Ergenekon soruşturması kapsamında Genelkurmay tarafından geniş çaplı soruşturmalar başlatıldığı yönündeki haberleri yalanlamasını nasıl yorumlamak lâzım?
Gerçekten, asker Ergenekon'un neresinde?
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Yamalı bohça”yı yamamakla olmaz |
|
Seçime doğru siyasetin hayhuyu arasında günübirlik politik polemiklerle, meydan okumalarla Türkiye’nin gerçek gündemi âdeta ıskalanıyor… Başbakan Erdoğan’la CHP lideri Baykal arasında gerginleşen siyasî arenadaki salvoların gürültüsünde, başta ekonomik kriz ve işsizliğin vâhim boyutlara ulaşması olmak üzere, birçok önemli konu gündem dışı kalmakta.
Bu kargaşa içinde “Türkiye’nin en önemli meselesi ve birinci derecede ihtiyacı” olan demokratikleşmenin ana unsuru “demokratik sivil anayasa” göz göre göre güme gitmekte. Çelişki şurada; bir yandan Türkiye’de demokrasinin AB standartlarıyla uyumlu hale getirilmesi için “yeni anayasa”nın “olmazsa olmaz” olduğu söyleniyor. Diğer yandan “yeni anayasa”dan bahsedilmeyip âdeta unutturuluyor.
Başbakanın geçtiğimiz hafta—beklemediği—bir soru üzerine “Nisan ayında gündeme getirileceğini ve CHP’nin mutâbakatını arayacaklarını” belirttiği bu hususta susması, sonrasındaki mitinglerde ve seçim konuşmasında bir cümleyle de olsa hiç değinmemesi, bunun açık göstergesi…
AKP, her fırsatta gündeme getirip taahhüd ettiği “yeni anayasa”dan neden caymakta? “Türkiye’nin en önemli meselesi” neden siyasetin gündeminde yok?
“YENİ ANAYASA” TAKTİĞİ
İktidar partisinin “yeni anayasa” irâdesindeki tereddütleri arttıran bir başka husus, bizzat hükümet ve parti sözcülerinin ifâdesiyle, daha başta anayasa değişikliğinin yarım yamalak yapılması kırılganlığı… AKP’li Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun, katıldığı bir televizyon programda yeni anayasa çalışmaları hakkında bilgi verirken, “Bugüne kadar anayasa 16 kez değişti. 70 madde değişti aşağı yukarı. 30’u daha değişirse 100 madde değişmiş olur; ‘82 Anayasası’ lâfı kalır, Anayasa tamamen değişmiş olur” tarzında konuşması, bunun ilk açığa çıkan ikrarı.
Aslında Kuzu’nun sözkonusu açıklamasının ardından “gerçi anayasa da yamalı bohçaya döner” beyânı, 12 Eylül ihtilâli ürünü anayasayı darbe kalıntılarından kurtarıp baştan sona değiştirme vaadinden vazgeçildiğinin örtülü bir itirafı. Kısacası Kuzu’nun, CHP’yi eleştiri perdesinde “Elimizde bir tek seçenek o kalıyor. O zaman da biz de diyoruz ki, yağmur duâsı gibi darbe duâsına çıkmamız lâzım” şikâyeti, CHP’nin zımnında “yeni anayasa”yı hazırlamadaki demokratik irâde zaafiyetinin açık göstergesi …
Görünen o ki iktidar partisi, kamuoyundaki “yeni anayasa” beklentisini birkaç göstermelik maddenin düzeltilmesiyle geçiştirme niyetinde. Yarısına yakınının değiştirilmesiyle “yamalı bohça”ya dönüşen 82 Anayasasının yerine “yeni anayasa”yı ikame etmedeki başarısızlığını gizleme peşinde. Bu yüzden anayasayı bir bütün olarak ele almayıp “darbe izleri”ni silme irâdesini göstermiyor.
Bundandır ki karşı olduğunu bile bile “CHP’ye havale etme” siyasî manevrasıyla işin içinden sıyrılmayı deniyor. Altı yıldır her demokratikleşmeye dair her meselede olduğu gibi, “Ne yapalım, yapmak istedik, ama yaptırmadılar” mazeretine sığınıyor.
20 -30 MADDEYİ
DEĞİŞTİRMEKLE OLMAZ
Bu arada daha “yeni anayasa” ele alınmadan Çiçek’in, anayasanın 1., 2., 3., 4. maddelerinin yanı sıra 12 Eylül İhtilâli Konseyinin anayasanın koruması ve kollaması altına aldığı kadük “devrim kanunları”na dair 174. maddesine dokunmayacaklarını peşinen ilân etmesi, AKP’nin demokratik irâdedeki kırılganlığının bir başka alâmeti.
Bu peşin caymayla siyasî iktidar, bilumum erkek memurların ve müstahdemlerin şapka takma mecburiyetini getiren, tekke ve zâviyelerle türbelerin seddine, bir takım ünvânların men’ine (yasaklanmasına) ve ilgasına, “bey”, “paşa”, “efendi” gibi lâkap ve unvanların kaldırılmasına, dinî-ruhanî temsilciler dışında bazı kisvelerin giyilemeyeceğine ve beynelmilel erkamın (rakamların) ve Türk harflerinin kabulüne dair, bugün tamamen akim kalan ve uygulanmayan 12 Eylül darbesinin Anayasaya sokuşturduğu antidemokratik tortuları temizlenmekten daha şimdiden sakınıyor…
Anlaşılan o ki bunca yıldır 28 Şubat postmodern darbenin demokrasi dışı dayatmalarını, 12 Eylül darbe tasarruflarını ve darbecileri koruyup kollayan ve “haklarında hiçbir cezaî, malî ve hukukî sorumluluğun ileri sürülemeyeceği” kaydını getiren geçici 15. maddeyi değiştiremeyen AKP siyasî iktidarının demokratikleşmedeki tutukluk, çekingenlik ve acziyetinin bir diğer göstergesi…
Peki, AKP’nin demokratikleşme ve “yeni anayasa” parametreleri nedir? Kuzu’nun dillendirdiği gibi 20 -30 maddesini değiştirmekle darbe anayasası “demokratik ve sivil anayasa”ya dönüşür mü? AKP “yeni anayasa” esaslarını deklâre etmeli. Anayasayı ve Türkiye Cumhuriyeti mevzuatını antidemokratik tortulardan temizleyeceğini millete açıkça belirtmeli…
Aksi halde bu kırılganlık ve zâfiyetle “yeni anayasa”yı yapamaz; yapsa da yarım yamalak haliyle bir işe yaramaz…
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Rüzgâr durmadan eserdi |
|
40. yıl hatırasına…
Rüzgâr durmadan eserdi. Ne umutlarımızı savurabildi uzaklara ne inancımızı. Kenetlenmiştik birbirimize… El ele, gönül gönüleydik. Ellerimizde kırmızı kitaplar, yüreğimizde çiçek cennetleri. Bakışlarımızda hep bahar müjdeleri. Biz böyle yetiştik.. Annelerimiz bizi yetiştirmiş bu hizmete yollamıştı. Dizilmiştik yollara Yusufleyin, Yunusleyin. Bazen yolumuz bir şara düşerdi. Şardan şara gezerdik. Bazen zindanlara düşerdik.
Rüzgâr durmadan eserdi… Hiç durmadan eserdi… Kuzeyden, Güneyden, Doğudan, Batıdan, Orta Doğudan eserdi. Kasırgalar tayfunlar.. Zulmün ve zulümatın zemherisi iliklere işlerdi. Soğuk rüzgârlar, kavurucu rüzgârlar birbiri ardınca eserdi..
Kovanlara balözü taşıyan arılar gibiydik. En acı, en zehir çiçeklerden bile usareler alırdık. Acılara inat, acıları bal eylerdik. Üstümüzdeki muhteşem maviliği, karartmaya çalışan, siyah dumanların rağmına, nurdan eleğim sağmalarla göğü kuşanırdık. Hüzün sislerini dağıtan nurdan tebessümlerle güneşe yönelirdik.
Denizlerde rüzgâr başka eserdi, karalarda başka. Yüce dağların başında daha başka eserdi. Ve biz haydut gecelerde, yankesici akşamlarda bile kahpece esen rüzgârlarla boğuşarak karanlık yollarda elimizde çoban yıldızı, başımızda kutup yıldızı ışıltılarıyla durmadan yürürdük bildiğimiz yollarda..
Ateş dansları yapılırken kulelerde, öksüz minareleri arardık. Can evinden vurulmuş mabetler arardık kandillerini yakmak için katil binaların arkasında. Yaralı bir cihan harbi gazisi gibi vakur ve sessiz duran alçak gönüllü, mütevazi, sade evlerde toplanırdık. Ellerimizde Kur’ân, cevşen, risâle, tesbih, seccade ve çay..
Kendi öz diyarımızda gurbeti yaşardık. Mülteci kuşlar gibiydik. Sığınırdık Risâlelerin altın-elmasla yazılmaya liyâkatı olan sayfalarına. Kâinat yolculuğuna çıkardık dört duvar arasından. Evlerin bacalarını, çatılarını uğursuz uğultularla dolduran rüzgârlara inat, cennetâsâ gaybî bahçelerde yürüyüşe çıkardık. Başımız Erek Dağı kadar dik, göğsümüz Ağrı Dağı kadar genişti.
Rüzgâr durmadan eserdi. Ama biz şehirleri süsleyerek gezerdik. En ücra kasabalara, köylere kadar gül kokulu mektuplar taşırdık. Gül fabrikaları dikenlere inat karanlıklara bir gül atınca ortalık gülistana dönerdi.
Rüzgâr durmadan eserdi.. Samyelleri, karayeller, poyrazlar, lodoslar melteme, imbata ve seher yellerine dönüşürdü adımladığımız her yerde.
Rüzgâr durmadan eserdi.. Mahkemelere doldurulurduk. Hapislere atılırdık, kodeslere tıkılırdık. namaz kılarken basılırdık, ders yaparken kelepçelenirdik. Nur medreselerinden ellerimiz zincirli, kelepçeli olarak Yusuf’un (a.s.) medreselerine gönderilirdik. Camları kırık koğuşlarda buz gibi dondurucu rüzgârlar eserdi. Vampir gibi meşum ruhların uğursuz uğultular ve böğürtülerle esen hain fırtınalar, zikir çeken nağmelere dönüşürdü hapishane koğuşlarında, karanlık zindanlarda.
Rüzgâr durmadan eserdi. Kurşunlara inat kurşundan dökülmüş harfleri dizerdik, en külüstür matbaa tezgâhlarında nurdan kurşunlara dönüşürdü. Vururdu, küfrün, dalâletin, zulmün kalbini aydınlık kelimelerle.. Makineli tüfek sesi gibi tarrakalarla dönen rotatiflerden çıkan, mürekkebine alınteri ve gözyaşı karışmış soluk ve silik baskılı gazetemiz, Zübeyirlerin eliyle dağıtılırdı köprü başlarında.. Ümidin, şevkin, onurlu duruşun, hak ve hakikatın habercisi olarak vatan sathını bir mektep yapmak için elden ele, ilden ile ulaştırılırdı… Zamanın acımasızlığından az ve zayıf da olsa âsûmanı inletirdi en yüksek gür sedanın müjdecisi olarak…
Rüzgâr durmadan eserdi. Deccalları delirten, zındıkları çıldırtan, inkârcıları kudurtan yazılar çıkardı. Karpuz çekirdeğinden, çam çekirdeğinden, nazara ilişen bir sarı çiçekten yıldızlara, galaksilere kadar yeniden bir nurlu dünya kurardı yıkılmış dünyaların ortasında. Zerrelerden kürelere kadar varlığın yüzünde Varedenin adını okuturdu..
Rüzgâr durmadan eserdi Mayıslar, Martlar, Eylüller, Şubatlar gelir geçerdi. Bir o yana bir bu yana savrulanlar olurdu. Ezilirdik, kovulurduk, dışlanırdık direndiğimiz için ceberutlara. Kapılarımıza kilit vurulurdu, ağzımıza kilit vurulurdu gerçekleri söylediğimiz için. Fakat kalemlerimize kilit vurulamazdı, kalemlerimiz susturulamazdı. Tek nüshalık, iki sayfalık da olsa Anadolu’nun bağrından yeniden çıkardık, küllerimizden yeniden doğardık. Duyduğumuz ses hep umudun sesiydi,
Rüzgâr durmadan eserdi. Kaç yıl, kaç mevsim geçerdi bilmezdik. Kimler gelip, kimler giderdi unuturduk. Yıldız yağmurları gibi nice yıldızlar kayıp geçti gazetemizin sayfalarından yeni ufuklara doğru.Yalnız bırakılırdık, en ücra köşelere sürüklenirdik doğruları haykırdığımız için. Kalemlerimize karşı silâh çekilirdi. Yokluğa mahkûm edilirdik. Aç kalırdık, susuz kalırdık, ama gazetesiz kalmazdık. Fırtınalar içinde bocalarken o yol gösterici kutup yıldızı gibiydi... Uhud Savaşında arkadan vurulan sahabelerin sancağı gözetlemesi gibi gözetlerdik nur nerede diye.. Ve ateşler püskürtülürdü üstümüze. Darağacına çekilirdik taşlanırdık. Gülleri taş niyetine atanlar da olurdu. Ve ateşin ortasına atılırdık. Rüzgârlar üfleyip çoğaltırdı ateşleri. Ama nar nuru yakamazdı. Nura medet verirdi ancak yakılan fitne ateşleri… Ateş harlandıkça nur da parlardı..
40 yıl geçmiş bu güne dek. Alıştık rüzgârlara, boralara, fırtınalara, tayfunlara, kasırgalara..
Alıştık acılara, yokluklara, terk edilmişliklere. Tarihe not düştük. Kur’ân, iman, Nur dâvâsı diye. Tarihe not düştük insan hakları, demokrasi, millî irade diye. Tarihe not düştük hürriyet, meşruiyet diye… Kırk yıllık kocaman bir satır. Kırk yıllık bir yol. Utanmadık, utandırılmadık. Başımız dik. Alnımız açık.
Ve rüzgârlar hâlâ durmadan esiyor.
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
Kahire, metin ol... |
|
Karlı bir Ankara gecesine, sıcak Kahire haberleriyle veda ederken, içimin çok acıdığını hissediyorum. Daha bir hafta öncesinde, kardeşimle oturduğumuz Hüseyin Camii avlusunda bu hafta bombaların patladığını ve şu an itibariyle netlik kazanmamış olsa da 4 can kaybı olduğu haberini almak, çok zor birşey.
Bu haftaya dair kısa kısa yazılacak notlar düşmüştüm aslında. Maalesef acı haberler alınca, insanın aklı başından gidiyor ve ne düşünmüş olduğunu ve ne yazdığını, ne yazacağını bir türlü hatırlayamıyor ve bir araya getiremiyor. Bir parçam biraz Kahire’yken, Kahire’den uzakta almış olduğum şaşırtıcı haberlerin etkisiyle, bu hafta tam bir yazı yazamayacağımı söylemek isterim. Bunun için de hepinizin affına sığınıyorum.
Yine de gurbette değilken ve imkânlarımız varken yazı yazmayıp, köşeyi boş bırakmayı bir türlü kabullenemediğimden, en azından neden tam anlamıyla yazamadığımı belirtmek istedim.
Bu haftaya çok daha güzel bir yazıyla, gazetemizin 40. yılını kutlayarak girmek isterdim. Çok daha kapsamlı bir yazıyla dile getirmeyi planladığım kutlamayı yapmadan yine de geçemeyeceğim. İnşallah, nice 40. yıllara, acı haberler almadan girer ve bildiği yoldan ayrılmadan ilerleyen çizgisini muhafaza eder Yeni Asya. 100. yılı görmek nasip olmaz belki, ama 100. yılları görecek ve anlayacak nesiller yetiştirmek ümidiyle en azından…
Bir yerde okumuştum, “Her doğulu biraz Kahirelidir” diye… Başka bir yerde de toz toprak içindesin, ama çok güzelsin, hele geceleri harika bir şehirsin...” diye bir yorum takılmıştı gözüme Kahire’ye dair… Şimdi dileğim, daha fazla toza toprağa bulanmasın Kahire, geceleri bombalar aydınlatmasın!
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Rahat zahmette, zahmet rahattadır” |
|
Allah’ın iki türlü âyeti vardır. Biri kâinat kitabının âyetleri, diğeri de Kur’ân âyetleri. Birincisine tekvinî, ikincisine de teşriî âyetler denir. Birincisi irade sıfatının, diğeri de kelâm sıfatının neticesidir.
Allah en küçük yaratıklardan en büyüklerine varıncaya kadar kâinattaki herşeye yoğun bir gayret ve faaliyet vermiştir ki hedeflerine kolayca ulaşabilsinler.
İşte bu tekvinî emri, teşriî emir teyid eder, insanoğluna çalışma emredilir, çalışmanın esas olduğuna dikkat çekilerek şöyle buyurulur: “İnsan için çalışmaktan başka birşey yoktur. Yaptıklarının karşılığını muhakkak görecektir.”1
Çalışma ve hizmet yeri olan, hiçbir yaratığın boş durmadığı, tembelliğe kaçmadığı bir dünyada yeryüzünün halifesi olan insanın çalışmaması söz konusu değil. Nasıl kendini tembelliğe atabilir? Diğer mahlukata göre daha çok çalışacakken herşey bitmiş gibi nasıl rahata meyledip keyfe düşebilir?
Aslına bakılırsa rahatlık meyli, istirahata çekilme arzusu bir insanı sarmayadursun daha yaşarken felâketin eşiğinde bulur kendini. Çünkü, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, rahatlık meyli “Umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası”dır.2
Sonra dünyada, “En bedbaht, en muzdarip, en sıkıntılı işsiz adamdır. Zira, atalet, âdemin biraderzâdesidir [yokluğun küçük kardeşidir]; sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.”3
Onun içindir ki, “Rahatlık içinde boş olan insan, ömründen şikâyet eder. Çalışıp iş yapan kimse ise hâline şükreder” küllî bir düstur hâline gelmiştir. Bu sırdan dolayı da, “Rahat zahmette, zahmet rahattadır” sözü atasözü gibi kullanılır olmuştur.4
Çalışmayı değil, tembelliği şiar edinen insanlara Mehmet Akif de çok yerinde olarak çatmış:
“Yer çalışsın, gök çalışsın sen utanmazsan otur!
Bunların hakkında bir bahanen var mı? Dur.…
Ey, bütün dünya ayaktayken; yatan!
Leş misin, davranmıyorsun. Bari Allah’tan utan.”
Dipnotlar:
1- Necm Suresi: 39-40.
2- Münazarat, s. 138.
3- Hutbe-i Şâmiye, s. 138.
4- Lem’alar, s. 128.
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Demokrasiye kerhen geçiş |
|
Hangi bahane ileri sürülürse sürülsün, hangi gerekçe ifade edilirse edilsin, tartışmasız olan gerçek şudur: Ülkenin yönetimini ele geçiren Halk Partisi kadroları, karşılarına ikinci bir partinin çıkmasını istemiyorlardı. Buna zerrece olsun bir tahammülleri yoktu.
Dolayısıyla, bu partinin kurmayları:
1) Baskıcı, despot, totaliter ve diktacı bir zihniyete sahip idiler.
2) Demokrasiye inanmadıkları gibi, demokratik bir sisteme geçmek için de herhangi bir çaba göstermediler.
3) Kendilerine muhalefet eden herkesi komünist, faşist, gerici, yobaz, yıkıcı, bölücü, vatan haini... olmakla itham ettiler.
4) 1924'te ve 1930'da kurulan ve ömürleri çok kısa olan Terakkiperver ve Serbest Fırka gibi partilerin varlığı, tamamiyle göstermelik bir demokrasiden ibarettir. Dahası, Halkçılar, muhaliflerini bu metotla belirleyip onları kökten biçmeye yöneldiler.
1923'te başlayan baskıcı diktaya dayalı tek parti rejimi, 22 yıl müddetle aralıksız şekilde devam etti.
BM'ye kurucu üyelik şartı
1945'te, yani İkinci Dünya Savaşının nihayetine gelindiğinde ise, Avrupa ve dünyadaki konjonktür büyük ölçüde değişti.
Savaştan bunalan ve artık bitap düşmüş olan dünya devletleri, düşmanlıkları bir tarafa bırakarak, çok hızlı adımlarla huzura, barışa ve demokrasiye yönelmeye başladı.
Bu arada, yeniden doğabilecek muhtemel global felâketlerin önüne geçebilmek için, büyük ittifakları kurma çabalarına girişildi. Dünya çapında Birleşmiş Milletler ile Avrupa ve Amerika ölçekli NATO ittifakları gibi, başta güvenlik olmak üzere, insanlığın huzur ve barışına hizmet edecek büyük teşkilâtların kurulması kaçınılmaz hale geldi.
İşte, tam bu geçiş devresinde Türkiye'nin de bu ittifaklara şiddetle ihtiyacı vardı. Zira, üzerimizdeki Sovyet Rusya'nın baskısı had safhadaydı.
Komünist Rusya, 1936'daki Montrö Antlaşmasına rağmen, Boğazlar üzerindeki hakimiyet emelleri devam ediyordu.
Ayrıca, Türkiye'nin Kars, Artvin ve Ardahan vilayetlerini içine alan toprağını gasp etme hevesleri ikide bir nükseden Rusya, sahip olduğu Kızılordu ve dünyanın ikinci süper gücü kozlarını da oynayarak Türkiye'yi ciddî mânâda tehdit altında tutmaya çalışıyordu.
İşte, bu büyük tehdit ve tehlike altında bulunan Türkiye'nin, Batı ittifakına dahil olmak ve Amerika ile dostane münasebetler geliştirmekten başka çaresi yoktu.
Bu sebeple, II. Dünya Savaşının galipleri tarafından kurulmak istenen Birleşmiş Milletler'e Türkiye'nin de "kurucu üye" sıfatıyla dahil olması istenir.
BM'ye kurucu olma teklifini Türkiye'de olumlu karşılar. Ancak, bu "şerefe nail olmanın" bir bedeli ve bazı şartları vardı. Sıralanan şartların başında ise, çok partili rejime geçiş, yani demokratik sisteme geçiş mecburiyeti geliyordu.
Türkiye, bu şartı kerhen de olsa kabul etti. Dolayısıyla da, 24 Ekim 1945'te 51 bağımsız ve demokratik ülke tarafından kurulan Birleşmiş Milletler'e kurucu üye sıfatıyla dahil oldu.
Kendini kısaca "Adâlet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş global bir kuruluş" şeklinde tarif eden Birleşmiş Milletler, zaman içinde gelişti, kökleşti ve tüm dünya ülkelerini (192 ülke) içine alacak kadar büyüyerek bugünkü halini aldı.
Çok partili hayata geçiş
Sovyet Rusya (kızıl komünist) tehlikesine karşı Batı ittifakına ihtiyaç duyan ve BM'ye kurucu üye olan Türkiye, 1945'te çok partili hayata—evet, kerhen de olsa—merhaba demek zorunda kaldı.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 19 Mayıs (1945) törenleri esnasında yapmış olduğu konuşmasında, ilk kez Türkiye'de çok partili hayata geçilebileceğinin sinyallerini verdi.
Bu konuşmadan cesaret alan bazı fikir ve siyaset adamları, Temmuz ayında Millî Kalkınma Partisini kurdu. (MKP, seçimlerde bir varlık gösteremediği için, 1950'li yıllarda siyasî hayattan çekildi.)
Bundan bir ay kadar önce ise (Haziran'da), CHP'nin içinden dört kişilik (Bayar, Koraltan, Köprülü, Menderes) bir grup, "dörtlü takrir" vererek, partilerinden istifa etmişlerdi.
İstifa gerekçesinin de yer aldığı takrirde (yazıda) dile getirilen sıkıntıların giderilmesi bir yana, CHP'li jakobenlerin baskısı daha da ziyadeleşti ve ortada bir uzlaşma imkânı kalmadı.
Bu durumun tamamen anlaşılması ve netlik kazanması üzerine, dörtlü takrir sahiplerinin öncülüğünde 1946 yılı Ocak ayının başında (7 Ocak) Demokrat Parti kuruldu.
Kuruluşunda Celal Bayar'ın başkanlığını yaptığı Demokrat Partinin zaman içinde gelişip serpileceğine ve dört–beş yıl sonra Türkiye'nin en güçlü partisi haline geleceğine, başta İnönü olmak üzere Halk Partisinin kurmay kadrosu inanmıyordu ve hiç ihtimal vermiyordu.
Onların tahminî hesabına göre, Demokrat Parti, göstermelik bir teşekkül olmanın ötesine gidemez ve iktidara alternatif olacak kadar asla büyüyemezdi.
Nitekim, 1950'ye gelinceye kadar da aynı hesap ve aynı beklenti içinde kalındı.
Ne var ki, Halkçıların hesabı, milletin hür iradesiyle örtüşmedi. Ortaya bambaşka bir tablo çıktı.
Bir sonraki yazıda, 1946–1950 yılları arasında nelerin olup bittiğine kısaca bakmaya çalışalım.
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Fahri UTKAN |
Yeni Asya ve hizmetleri |
|
azetemiz Yeni Asya’nın kupon karşılığı verdiği “Zübeyir Gündüzalp’in hayatı” kitabı vesilesiyle, bazı duygu ve düşünlerimi paylaşmak istedim sizlerle:
Yeni Asya’yı ilk gördüğüm ve hemen okumaya başladığım 1972 yılı Kasım ayından başlamak üzere şu zamana kadar ne hizmetlere şahit olduk. Yıllardan beri gazetemizin biz okuyucularına kupon karşılığı hediye ettiği kültür hazinesi kitaplar kütüphanemizi zenginleştiriyor.
İlk aklıma gelen; her eve-aileye gerekli “Bizim Aile Ansiklopedisi”. Daha sonra birçok kişiyi heyecanlandıran, birilerini de kızdıran “Yakın Tarih Ansiklopedisi” kütüphanemizi şenlendirdi.
Sıralarını tam olarak bilemesem de “Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi, Büyük İslâm İlmihali, Açıklamalı Kur’ân ve Meâli” v.s. gibi daima el altında tutulacak eserler.
Esas hizmet, Risâle-i Nur Külliyatı’nın iki sefer, bir büyük boy, bir de küçük boy olarak verilmesi ve binlerce ailenin evine bu kıymetli eserlerin girmesi. Bunlardan başka; Cevşenü’l-Kebîr (büyük boy), İslâm tarihi setlerinden Peygamberler tarihi, 3 ciltlik Peygamberimiz (asm) Hayatı, Dört Halife Devri ve Peygamber Yıldızları adlı kitaplar. Bu arada verilen üç çeşit küçük boy risâleleri de unutmayalım.
Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatı, üç ciltlik Örnek Metinler adlı risâlelere ön hazırlık kitapları, özellikle temel hadis kitaplarından seçmelerin olduğu 4 ciltlik Câmiü’s-Sağîr.
Bu arada belki unutmuş olduğum kitaplar da vardır. Hâsılı şöyle bir listeye baktığımızda gazetemiz Yeni Asya’nın günlük yaptığı büyük hizmetin yanında böyle bir kültür hizmetini gerçekleştirmiş ve devam etmekte oluşu her türlü övgüye ve tebrike lâyıktır.
Bu hizmet erlerini saymaya kalkarsak; kitapları yazanlar, yayına hazırlayanlar, matbaada çalışanlar, paket yapanlar, dağıtanlar, satanlar, gazetemizi tanıtanlar, alanlar, okuyanlar, abone çalışması yapanlar, reklâmını yapanlar, v.s. daha bir çok kişi sayılabilir.
Bütün bunlar bu büyük hayırlı hizmetin ortaklarıdır. Çünkü; “Bir hayra sebep olan o hayrı yapan gibidir.”
Hâsılı, bütün bu hizmetlerde emeği geçenlerden Allah razı olsun.
40. yıl münasebetiyle şöyle hatırıma geliyor ki; 1972 yılından beri askerlik, İngiltere ve Amerika seyahatleri, hac görevi esnalarında bile gazetemi takip edebilmişim Allah’a şükür.
Bizzat alamadığım zamanlarda bayiden ayırttığım gazeteleri sonradan almak sûretiyle, İngiltere’de olduğum zamanlarda eşimin haftada bir biriken gazeteleri postayla gönderdiğinde bile gazetemden hiç ayrılmamışım.
Bütün bu uzun sürelerde bizi gazetemizle ayırmayan bütün çalışanlarından ve gazetemizin bu günlere gelmesini esirgemeyen okuyuculardan Allah razı olsun.
Yeni Asya’m, sen bize ve tüm Müslümanlara her zaman ve her yerde lâzımsın. Allah seni bizlerin ihtiyacı olduğu sürece elimizden eksik etmesin.
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Günlük dilimizde tesadüf kelimesi |
|
İçel’den okuyucumuz: “Günlük konuşmalarımızda tesadüf sözcüğünü kullanmamızda bir sakınca var mıdır? Tesadüf yerine tevafuk kelimesini kullanmamız daha mı doğrudur? Bu konuda bilgi verir misiniz?”
Bizim cüz’î irademize göre “tesadüf” diye nitelediğimiz her olay, her şey, hiç şüphesiz Allah’ın küllî iradesiyle kuşatılmış, ihata edilmiş, bir kast ve irade eseri olarak ortaya çıkmıştır. O halde; olayları anlatmak veya hikâye etmek için yalnızca “bize bakan yönüyle” ve “rastlamak” mânâsında kullandığımız “tesadüf” kelimesi; tamamen bizim bilinç kapsamımız çerçevesinde, bizim boyutlarımız içinde kalmak şartıyla kullanılabilir; ancak hiçbir olayda, hiçbir şekilde “küllî irade” yani “Allah’ın iradesi” kast edilerek kullanılamaz, kullanılması dalâlet olur.
Kâinatta ve tabiatta, bizim bilincimiz dışında, ama Allah’ın küllî iradesinin ihatası içerisinde gelişen olaylar serisinin bir tanesine bile “tesadüf” denmesine Risâle-i Nur şiddetle karşı çıkar; bunu küfürle eş sayar ve böyle tesadüfe “serseri” lâkabını uygun bulur.1 Her şey o kadar Allah’ın iradesine bağlıdır ki; hiçbir şekilde “âlemde tesadüfe yer yoktur.” Bediüzzaman; “tesadüfü, tabiatı ve şirki” aynı paralelde ele alır; bu üç mânânın İslâm âleminden ihraç edilmesi ile ilgili verilen kararı Risâle-i Nur’un infaz ettiğini beyan eder.2 Tesadüfün yalnızca bir vehimden ibaret olduğunu, Sâniin kast ve iradesi ispat edildiği takdirde ise bu vehmin ortadan kalkacağını; kevnî hâdiselerin hiçbir şekilde tesâdüf oyuncağı olamayacağını3; nihayet derecede Kadîr, Hakîm, Basîr ve Alîm olan Cenâb-ı Hakk’ın işine “tesadüf”ün karışamayacağını4; kesret tabakalarının en dağınık mes’eleleri denilen şu âlemdeki her hareketin, atılan her adımın, alınan her nefesin ve kımıldayan her yaprağın; kaderin yazdığı sayfalardan birer satır hüviyetinde olduğunu5 ve her değişikliğin, her yeniliğin, en küçük ayrıntısına ve teferruâtına kadar her hadisenin birer Rabbânî mektup, kevnî âyetlerin birer sayfası ve Allah’ın isimlerinin tecellî ettiği birer âyine mertebesinde bulunduğunu yine Risâle-i Nûr îzah ve ispat eder.6
Tabiat olaylarında Allah’ın takdir buyurduğu hikmeti doğrudan göremediğimiz ve hissedemediğimiz için bu olaylar bilincimize “tesâdüf” perdesi altında yansımaktadır. Ancak tıpkı esbabda olduğu gibi, tesadüfün de zihnimizde yalnızca bir “perde” olarak kalması zarûrîdir. Aksi takdirde—maâzallah—küfrün ve şirkin kuyruğuna basmış oluruz.
Günlük dilimizde “tesadüf” yerine, olayların tamamının Allah’ın iradesinin eseri olduğu mânâsını daha iyi vurguladığı için “tevâfuk” kelimesini kullanmak mümkün olmakla beraber; yalnız “kendi cüz’î irademiz” kast edilmek şartıyla, “tesadüf” veya “rastlamak” kelimelerini kullanmakta da bir sakınca görülmez. Meselâ, arkadaşımız ile bir caddede bilincimiz dışında karşılaşmak, Allah’ın iradesinin ihatası altında meydana gelmesine karşılık; bizim irademize göre bir tesadüf ve rastlantıdan ibarettir. Bu durumda; bize göre rastlantı veya tesadüf olan tüm olayların, Allah katında, Allah’ın iradesiyle tanzim olunan birer tevafuktan başka bir şey olmadığını bilerek ve iman ederek, “Arkadaşıma rastladım” demekte bir mahsur yoktur.
Nitekim Risâle-i Nur’da, “tesadüf” kelimesi, “bizim cüz’î irademize” nispet edilerek günlük dilde kullanılmıştır. Meselâ; Münâzarât’ta: “Azm-i kat’î ile maksadımın yoluna tesadüf eden her bir mehâlike gireceğim.”7; Emirdağ Lâhikası’nda: “Ehl-i siyasete hiç bakmadığım halde, bu gün tesadüfen kulağıma girdi ki; bazı camileri kaldırmak için bir mecliste, bir kısım dinsiz mebuslar çalışmışlar.”8; Mesnevî’de : “Pek çok belâlara ve düşmanlara tesâdüf ettim.”9; Sözler’de Mi’rac’ın anlatıldığı bölümde, Peygamber Efendimiz (asm) hakkında, “..tâ Kâb-ı Kavseyne kadar merâtib-i külliye-i esmâiyede gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı Rabbaniyeyi ve acâib-i san’at-ı İlâhiyeyi işitmiş, görmüştür.”10; yine Sözler’de, “bâzan on bin; Leyle-i Beratta okunan âyetler ve makbul vakitlere tesadüf edenler gibi.”11; Lem’alar’da, “Zülkarneyn’in mağrip tarafına seyahati,..... Volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesâdüf ettiğini beyan etmekle...”12 cümleleri içinde; Barla Lâhikasında da meselâ; Hüsrev ağabeyin (ra) mektubunda13; Refet ağabeyin (ra) mektubunda14; ve Hafız Mustafa’nın (ra) mektubunda15 kullanılan “tesadüf” kelimelerinde, sırf bizim cüz’î irademizin kast olunduğu aslâ şüphe götürmez.
Bu durumda; “tesadüf” kelimesini “Tevhid inancını” zedelemeksizin, cüz’î irademizi kast ederek günlük dilimizde kullanabiliriz. Allah’ın küllî iradesine nispetle kullanmaktan ise şiddetle kaçınmalıyız.
Dipnotlar:
1- Bakınız: Şuâlar, s. 142, 522; Lem’alar, s. 335; Mesnevî-i Nûriye, s. 205; 2- A.g.e., s. 153; a.g.e., s. 213; 3- Sözler, s. 157; 4- Sözler, s. 180; 5- M. Nûriye, s. 89; 6- Sözler, s. 215; 7- Münâzarât, s. 1158 8- E. Lâhikası, s. 166, 2. haşiye 9- M. Nûriye, s. 44 10- Sözler, s. 515 11- Sözler, s. 312 12- Lem’alar, s. 111 13- B. Lahikası, s. 46 14- A.g.e., s. 65 15- A.g.e., s. 115
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Mânevî hizmetin kemal noktası |
|
ırkıncı yaş, insan ömrünün dönüm noktasıdır. Hayatın gelişim sürecinde kazanılanların ve tecrübelerin ön planda olduğu kırk yıl daha sonrasında bu tecrübelerle kazanılan kemâlin ferdin ve toplumun faydasına hasredildiği dönemdir. Hayata bakış bir ölçüde kemâlini bulmuş ve pek çok şey yerli yerine oturmuştur. Risâle-i Nur dâvâsı gibi büyük ve kökleri Asr-ı Saadet’e dayanan bir dâvânın cevvâl veledi ve salâbetli bir genç fıtratındaki Yeni Asya kırkına ulaştı. Bir dâvânın ve mânevî bir misyonun temsilciliği konumundaki gazete, geçmiş zamanların dalgalanmaları ve dağdağaları ile yaşananların kazandırdığı tecrübelerle artık Nur dâvâsına yön verecek kâmil bir fert olma konumunda. Bu kemal, adeta o şahs-ı manevinin hücreleri hükmündeki bütün fertlere de sirâyet etmiş gibidir. Dâvânın azizliği içinde erken olgunlaşan bu fertlerin hepsinde kemal içinde bir enerji, vakar içinde dâvâsını ortaya koyan bir genç ruh hâli gözlenmektedir. Bu güzel kıvam kırk yaş olgunluğu ile çok daha vakur, mutedil ve sarsılmaz bir ruh halini temsil edecektir.
Varlığı Risâle-i Nur perspektifinden algılayan ve hayatı onunla anlamlandıran fertlerin oluşturduğu nuranî bir cemaatin mensuplarıyız. Kur’ân’da, Hazret-i Ali’nin Celcelutiye kasidesinde, Gavs-ı Azam’ın Fütuhu’l-Gayb’ında işaretlerle müjdelenmiş ve istikbalde yapacakları hizmetler ve samimiyetleri, ihlâsları dolayısıyla alkışlanmış bir cemaat. Dâvâsı ile bütün kâinatın alâkadar olduğu ve Hazret-i Muhammed’in (asm) büyük ve yaratılışa maksat, âleme ukde-i hayat olan dâvâsını günümüze taşıyan, Üstadı ve bütün mensupları ile hayâtî vazifeler üstlenmiş bir cemaat. İnsanlık Darü’s-Selâm yolunda bir geminin yolcuları ve bu cemaatin mensupları o geminin mürettebâtı. Bu yüzden dâvâ büyük, vazifeler çok ve fazlası ile hassasiyet gerektiriyor.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin çevresinde halka olmuş bir kaç samimî, fedakâr ve gayretli insanın çabaları ile başlayan ve günümüze kadar büyük gelişmeler kaydeden bu dâvâ, aslî yönü ile ve manevî anlamı ile gerçekten çok büyük ve âlemin bütün zerrelerini, her insanı ilgilendiren bir misyon üstlenmiştir. Hedefledikleri manevî ikbâli hayatlarının gayesi, adeta nefes alışlarının sebebi olarak addeden ve bu uğurda gecelerini gündüzlerine katan, mum ışıklarında Risâle yazan, hapse girip-çıkan, işkence gören, ancak bütün bunlardan sonra daha büyük şevkle hizmete sarılan bir topluluğun ahfâdıyız. Maddî ve mânevî bütün varlığını ortaya koyan, kalpleri adeta dâvâları için atan, günlük hayatın her ânında otobüste, trende, sokakta, misafirlikte insanlara dâvâsını ulaştırma telâşı içindeki insanların bayrağını bu güne taşıyoruz. Yeni Asya hakikatini de bu bayrağın temsilciliği konumunda algılıyoruz.
Geçmişte yaşanan her şey yaşanması gerektiği için yaşandı. Çünkü kaderin hükmüydü. Bunlardan Risâle-i Nur ölçüleri ile hayatını şekillendiren hiçbir ferdin âleminde ümitsizlik, şevksizlik, isteksizlik doğmamalı. Onların dâvâsı acz, fakr, şevk ve şükr-ü mutlak düzeyde hayata aksettirmeyi hedefleyen bir dâvâ. O dâvâda kırgınlık olmaz, küsmüşlük olmaz. Büyük bir yangından insanları kurtarmak üzere koşanların birbirlerine kızacak, küsecek vakitleri ve halleri olamaz. Yük ağır ve yardıma uzanan her ele ihtiyaç var ve rahmet okunmalıdır. Anlamsız çekişmelerin, lüzumsuz kırgınlıkların bir an evvel ortadan kaldırılması ve Risâle-i Nur hizmetine lâyık şevk ve gayretin, bitmek bilmez enerjinin tekrar kazanılması zamanıdır. Bu zaman, artık hizmet boyutlarının Türkiye sınırlarının dışına taştığı ve dünyanın her tarafından insanların bu ulvî dâvâyı anlamaya ve hayatlarının bir parçası haline getirmeye çalıştıkları bir zamandır.
Hıristiyan, Yahudi, Budist pek çok insan Risâle-i Nur’a yönelmiş ve onu kendilerine ulaştırma gayretimizin zayıflığından dolayı bizlere sitem etmektedirler. Artık hedef çok büyümüş ve yapılması gerekenler çok artmıştır. Nur hizmeti kendisini bu dâvâya mensup hissedenlerin birincil işi olmalıdır. Hem şevkimizi arttıracak ve büyük bir enerji verecek şekilde Üstadın müjdelediği cennetâsâ bir baharın çiçekleri baş göstermeye ve tomurcuklanmaya başlamıştır. Gaye-i hayâlimiz çok daha belirginleşmiş ve daha rahat hissedilir hâle gelmiştir. Bu yükün altından kalkabilmenin yolu sarsılmaz bir inanç, uykularımızı kaçıracak bir ümit ve tam bir dayanışma olmalıdır. Yani; ihlâs, samimiyet ve gayret. İnanın yarınlar hizmetimiz ve dâvâmız açısından çok daha güzel olacak. Bu gelişmelerde bizim de payımız olsun, gelinen noktanın mutluluğunu biz de paylaşalım istiyorsak birbirimize kenetlenmeli ve gayretimizi çok arttırmalıyız.
Gazetemiz ile paralel yürüyen dâvâmızın, geldiği kemâl noktasında insanlığa kazandıracağı şeyler de çok fazlalaştı. Geçmiş zamanların hızlı bir şekilde yoğurup pişirdiği bu dâvâ, insanlığın gelecek yüzyılında verâset-i nübüvvet vazifesini üstlenecek bir olgunluk ve kemâle de ulaştığının işaretlerini ortaya koymaktadır. Âlemlere Rahmet olan zatın (asm) bütün zerreleri kuşatan muhabbetini asra taşımaya namzet olmak kemâli, risâlet vazifesinin omuzlandığı yaş ile uyumlu olarak artık kazanılmış olmalıdır. Bundan sonraki süreç bahtsız olarak algılanan şu küreyi Medine-i Münevvere’ye dönüştürecek küresel Asr-ı Saadet’i hedeflemektir. Mânen kararmış şu medineyi Risâletü’n-Nur’un kalpleri kuşatan Nuru ile Nurlandırıp Medine gibi münevver kılmaktır. Âlemlerin Rabbi, Yeni Asya ile Asya’nın ve aynı kimliğe namzet yeryüzünün bahtını açsın İnşaallah.
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Güzel görelim, güzel düşünelim |
|
İnsanlar ne kadar tahripkâr olurlarsa olsunlar, asıl olan Allah’ın rahmetinden ümit kesmemektir. Ancak ne var ki, bizleri afakî olaylara çeken, zihnimizde fırtınalar meydana getiren sebepler zamanımızda fazla olduğu için, zaman zaman ümitsizliğe düşmekten kendimizi kurtaramıyoruz. Böyle olunca da muhtaç olduğumuz güzellikler yerine, çirkinliklerin etrafımızda cirit attığı zehabına kapılırız.
Hiç şüphesiz biliyoruz ki, Kâinatın Yüce Yaratıcısı her şeyi bilerek irade ediyor, hikmetsiz hiçbir şey yaratmıyor. Meydana gelen her hadisenin perde arkasında Rabbimizin, aklımızın ermediği birçok hikmeti bulunmaktadır. Bizleri yanıltan durum, kendi aslî görevlerimizi ihmal edip, üzerimize vazife olmayan işlerle fazla uğraşmamızdır.
Halbuki insanlar dışındaki varlıklar, sadece görevlerini yapmaktadır. Onlar imtihana tabi tutulmamış, sadece imtihana tabi tutulmuş insanların hayatını şenlendirmek için görevlendirilmişlerdir.
Varlıkların Rabbi, yaratılanların en şereflisi olan insanları imtihana tabi tutmuş ve kendileri için yaratmış olduğu binbir türlü nimetlere istihkak kesb etmelerini istemiştir. Çünkü hazırlanan ebedî saadet ülkesini kazanmak ucuz değildir.
En mükemmel akıl sahibi olan biz insanların bile düşünmekten âciz olduğu güzellikler için bu dünya hayatında bazı fedakârlıklarda bulunmak gerekir. Bunun için biz şuurlu mahlûkların karşısına şeytanlar ve nefis çıkarılmıştır. Bunlar insanlık cevherimizin daha da parlaması için bizlere musallat edilmişlerdir. Şeytanî tasallutlara karşı elimiz kolumuz bağlanmamış, üstelik çok güzel ve yüce duygularla bezenilmişizdir.
Kâinattaki sayısız delillerle, gönderilen Resûllerle ve hakikatlerin menbaı İlâhî kelâmdan ibaret olan kitaplarla yönümüz gerçeklere çevrilmeye çalışılmıştır. Işık her tarafta vardır. Bu ışıkları görecek göz bize verilmiş, ışıkların mahiyetini kavramamız için akıl ve şuurla donatılmışızdır. Ama ışıkların bize ulaşmaması için gayret eden şeytanlar da var güçleriyle çalışmaktadırlar.
Allah’a iman etmenin, İslâm nurunu benimsemenin önüne geçemeyen şeytanlar elbette boş durmayacaklardır. Çünkü ölüm gelip çatana kadar karanlık mihraklar bizden ümit kesmeyecektir. İmanî ve İslâmî görünüşümüze engel olamayan şeytanî gölgeler, kalbimiz üzerinde hâkimiyet kurmak, aklımıza şüpheler atmak için daha çok mesai sarf etmektedirler.
İnsanı kurtaracak olan sağlam bir imandır. İmanı da kurtaracak olan sarsılmayan bir ihlâstır. Bütün hareketlerimizde Allah’ın rızasını esas alarak kendimizi kurtarabiliriz. Hislerimize güvenmek gibi bir yanlışın içine girmek bizleri yanlış mecrâlara sürükler. Aklımıza da güvenemeyiz. Asıl güvenmemiz gereken, Allah’ın lütfu ve inâyetidir. O’nun emirlerini samimiyetle hayatımıza geçirerek, sadece O’nun rızasını gözeterek lütuf ve inayetine mazhar olabiliriz..
Unutmayalım ki aklımız da, duygularımız da yanılabilir. Şeytanlar bizim yanıldığımızı, bize hissettirmemeye çalışmaktadırlar. Yanılmamak için Allah’ın hükümlerinden, Habibullah’ın (asm) sünnetlerinden enerji almamız gerekir. Hayatımızın tek rehberi Kur’ân-ı Azimüşşan olmalıdır. Önder olarak Muhammedü’l-Emin’den başkasını tanımamamız gerekir.
Düzelteyim diyerek bozmayalım. Kaş yapayım diyerek göz çıkarmayalım. Fitneyi ortadan kaldırayım derken fitneyi yaygın bir hale getirmeyelim. Batılı tasvir ederek safi zihinleri dalâlete sürüklemeyelim. Yangını söndürmenin yolu ateşe körükle gitmek değildir. Güzelliklere kavuşmanın, güzellikleri hakim kılmanın yolu güzel görmek ve güzel düşünmektir.
Fitne ateşinin üzerine muhabbetle gitmek gerektir. “Husûmet vardır, muhabbet kalmadı” demek yerine, fiillerimizle husûmetin olmadığını, muhabbetin devam ettiğini göstermemiz gerekir. Madem Allah vardır. Madem O’nun lütfu ve ihsanının sınırı yoktur. O halde O’ndan gelen her şey güzeldir. Yeter ki nefsimizden ve şeytanlardan gelenlere itibar etmeyelim...
24.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|