Vukua gelen bir çok olayı, hep kendi akıl terazimizle tartarız. İşin asıl hikmetini, perde arkasını düşünmeden aklımızın aldığı kadarıyla hadiseleri değerlendirir ve karara bağlarız. Bu alışkanlıklarımızı Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufunda olan bazı icraatlarını da kapsayacak biçimde ileriye götürüp, haddimizi aştığımız zamanlar da oluyor.
Meselâ düz mantığımıza göre, din-i mübîne hizmeti, hep dindar insanlar yapar. Kimin imanı, inancı kuvvetliyse o daha çok dine hizmette bulunur. Takvâ sahibi, feyizli, faziletli insanlar, dine ve dindarlara daha çok hizmette bulunurlar. Dine ve dinî değerlere mesafeli olan insanlardan ise, dine ve dindarlara bir hayır gelemeyeceği gibi, bu çeşit insanlar dine zarar verirler. İstisnaları olmakla beraber çoğu insanın genel kanaati böyledir.
Ama gelin görün ki, uzak ve yakın tarihte yaşanan bazı olaylar bize gösteriyor ki, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız durum, her zaman öyle olmuyor. Yani her zaman çok dindar bilinen insanlar, dine hizmet etmediği gibi; dine ve dindarlara mesafeli olan insanlar da dine zararlı olmuyorlar. Bazen tam tersi durumlar vuku buluyor. Yani bazen, şahsî yaşantısında dindar olan kimi insanlar—bilmeden de olsa—dine ve dindarlara zarar verebildiği gibi; dinî yaşantısı öyle çok mükemmel olmayan insanların da dine ve dindarlara faydalı hizmetlerde bulunduklarını görebiliyoruz.
Yakın siyasî tarihimizi hatırlayanlar çok iyi bilirler ki, bu ülkede dine ve dindarlara hizmet noktasında, bugüne kadar en makul, en faydalı hizmetlerde bulunanlar, öyle çok da dindarlıklarıyla öne çıkmayan, belki de mânevî değerlerle pek de içli dışlı olmayan siyasî kadrolar oldu. Beş yüz civarında İmam Hatip okulunun, onlarca İlahiyat fakültesinin tedrisâta açılması, yüzlerce Kur’ân kursunun hizmet vermesi gibi mânevî hizmetlere yönelik faaliyetler başta demokrat kadrolar olmak üzere, diğer hükûmetler döneminde yapılan hizmetlerdir.
Bu meyanda dinî kimlikleriyle temayüz etmiş, manevî hizmetleri yapacakları vaadiyle iş başına gelen, şahsî yaşantılarında da gerçekten dindar olan siyasî kadroların en iddialı oldukları dinî sahada, önemli bir hizmette bulunmaları bir tarafa, hazır bugüne kadar bu alanda yapılan hizmetlere sahip çıkmayıp, zayi olmalarına sebep olmaları câlib-i dikkattir. Buradaki maksadım, siyasî mülâhazaların çok ötesinde geçmişten bu güne konumuzla alâkalı olarak yaşanan gerçekleri nazarlara sunmaktır.
Bu meyanda Üstadın saff-ı evvel talebelerinden Mustafa Sungur Ağabeyin, Bediüzzaman’dan naklettiği şu enteresan hatıraya kulak verelim: “1954 yılıydı. Bir gün Isparta’da gezerken, Üstad ‘Bu zamanda namaz kılmayanlardan veliler gibi İslâm’a hizmet edenler var...’ demişti. Üstad’ımız Barla’da iken Eşref Edip’in yazdığı İslâmiyet ve Kur’ân hakkında takdir ile kanaat izhar eden Prens Bismark ve Carlyle gibi kırk küsûr feylesof için, ‘İsimlerini yazın, ben bunlara duâ edeceğim’ demişti. Biz de bir kâğıda isimlerini yazdık, yanında muhafaza ediyordu. Bir iki ay sonra ziyaretine gelen bazı zevâta, bu feylesoflara duâ ettiğini, bir asır önce yaptıkları bu müsbet beyânâtlarıyla İslâmın inkişâfına ve bazılarının İslâm’a girmelerine vesile oldukları için kabirlerinde istifade edeceklerini beyan buyurmuştur.”
Bizler bazen şahsî ibadetlerimizi veya hiz- met-i Kur’âniyedeki vazifelerimizi ifa ederken, bütün bunların bizim için bir imtihan vesilesi olduğunu, dinin bizim hiçbir şeyimize ihtiyacı olmadığını, bizim ona muhtaç olduğumuzu unutuyoruz. Bu noktadaki bazı mükellefiyetlerimizi yerine getirirken de, sanki öyle fazladan bir şeyleri yaptığımız zannıyla yersiz havalara giriyoruz. Veya bazen de yapmakla zaten mükellef bulunduğumuz vazifelerimizi yerine getirirken, kendimizi dinin sahibi veya koruyucusu görme zehâbına giriyoruz. Sanki biz olmasak, bu din ortada sahipsiz, hâmisiz kalıp zayi olacak gibi geliyor bize. Halbuki bu dinin gerçek ve yegâne sahibi, Yüce Allah’tan başkası değildir. Bu dini koruyacak, muhafaza edecek olan da O’dur.
22.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|