Osmanlı'nın İstanbul'daki son Meclis–i Mebûsânı, aynı zamanda Ankara merkezli olarak şekillenmeye başlayan yeni Türkiye'nin ilk Meclis–i Mebûsânıdır.
16 Mart 1920'de işgal kuvvetlerinin baskısıyla fiilen dağıtılan ve bir kısmı tutuklanan Meclis–i Mebûsândaki üyelerin önemli bir kısmı gizlice Anadolu'ya geçti. Anadolu'ya geçen mebusların hemen tamamı ise, Heyet–i Temsiliyenin bulunduğu Ankara'da toplanarak, 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisini teşkil etti.
İşte, bu mebuslar için yapılan seçimin tarihi Aralık 1919'dur. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesinin imzalanmasıyla birlikte, 1914'ten beri varla yok arasında çalışan ve artık ömrünü tamamlamış olan eski Meclis de dağılmış durumdaydı.
Yurdun hemen her tarafında başlayan işgal ve istilâ teşebbüslerinin başgösterdiği bu olağanüstü şartlar altında yeni bir seçimin yapılması ve Meclis'in yenilenmesi hiç de kolay görünmüyordu. Dolayısıyla, 1919 yılı sonlarında yapılan son milletvekili seçimlerinin çok sıhhatli bir sonuç vermesi beklenemezdi.
Nitekim, Anadolu'nun bazı merkezlerinde ve bilhassa İstanbul'da büyük sıkıntılar yaşandı. Bunun birinci sebebi, işgal ve istilacı kuvvetlerin baskı ve müdale teşebbüsleriydi. Önemli bir diğer sebebi ise, son kongrede kendini feshetmiş olan İttihat Terakki Fırkasının, bu kez Teceddüt Fırkası ismiyle seçimlere katılması ve yine o bildik baskıcı yöntemlere—özellikle İstanbul'da—tevessül etmesiydi.
Yani, 1920 yılı başlarında İstanbul'da toplanan ve dört ay sonra Ankara'ya taşınan bu son Mecls–i Mebûsânın içinde de epey miktarda İttihatçı artıkları vardı.
Anadolu'dan seçilip gelen mebusların çoğunluğunu ise, hemen her beldede boy göstermeye başlayan Müdafaa–i Hukuk–u Milliye Cemiyetinin uygun gördüğü isimlerden oluşuyordu.
Netice itibariyle, içinde hemen her siyasî görüşten kimselerin bulunduğu İstanbul'daki son Osmanlı Meclisi ile Ankara'daki ilk Millet Meclisinin açığa çıkan ortak gayesi şuydu: Yurdu işgalden ve işgalcilerden kurtarmak ve bir an evvel milleti istiklâle, yani bağımsızlığa kavuşturmak.
İşte, o günün Türkiye'sinde bu gayeyi taşımayan ve bu ortak maksadı kabul etmeyen kişinin Ankara'da işi yoktu, Anadolu'da yeri yurdu yoktu.
Yani, topyekûn bir İstiklâl Harbine sahne olmaya başlayan o günün Anadolu ve Rumeli topraklarında, düşmanı def etmek için, siyasî görüşü ne olursa olsun, her vatanperverin, her milletperverin canla başla çalışması gerekiyordu. Evet, işin ortası yoktu, dolayısıyla herkesin safını belli etmesi gerekiyordu.
Esasında tâ 1918 yılı Kasım'ında başlayan Millî Hareket, yani Millî Mücadele Hareketi, Anadolu'da cephe savaşlarına, İstanbul'da ise fikir ve siyaset mücadelesine dönüşmüş durumdaydı. Cephelerde silâh kullanmak serbest ve mübah, sivil ahali ile meskûn İstanbul gibi yerlerde ise, fikren ve siyaseten mücadele etmek daha doğru ve daha isabetli görünüyordu.
Nitekim, birkaç sene evvel (1914–16) Kafkas Cephesinde düşmana karşı silâhlı mücadeleye girişen Bediüzzaman Hazretleri, esaret dönüşünde işgal altında olduğunu gördüğü İstanbul'da ise, ateşli silâh yerine fikir ve neşriyat yoluyla cetin bir mücadelenin içine giriyor. Onun Hutuvat–ı Sitte isimli eseri, bu mücadelenin kilometre taşlarından biridir. Şayet bu tarzda değil de, şehir içinde silâhlı çatışma yoluna gitseydi, hem pekçok mâsumun ölümüne sebebiyet verecek, hem de işgalcileri İstanbul'dan söküp atmak çok daha müşkil bir vaziyet alacaktı.
İşte, Üstad Bediüzzaman'ın bu tarzdaki başarılı mücadele metodunun, aslında bugün Filistin ve Irak'taki işgal kuvvetlerine karşı da en etkili ve en iyi netice alıcı bir yöntem olduğu rahatlıkla ifade edilebilir.
Bu yöntemin basitçe ifadesi şudur: Düşman kuvvetleriyle şayet silâhlı mücadele yapacaksan, üstüne gelen o kuvveti ya sınırda, yahut da cephede karşılamalısın. Şayet buna gücün imkânın yetmez de, düşman kuvvetleri sivil halkın içine girmişse, o takdirde mücadele metodunu değiştirmek durumundasın. Aksi halde, yüzlerce hatta binlerce mâsum vatandaşının ölümüne sebebiyet verirsin de, yine de maksadına varamazsın ve istediğin hedefe ulaşamazsın.
Demek ki, işgalden istiklâle doğru giden iki yol var: Biri cephede silâhlı; diğeri olan meskûn mahalde ise, ilmî, fikrî ve siyasî... Tâ ki, sarf edilen emekler zayi olmasın ve en az hasarla netice alınabilsin.
Afyon ve Balıkesir havalisi
Evvelki hafta Afyon, şu geçtiğimiz hafta sonu ise Balıkesir havalisindeydik. Bu arada Bandırma, Sındırgı ve Bigadiç ilçelerini de ziyaret etme fırsatını bulduk.
Kısaca, buralardaki okuyucularımızla görüştük, onlarla hem gündüz, hem de gece geç saatlere kadar süren tatlı musahebelerde bulunduk. Neşriyat ve sair hizmet meselelerimizi görüşüp konuştuk.
Sevinç ve memnuniyetle ifade edelim ki, Anadolu'nun daha başka mahallerinde de oluğu gibi, bu havalideki okuyucularımızı, arkadaşlarımızı da evvelki yıllara nazaran çok daha şevkli ve çok daha dinamik bir faaliyet içinde gördük.
Şahit olduğumuz ciddî ve samimî alâkadarlık, inanın bizlerin şevkini de kamçılayıp moralimizi yükseltti. Diyebilirim ki, bugün dünden çok daha sevinçi ve gelecekten de bir o kadar ümitliyiz.
Gençlere, çocuklara, hanımlara ve hasseten üniversite talebelerine yönelik icra edilen sosyal, ilmî ve kültürel faaliyetler, hakikaten geleceğe dair daha bir şevk ve ümitle bakmamaza vesile oluyor.
Öte yandan, Üstad Bediüzzaman'ın siyasî ve ictimaî mahiyetteki meslek ve meşrebinin daha iyi anlaşılması yönünde duyulan ihtiyaç ve gösterilen alâkanın da takdire şâyân olduğunu ifade etmek durumundayım.
Gazetemizde, bu meyanda haftalardır devam eden neşriyat, okuyucularımız tarafından büyük bir dikkat ve merakla takip ediliyor.
Kısaca, bu noktada da yani hasseten Ahrar–Demokrat çizgiyi daha bir anlama ve bunu daha sıhhatli şekilde yorumlama şuur ve iştiyakı vardır.
Bütün bunları, gidip ziyaret ettiğimiz mahallerde yakînen görmekte ve bundan dolayı da sevinç ve memnuniyetimizi izhar etme ihtiyacını duymaktayız.
Evet, son gittiğimiz Afyon ve Balıkesir havalisindeki kardeş ve ağabeylerimizin, serâpa ihlâs ve samimiyet yüklü o dinamik ve aktif hizmetlerini buradan bir kez daha tebrik ve takdirle yâdediyoruz.
17.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|