Meşrûtiyetin (hürriyetin) ilânından (Temmuz 1908) kısa bir süre sonra, memleketin idaresi İttihat ve Terakki Cemiyetinin eline geçti.
İttihat ve Terakki ise, bilhassa 31 Mart Vak'ası ile başlayan süreçte, Selanik kökenli dönmelerin, Yahudilerin ve farmasonların kontrolü altına girdi.
Böylelikle, 1865'te başlayan Osmanlı Ahrar hareketinin ana rotasından ayrılan İttihatçılar, bozuk, karanlık ve bulanık bir mecraya fiilen de girmiş oldular: Siyasette olduğu gibi, askeriyede ve bürokrasideki kilit noktaları da ele geçirdikten sonra, daha da ileri giderek, gemi azıya aldılar; sağda solda kan dökmeye başladılar.
Artık komitacılıkla iş görmeye başlayan İttihatçılar, fikren mağlûp edemedikleri rakiplerini, bu kez kuvvet ve şiddet yöntemiyle diskalifiye etmeye yöneldiler. Güçlü fikir ve kalem erbabı muhaliflerini birer birer katlederek, koca bir millete gözdağı vermeye yeltendiler.
Hatta, zaman zaman kendilerine yakın gibi görünen kimseleri dahi tetikçiler vasıtasıyla vurup katlettiler: Evet, aynı sene içinde (1913) Hürriyet Kahramanı Resneli Niyazi Bey ile Hareket Ordusu Komutanı ve o tarihte Sadrâzam olan Mahmut Şevket Paşayı katlettirenler, İttihatçı komitacılardan başkası değildir.
Dönmeler, Türkçülüğe sığındı
Meclis Başkanı İttihatçı Talat Beyin işi kotarması sayesinde, padişah için hall kararı çıkartıldı. Gariptir ki, Sultan Abdülhamid'e tahttan indirildiğini tebliğ etmeye giden heyetin başında Selanik mebusu Emanuel Karasso var. Dört kişilik heyetin içinde ise, Ermeni ve Arnavut vardı, ancak Türk milliyetinden bir tek kişi yoktu.
İşte, garipliğin de ötesinde siz şu garabete bakın görün ki, bozuk İttihatçılar, bu tarihten itibaren hummalı bir şekilde Türkçülük ve Turancılık yapmaya başladılar: Yusuf Akçura ile Kırım'dan getirtilen Gaspırali İsmail ve Kürtlerin yüz karası olan Çermikli Kürt Ziya (Gökalp), hemen her tarafta çeşitli ders ve konferanslarla Türkçülük propagandası yapmaya koyuldular.
Esasında, bu kimseler hakikî Türk olmadığı gibi, onların milliyetçilikleri de sahte ve samimiyetsizdi. Asıl maksatları, başka unsurları tahrik ederek onları Türk'e ve Osmanlıya düşman hale getirmek, dolayısıyla bu milletin en büyük kuvveti olan İslâm kardeşliğini bozmak ve baltalamaktı.
Ne yazık ki, bu maksatlarında büyük ölçüde başarılı da oldular. Bir kısım Türklerle birlikte, diğer unsurların da ırkçılık damarını tahrik ederek onları karşı karşıya getirerek, en büyük fitneyi uyandırmış oldular... Müslüman milletler için öldürücü zehir etkisi yapan bu fitnenin ateşi, maatteessüf hâlâ söndürülebilmiş değil.
Bütün hayatını İslâm birliği ve din–imân kardeşliği dâvâsına adayan Bediüzzaman Said Nursî, bir taraftan da "Frengî illeti" diye isimlendirdiği ırkçılık tehlikesini bertaraf etmeye çalıştı.
Aynı şekilde, Bediüzzaman, siyasette de ırkçılık illetinden uzak duran ve kendini büyük ölçüde bu cereyandan muhafazaya çalışan Ahrar–Demokrat misyona daima destek verdi; fikriyatı ve talebeleriyle birlikte onlara her zaman bir "nokta–i istinad" olmaya çalıştı. (Emirdağ Lâhikası, s. 271; 1994 baskısı.)
Felâketler zinciri
Niyazi, Enver ve bir ölçüde Said Halim Paşa gibi, birtakım hata ve kusurlarına rağmen samimî ve hüsn–ü zan sahibi zatları istisna tutarak bakacak olursak, geriye kalan İttihatçıların hemen tamamını "musibet yüzlü adamlar" olarak görmemiz mümkün.
İşte, bu musibet yüzlü adamlar, bilhassa siyasî yönetimi ele geçirdikten sonra, devletin hemen her kademesinde dehşet verici bir kıyım ve tasfiye harekâtına giriştiler. Diplomaside, bürokraside ve özellikle askeriye dairesinde, "gençleştirme" adı altında o güne kadar hiç görülmedik ölçüde bir tasfiyeyi gerçekleştirdiler. En tecrübeli devlet adamlarıyla birlikte, tecrübeli zabitleri (subayları) da bir kalemde emekliye sevk ettiler.
Ordu ve devlet, böylelikle tecrübesizlerin eline ve insafına terk edilmiş oldu.
Tabiî, su uyusa da düşman uyumazdı. Koca Osmanlı'nın acemi çaylakların eline düştüğünü fark eden başta İngiliz ve Rus istihbaratı, önce Balkanlardaki toplulukları tahrik ettiler. 1911'deki İtalyan Harbinin (Libya, Trablusgarp, Ege Adaları) yaraları henüz sarılmamıştı ki, 1912'de bu kez Balkan Savaşı patlak verdi. 1913'te ikincisi tekrarlanan Balkan Savaşları sonrasında, koca Ordu–yu Humayûn—bir–iki istisna dışında—tam bir mağlûbiyet ve perişaniyet içinde gerilemeye ve adım adım mevzi kaybetmeye başladı.
Bundan bir sene sonra ise (1914), perişan ve tecrübeli subaylardan da mahrûm edilen Osmanlı ordusu, bu kez çok daha büyük ve çok daha dehşet verici bir muharebenin içine sürüklendi; adeta yedi cephede yedi düvele karşı bir ölüm–kalım mücadelesinin içine girdi.
Dört yıl (1914–18) devam eden Birinci Dünya Harbinin Osmanlıya toplam insan maliyeti, dört milyon civarında oldu. Mal ve toprak kaybı ise, can kaybına nisbeten çok daha fazla olduğu sonradan anlaşıldı. Zira, koca Arap Yarımadasını dört senedir canla–başla savunan ve yekûnu yüz bini aşan 4. 7. ve 8. Osmanlı orduları, savaşın sonlarına doğru yıkıma uğradı, yahut uğratıldı. İşin içinde "Yıldırım Orduları Komutanlığı" tabusu olduğu için, bu siyah noktayı kısa ve es geçiyoruz.
Dış saldırılara karşı
Haricî düşmanın bütün kuvvetiyle saldırıya geçtiği günlerde, talebeleriyle birlikte harbe iştirak eden ve olanca kuvvetiyle mücadele eden Üstad Bediüzzaman'a, esaret dönüşü şöyle bir sual sorulur: “İttihada (İttihat–Terakki'ye) şedit bir muarız idin; neden şimdi sükût ediyorsun?”
Bu suâle şu cevabı verir Bediüzzaman: “Düşmanların onlara şiddet–i hücumundan; düşmanın hedef–i hücumu onların hasenesi olan azim ve sebatdır ve İslâmiyet düşmanına vasıta–i tesmim (zehirleme vasıtası) olmaktan ferâgatıdır. Bence yol ikidir. Mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik (Ermeni çete reisi) ile beraber Enver’e, Venizelos (Yunan Başbakanı) ile beraber Said Halim’e (Sadrâzam) vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.” (Sünûhât, s. 67–68; 1993 baskısı.)
İşte, kin tutmamak, tarafgirlikle hareket etmemek ve hakperest olmak buna derler: İttihat–Terakki hükümetinin iç politikada izlemiş olduğu haksız ve çirkin uygulamalara rağmen, hariçten gelen bir saldırı karşısında, yine de intikam duygularıyla hareket edilmez ve meselâ bazı siyasîlerin yaptığı gibi "Oh olsun! Ne halleri varsa görsünler" denilmez; belki, müşterek düşman def edilinceye kadar ihtilâflı meseleler askıya alınır ve birlikte omuz omuza mücadele verilir. Ki, Üstad Bediüazzaman ve talebeleri de aynen öyle davranmış.
14.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|