28 Şubat, hedef aldığı Refahyol hükümetini çekilmek zorunda bıraktıktan sonra, ANAP’ın başını çektiği Anasol-M koalisyonunu iş başına getirdi. Bu hükümetin ikinci ortağı DSP, tamamlayıcı payandası da DYP’den koparılanların kurduğu DTP idi. (PKK ile irtibatlı olmakla suçlanan Demokratik Toplum Partisi değil, o dönemde Cindoruk’un başkanlığını yaptığı Demokrat Türkiye Partisi.)
Bu yamalı bohça hükümeti, imam hatiplerin orta kısımlarını kapatıp diğer meslek liselerinin de canına okuyan sekiz yıl kesintisiz eğitim kanunu çıkarıp başörtüsü yasağını daha ileri boyutlara taşıdıktan sonra fazla ayakta kalamadı.
Sonra Ecevit’in azınlık hükümeti iktidar oldu ve 18 Nisan 1999 seçimine bu hükümetle gidildi.
Apo’nun Amerika tarafından paketlenerek Türkiye’ye teslimiyle oluşan siyasî rant DSP’ye yaradı ve Ecevit’in partisi seçimden birinci çıktı.
Ve 18 Nisan seçimi, 28 Şubat gölgesinde yapılan ilk seçim olarak, DSP-MHP-ANAP koalisyonunu iktidara getirdi. Bu hükümetin görevi de diğer 28 Şubat kararlarını hayata geçirmekti.
Nitekim başörtüsü yasağının imam hatiplerle ilâhiyatlara taşınması bu dönemde gerçekleşti.
“İrtica” ile suçlanan dindar memurların devletten tamamen tasfiye edilmesi için hazırlanan kanunları Meclisten geçirmek için de defalarca teşebbüste bulunuldu, ancak sonuç alınamadı.
Bu dönemin ilginç bir özelliği de siyasette AB faktörünün ağırlığını hissettirmeye başlamasıydı. Bu durumun ortaya çıkardığı netice, demokratikleşmeyi öngören AB süreci ile 28 Şubat dayatmaları arasına sıkışan bir Türkiye tablosu idi.
Sonuçta bu tablo da fazla devam edemedi ve iş başındaki koalisyon normal seçim tarihine bir buçuk sene varken erken seçim kararı aldı.
3 Kasım 2002 seçimine bu kararla gidildi.
28 Şubat baskısının iyice ağırlaştığı bir ortamda yapılan 1999 seçimi, kapatılan RP’nin yerine kurulan FP ile Refahyol’daki ortağı DYP’yi geriletirken CHP’yi ilk defa Meclis dışında bıraktı; Anasol-D'nin ortaklarından ANAP ve DTP’ye de pek yaramadı, hattâ DTP tamamen silindi.
3 Kasım seçimi ise, 28 Şubat depreminin artçı şokunun yaşandığı bir seçim oldu. 28 Şubat dayatmalarına payanda olmaya soyunarak hem demokrasiye büyük zarar veren, hem de ekonomide cumhuriyet tarihinin küçülme rekorunu kırdıran koalisyon partileri ağır bir hezimete uğrarken, diğer bazı partiler de karambole gitti.
Buna karşılık, 28 Şubat’ın bir numaralı gerekçesi olarak gösterilen partiden ayrılan kadroların kurduğu AKP’nin önü alabildiğine açıldı.
28 Şubat olmasaydı AKP ortaya çıkar mıydı?
Bu açıdan bakıldığında, AKP’yi ANAP’a benzetmek mümkün. ANAP nasıl 12 Eylül ürünü bir parti olarak öne sürüldüyse, AKP’nin de 28 Şubat müdahalesinden doğan—görünüşte—farklı bir ANAP versiyonu olduğu söylenebilir.
ANAP, ihtilâlin sivil uzantısı olarak tek başına iktidar olduğu sekiz yıl boyunca 12 Eylül düzenini devam ettirdi. Ve 28 Şubat’a da payandalık yaparak ömrünün son demlerini tamamladı.
Görünüşte 28 Şubat’a tepki olarak ortaya çıkan AKP'nin altı yılı aşkın iktidarında da 28 Şubat icraatları yer yer daha da koyulaştırılıp yaygınlaştırılarak sürdürdüldü. 12 Eylül düzeninin temellerinde de kayda değer bir değişiklik yapılamadı.
Yapılan kısmî değişiklikler ise AB sürecinin gereği olarak gerçekleşti. Ama müzakere tarihi aldığımız 17 Aralık 2004’ten bu yana orada da yaprak kıpırdamıyor. 28 Şubat’ın yeni bir hamlesi olan 27 Nisan sürecinde yapılan 22 Temmuz seçimlerinden çıkan sonuç, Köşke Gül’ün seçilmesi ve AKP’nin kapatma dâvâsından kılpayı ile sıyırması dahi bu tabloyu değiştirmedi.
Kapatılmayan, ama kapatılmaktan beter bir vaziyette sürekli bir baskı altına alınan iktidar partisinin durumu, demokrasinin önünü tıkıyor.
Bu gidiş böyle devam ederse, AKP’yi bekleyen âkıbet de ANAP’ın düştüğü halden farklı olmaz.
14.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|