Bir gecekonduda bulunan yirmi yedi el bombasıyla gündeme gelen İstanbul’un Ümraniye semti, aslında bambaşka güzellikleri de bağrında bulunduruyordu. Risâle-i Nur hizmetleri de onlardan biriydi.
Ümraniyeli gönül dostlarımızın dâveti üzerine derse katılmaya gidiyordum. Ankara’dan on dört otobüsüne bindiğimde, yan koltuktaki yol arkadaşıma hayırlı yolculuklar diledim. Kısaca teşekkür etti. Verilen kulaklığı taktı, maâlesef İzmit’e kadar bir daha konuşamadık. Bu arada Cevşen ve gazetemi bitirdim. İzmit’e gelmiştik. Kulaklığını çıkarmasını fırsat bilerek hâl hatır sordum. Elli yaşlarında bir arkadaştı. Sosyal Güvenlik Kurumunda müfettiş olduğunu söyledi. SSK bünyesinde, hastane ve eczaneler arasında gerçekleşen yolsuzluklarla yaptığı mücadele ve tesbitlerinden bahsetti. Başarılı bir müfettiş olduğu anlattıklarından belliydi. Devleti milyarlarca liralık zarara uğratılmaktan kurtarmıştı. Anlattıkları bitince konu mânevî meselelere kaydı. Yüce Yaratıcı tarafından her an teftişten geçirildiğimizi, sürekli iyi veya kötü amellerimizin yazıldığını, mahşer günü ilk hesaba çekilecek amelimizin beş vakit namaz olduğunu, âhiret hayatının bir hayal ve masal değil, bu gecenin sabahı ve bu kışın baharı gibi kat’î bir gerçek olduğundan bahsederek delillerini söyledim. İnançlı bir insan olduğunu ifâde etti. Ancak, ne beş vakit ve ne de Cuma namazlarını kılamadığını, bununla beraber hanımının namaz kıldığını, ikiz olan çocuklarını okuttuğunu, birisinin aynı anda dört, diğerinin üç fakülteyi bitirmeye çalıştığını, bir baba olarak görevlerini yaptığını söyledi. Konu iyice açılmış, zaaflar belli olmuştu. Samandıra’ya kadar sohbetimiz sürdü gitti. Sonunda, Cuma namazlarına başlayacağını ve mümkün mertebe vakit namazlarını da kılmaya gayret edeceğini söyledi ve o günkü gazeteyi vererek terminalde vedâlaştık.
Servise bindiğim zaman telefonum çaldı. Arayan, Ali Yılmazcan Ağabeydi. Servisten indim, buluştuk ve kucaklaştık. Ankara mezunu Mehmet Özer kardeşimle birlikte gelmişlerdi. Yarım saat sonra Ümraniye dershanesine ulaştık. İki yüz yirmi metrekarelik geniş bir dershaneydi. Yüz yirmi metrekaresi salon yapılmıştı. Yüzden fazla cemaat fertleriyle salon oldukça doluydu. İki saat süren ve yirmi üçte biten o akşamki ders hepimiz için bir bilgi ve feyiz kaynağı olmuştu. Bediüzzaman Hazretleri on dört asırdır beklenen ve yolu gözlenen son müceddiddi. Hazret-i Ali’nin (ra) Celcelûtiye ve Ercûze isimli manzum kasidelerinde onun eserlerinin adı da verilerek işâretler edildiği gibi, Gavs-ı Âzam Şeyh-i Geylâni (r.a.) Hazretleri de , kendisinden sekiz yüz sene sonra gelecek ve dinsizlik cereyanlarıyla fikren mücadele edecek olan şahsa ismen hitap ediyordu. Hepsinden öte, Kur’ân-ı Kerim otuz üç âyetiyle, ebced ve cifir hesapları ve mânâlarıyla onu tebşir ve teşvik ediyordu. Âyetlerin sarih mânâlarının altındaki işârî ve remzî mânâlar, Nur Risâlelerini bağrına basıyordu. Biz böylesine kudsî, güneş gibi parlak ve saadet-i ebediye gibi şirin bir dâvânın mensuplarıydık. Nur Risâleleri zor şartlarda telif edilmişti. Kimisi dağ bağ köşelerinde, kimisi de hapishane ve zindanların tecrit koğuşlarında yazılmıştı. Şimdi ise, muhtelif dillerde ve değişik yayınevleri tarafından milyonlarca nüshaları basılmaya devam ediyor. Öyleyse bu eserleri kitap tâkip ederek her gün düzenli bir şekilde okumalı ve hâriçteki binlerce muhtaç insanla paylaşarak iman hizmetine hız vermeliydik. Zira, bir kişinin hidayetine vesile olmak, sahralar dolusu kırmızı koyunu sadaka vermekten daha sevaplıydı. Hususan gençlik hizmetlerine ağırlık vermeliydik. Çünkü bu hizmet, sâir hizmetlerimizin bir cihette lokomotifiydi. Bunun için, mutlaka Nur dershanelerinde işi sadece hizmet olan vakıf elemanlar istihdam etmeliydik. Bu, Üstadımızın ihdas ettiği bir gelenek olduğu gibi, aynı zamanda vasiyetiydi de. Nerede vakıf bir kardeşimiz istihdam edilmişse, genelde ortaya çıkan hizmet tablosu, Üstadın bu tarzını doğruluyordu. Bizler, âsâyiş ve emniyetin mânevî muhafızlarıydık. Mesleğimizin esası müsbet harekete dayanıyordu. Onun için hiçbir fitneye ve anarşiye bulaşmadan bu günlere kadar sâlimen gelmiştik. Aklı başında olan devlet adamları bu hizmete taraftar olmaydılar. Zira iman hizmeti, milletin birlik ve beraberliğinin çimentosuydu. Sohbetimiz bu minval üzere devam etti. Ankara’da yapılan hizmetlerin genel bir özetini de takdim ederek nihayete erdi.
İstanbul’un Ümraniye semtinde nurlu bir akşam yaşamıştık. Başşehir Ankara olmakla birlikte, Osmanlı Devletine asırlarca payitahtlık yapmış olan İstanbul, mânevî hizmetlerin yine merkezliğini yapıyordu. Değişik İslâmî cemaatlere âit binlerce mekânda, on binlerce insan bir araya geliyor ve İslâm’ın yaşanılan bir din olması için canla başla çalışıyorlar. Mensubu olduğumuz ekol de, istihdam ettiği vakıf elemanlarıyla, Nur Dershaneleriyle, neşrettiği gazete, dergiler, seminer ve konferans faaliyetleri ve gençlik hizmetleriyle lokomotiflik vazifesini yerine getirmeye devam ediyor. Şevk-i mutlak içinde cereyan eden bu hummalı hizmet faaliyetleri dalga dalga Anadolu’nun her tarafına yayılıyor. Zira, bizler bileşik kaplar gibiyiz. Bir yerden canlanma başladığı zaman, o her cihete hemen yansımaya başlıyor. Türkiye genelindeki ciddî hizmet hamleleri de zaten bunu gösteriyor.
Aynı akşam yirmi dört otobüsüne bindiğimde, koltuk arkadaşım otuz yaşlarında genç bir televizyon programcısıydı. Ankara’ya hasta olan halasını ziyarete gidiyordu. İzmit’e kadar çeşitli konularda sohbet ettik. Karşılıklı kartvizitlerimizi verdik. Son çıkan “Ölümsüzlük Ülkesine Yolculuk”adlı kitabımı postayla göndereceğimi söz vererek vedâlaştık.
Sabaha karşı Ankara’ya ulaştığımızda, günü birlik gerçekleşen bu hizmetler ruhumda büyük bir sevinç ve inşiraha vesile olmuştu. Sabah namazını yine Pursaklardaki kültür merkezimizin mescidinde, mahalleden gelen cemaat fertleriyle birlikte kılmak nasip oldu. Hâzâ min fadli Rabbi...
11.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|