"Gerçekten" haber verir 11 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Sami CEBECİ

Ümraniye ve İstanbul hizmetleri



Bir gecekonduda bulunan yirmi yedi el bombasıyla gündeme gelen İstanbul’un Ümraniye semti, aslında bambaşka güzellikleri de bağrında bulunduruyordu. Risâle-i Nur hizmetleri de onlardan biriydi.

Ümraniyeli gönül dostlarımızın dâveti üzerine derse katılmaya gidiyordum. Ankara’dan on dört otobüsüne bindiğimde, yan koltuktaki yol arkadaşıma hayırlı yolculuklar diledim. Kısaca teşekkür etti. Verilen kulaklığı taktı, maâlesef İzmit’e kadar bir daha konuşamadık. Bu arada Cevşen ve gazetemi bitirdim. İzmit’e gelmiştik. Kulaklığını çıkarmasını fırsat bilerek hâl hatır sordum. Elli yaşlarında bir arkadaştı. Sosyal Güvenlik Kurumunda müfettiş olduğunu söyledi. SSK bünyesinde, hastane ve eczaneler arasında gerçekleşen yolsuzluklarla yaptığı mücadele ve tesbitlerinden bahsetti. Başarılı bir müfettiş olduğu anlattıklarından belliydi. Devleti milyarlarca liralık zarara uğratılmaktan kurtarmıştı. Anlattıkları bitince konu mânevî meselelere kaydı. Yüce Yaratıcı tarafından her an teftişten geçirildiğimizi, sürekli iyi veya kötü amellerimizin yazıldığını, mahşer günü ilk hesaba çekilecek amelimizin beş vakit namaz olduğunu, âhiret hayatının bir hayal ve masal değil, bu gecenin sabahı ve bu kışın baharı gibi kat’î bir gerçek olduğundan bahsederek delillerini söyledim. İnançlı bir insan olduğunu ifâde etti. Ancak, ne beş vakit ve ne de Cuma namazlarını kılamadığını, bununla beraber hanımının namaz kıldığını, ikiz olan çocuklarını okuttuğunu, birisinin aynı anda dört, diğerinin üç fakülteyi bitirmeye çalıştığını, bir baba olarak görevlerini yaptığını söyledi. Konu iyice açılmış, zaaflar belli olmuştu. Samandıra’ya kadar sohbetimiz sürdü gitti. Sonunda, Cuma namazlarına başlayacağını ve mümkün mertebe vakit namazlarını da kılmaya gayret edeceğini söyledi ve o günkü gazeteyi vererek terminalde vedâlaştık.

Servise bindiğim zaman telefonum çaldı. Arayan, Ali Yılmazcan Ağabeydi. Servisten indim, buluştuk ve kucaklaştık. Ankara mezunu Mehmet Özer kardeşimle birlikte gelmişlerdi. Yarım saat sonra Ümraniye dershanesine ulaştık. İki yüz yirmi metrekarelik geniş bir dershaneydi. Yüz yirmi metrekaresi salon yapılmıştı. Yüzden fazla cemaat fertleriyle salon oldukça doluydu. İki saat süren ve yirmi üçte biten o akşamki ders hepimiz için bir bilgi ve feyiz kaynağı olmuştu. Bediüzzaman Hazretleri on dört asırdır beklenen ve yolu gözlenen son müceddiddi. Hazret-i Ali’nin (ra) Celcelûtiye ve Ercûze isimli manzum kasidelerinde onun eserlerinin adı da verilerek işâretler edildiği gibi, Gavs-ı Âzam Şeyh-i Geylâni (r.a.) Hazretleri de , kendisinden sekiz yüz sene sonra gelecek ve dinsizlik cereyanlarıyla fikren mücadele edecek olan şahsa ismen hitap ediyordu. Hepsinden öte, Kur’ân-ı Kerim otuz üç âyetiyle, ebced ve cifir hesapları ve mânâlarıyla onu tebşir ve teşvik ediyordu. Âyetlerin sarih mânâlarının altındaki işârî ve remzî mânâlar, Nur Risâlelerini bağrına basıyordu. Biz böylesine kudsî, güneş gibi parlak ve saadet-i ebediye gibi şirin bir dâvânın mensuplarıydık. Nur Risâleleri zor şartlarda telif edilmişti. Kimisi dağ bağ köşelerinde, kimisi de hapishane ve zindanların tecrit koğuşlarında yazılmıştı. Şimdi ise, muhtelif dillerde ve değişik yayınevleri tarafından milyonlarca nüshaları basılmaya devam ediyor. Öyleyse bu eserleri kitap tâkip ederek her gün düzenli bir şekilde okumalı ve hâriçteki binlerce muhtaç insanla paylaşarak iman hizmetine hız vermeliydik. Zira, bir kişinin hidayetine vesile olmak, sahralar dolusu kırmızı koyunu sadaka vermekten daha sevaplıydı. Hususan gençlik hizmetlerine ağırlık vermeliydik. Çünkü bu hizmet, sâir hizmetlerimizin bir cihette lokomotifiydi. Bunun için, mutlaka Nur dershanelerinde işi sadece hizmet olan vakıf elemanlar istihdam etmeliydik. Bu, Üstadımızın ihdas ettiği bir gelenek olduğu gibi, aynı zamanda vasiyetiydi de. Nerede vakıf bir kardeşimiz istihdam edilmişse, genelde ortaya çıkan hizmet tablosu, Üstadın bu tarzını doğruluyordu. Bizler, âsâyiş ve emniyetin mânevî muhafızlarıydık. Mesleğimizin esası müsbet harekete dayanıyordu. Onun için hiçbir fitneye ve anarşiye bulaşmadan bu günlere kadar sâlimen gelmiştik. Aklı başında olan devlet adamları bu hizmete taraftar olmaydılar. Zira iman hizmeti, milletin birlik ve beraberliğinin çimentosuydu. Sohbetimiz bu minval üzere devam etti. Ankara’da yapılan hizmetlerin genel bir özetini de takdim ederek nihayete erdi.

İstanbul’un Ümraniye semtinde nurlu bir akşam yaşamıştık. Başşehir Ankara olmakla birlikte, Osmanlı Devletine asırlarca payitahtlık yapmış olan İstanbul, mânevî hizmetlerin yine merkezliğini yapıyordu. Değişik İslâmî cemaatlere âit binlerce mekânda, on binlerce insan bir araya geliyor ve İslâm’ın yaşanılan bir din olması için canla başla çalışıyorlar. Mensubu olduğumuz ekol de, istihdam ettiği vakıf elemanlarıyla, Nur Dershaneleriyle, neşrettiği gazete, dergiler, seminer ve konferans faaliyetleri ve gençlik hizmetleriyle lokomotiflik vazifesini yerine getirmeye devam ediyor. Şevk-i mutlak içinde cereyan eden bu hummalı hizmet faaliyetleri dalga dalga Anadolu’nun her tarafına yayılıyor. Zira, bizler bileşik kaplar gibiyiz. Bir yerden canlanma başladığı zaman, o her cihete hemen yansımaya başlıyor. Türkiye genelindeki ciddî hizmet hamleleri de zaten bunu gösteriyor.

Aynı akşam yirmi dört otobüsüne bindiğimde, koltuk arkadaşım otuz yaşlarında genç bir televizyon programcısıydı. Ankara’ya hasta olan halasını ziyarete gidiyordu. İzmit’e kadar çeşitli konularda sohbet ettik. Karşılıklı kartvizitlerimizi verdik. Son çıkan “Ölümsüzlük Ülkesine Yolculuk”adlı kitabımı postayla göndereceğimi söz vererek vedâlaştık.

Sabaha karşı Ankara’ya ulaştığımızda, günü birlik gerçekleşen bu hizmetler ruhumda büyük bir sevinç ve inşiraha vesile olmuştu. Sabah namazını yine Pursaklardaki kültür merkezimizin mescidinde, mahalleden gelen cemaat fertleriyle birlikte kılmak nasip oldu. Hâzâ min fadli Rabbi...

11.02.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İnsan kâinattan üstündür



Aksaray’dan Kevser Hanım: “İnsan kainâtın misal-i musağğarıdır diyor Üstad. Bizde olan çoğu şey kainâtta da var. Peki, bâtınî duygularımız nasıl görünüyor? Hayal, sır, akıl gibi.”

İnsanın yaratılışına ayrı bir ehemmiyet veren Kur’ân, insanın makâmının “ahsen-i takvîm” olduğunu beyan eder. Devâm eden âyette ise insan için “esfel-i sâfilîn”e kadar bir merdiven indirir.1 Yani ahsen-i takvîmde yaratılan insanın önüne, esfel-i sâfilîne kadar da bir iniş merdiveni bırakıldığı kaydedilir.

Kur’ân, insanın yaratılış mâcerâsına da yer verir: Cenâb-ı Hak meleklere, yeryüzünde kudretinin ihtişâmını gösteren bir “Halîfe” yaratacağını ifâde buyuruyor. Melekler şaşırıyorlar; yeryüzünde fitne çıkaracak ve kan dökecek kimselerin yaratılmasına bir mânâ veremediklerini; eğer mes’ele tesbih, tahmîd ve takdîs ise, onu kendilerinin sayısız bir biçimde yaptıklarını ifade ediyorlar. 2

Cenâb-ı Hak ise hikmeti mûcibince Hazret-i Âdem’i (as) ahsen-i takvîmde yaratıyor; ona isimleri, ilimleri ve bütün kemâlâtı öğretiyor. Emânet-i Kübrâyı uhdesine veriyor.3 Sonra meleklerin acziyetini, Hazret-i Âdem’in de (as) üstünlüğünü göstermek için4 Hazret-i Âdem’i (as) bu yoğun fıtratıyla meleklere arz ediyor. Melekler Allah’ın takdirine boyun eğdiklerini beyan edince, Cenâb-ı Hak melekleri Hz. Âdem’e (as) secdeye dâvet ediyor.5

Kur’ân’ın insanı üstünlük bakımından meleklerle, aşağılık bakımından da hayvanlarla6 mukâyese etmesi ilginçtir ve insanın esfel-i sâfilînle alâ-yı illiyyîn arasında sonsuz bir merdivende yükselmekle mükellef bulunduğuna delâlet eder. Kâinât söz konusu olunca ise Kur’ân, “Biz emâneti semâvâta, yeryüzüne ve dağlara teklif ettik. Fakat onlar yüklenmekten çekindiler”7 buyurur.

Âyet ve hadîslere topyekûn baktığımızda insanın yükselişinin ve ruhunun çeşitli mertebeler kazanmasının kâinâta göre değil, ya meleklerle mukayeseli; ya da doğrudan Allah’ın isimleriyle anlatıldığını görürüz. Meselâ Peygamber Efendimiz (asm) bir hadîslerinde, insanın Rahmân ismini tamamıyla gösterir bir tarzda yaratıldığını beyan buyurur.8

Risâle-i Nûr’da “âlem ve varlık” nokta-i nazarından, insanla kâinât arasında mukayeseler yapılıyor. Fakat bu mukayeseler tamamen insanı tanımaya yöneliktir. Yoksa mânevî derecesi bakımından veya ruhunun yükselmesi ve mertebeler kazanması açısından insan, kâinâtla mukayese kabul etmez. İnsan kâinatın meyvesidir ve küçücük bir misâlidir. Nitekim her meyve, ağacının küçücük bir misâlidir. Ve bu temsil ölçüsüyle insan, makro-plânda kâinatta ne varsa mikro-plânda kendisinde gösterir. Meselâ dünya küresinde olduğu gibi vücudunun üçte ikisi sudur, yani kandır. Damarları yeryüzünün ırmakları gibidir, kemikleri dağları gibidir, nefsi şeytanın desiselerine kulak verir durur. Heva, heves ve arzuları çoğu zaman şerir mahlûklar gibidir. Hayali misâl âlemi gibidir. Sırrı, gizli ve gaybî âlemler gibidir, meselâ ahiret âlemi gibidir. Vicdanı, mahşerdeki Mahkeme-i Kübra gibidir. Aklı levh-i mahfuz gibidir.

Fakat insan kâinattan üstündür. Nitekim kâinât bir araçtan ibârettir. Amaç olmadığı gibi, mânevî müsâbakada kâinatın yeri de yoktur. Dolayısıyla insan mâhiyet ve cismâniyet açısından kâinâtın bir küçük misâlini teşkil etmekle berâber; îman ettiği dakîkada, kazandığı mertebeler yönüyle kâinâtı geçer, geride bırakır.

Bedîüzzaman Hazretlerine göre, Allah’ın bütün isimlerinin cilvesine9 ve nakş-ı azamına10 mazhar olan insan, kâinâtın sultanı gibi bütün kâinâtın duâsını kendi duâsı içine almakta; ve bir umûmî kul ve umûmî vekil makâmında doğrudan, tamâmını Cenâb-ı Hakk’a arz etmektedir. Namazdaki “İyyâke na’büdü ve İyyâke nesta’ıyn” ifâdeleri de bu yüksek vekillik ve “ahsen-i takvîm” makâmına işâret etmektedir.11 Her îman sahibi insan, namaza durduğu anda kâinâtın ötesine geçmiş, kâinâtı aşmış, bütün varlıkları ve âlemleri arkasına almış; doğrudan Allah’ın huzûruna yükselmiştir.12 Cenâb-ı Hak, İslâmiyet’i nasip etmekle insanı ulvî ve nûrânî bir külliyete; mârifet ve muhabbeti vermekle de insanı her şeyi ihâta eden bir nûra çıkarmıştır.13

Netîce îtibariyle insan, ulvî kemâlâtıyla, yüksek fıtratıyla, yüksek istidât ve duygularıyla ve derinliğine sonu olmayan vicdânıyla bütün mevcûdâtı ve kâinâtı kuşatan ve geride bırakan bir kâbiliyette yaratılmıştır.14

Dipnotlar:

1- Tîn Sûresi, 95/4,5

2- Bakara Sûresi, 2/30,31,32

3- Ahzâb Sûresi, 33/72

4- İşârât’ül-İ’câz, s. 258

5- Bakara Sûresi, 2/34

6- A’râf Sûresi, 7/179; Furkân Sûresi, 25/44

7- Ahzâb Sûresi, 33/72

8- Buhârî, İsti’zân, 1

9- Sözler, s. 118, 282

10- Sözler, s. 628

11- Sözler, s. 288

12- Sözler, s. 525

13- Sözler, s. 324

14- İşârât’ül-İ’câz, s. 258, 259

11.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cennet ne kadar izah edilebilir?



Cenneti, Cennette olup bitenleri anlamakta insan zorlanıyor. Neden mi? Cenneti dünya şartları içinde düşünüyor da onun için. Oysa Cenneti Cennetin şartları içinde düşünmek gerekir. Her şeyin yüz kere, bin kere inkişaf ettiği; dağı, taşı, ağacı canlı olan bir Cennette insanın çok daha mükemmel olması kadar tabiî birşey olamaz.

Canların çekeceği, gözlerin zevk alacağı her şeyin bulunduğu sonsuz mutluluk diyarında1 herbir kişiye yüz kişinin kuvveti verilir.2 Cisimler ruh kuvvet ve hafifliği ve hayal sür’atinde hareket eder; yüz bin yerde bulunup yüz bin huriyle sohbet edip yüz bin tarzda zevk alabilir.3

“Bu nasıl mümkün olabilir?” diye bir soru akla gelebilir.

Sözler’de belirtildiği gibi bu karanlıklı, daracık dünyaya bakın! Güneş bir anda sayısız aynalarda ısı, ışık ve ışığının yedi rengiyle hazır bulunduğu gibi nuraniyet kazanmış bir zat da bir anda çok yerlerde bulunabiliyor. Cebrail Aleyhisselâm bin yıldızda bir anda, hem Arş’ta, hem huzur-u Nebevîde, hem huzur-u İlâhîde aynı anda bulu-nabiliyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm haşirde ümmetinin müttakîleriyle aynı anda görüşebilir, dünyada sayısız makamlarda bir anda görünebilir. Halktan herhangi biri rüyada bazan bir dakikada bir sene kadar işler görebiliyor. Herkes ruh, kalp ve hayalen aynı anda pekçok yerlerle irtibata geçebiliyor.

Elbette nuranî, kayıtsız, geniş ve ebedî olan Cennette, cisimleri ruh kuvvet ve hafifliğinde, hayal sür'atinde olan ehl-i Cennet aynı anda yüz bin yerde bulunup yüz bin huriyle sohbet edip yüz bin tarzda zevk alması o ebedî Cennete, sonsuz rahmete lâyıktır. Muhbir-i Sadık’ın haber verdiği gibi hak ve hakikattir.

Bununla birlikte bu küçücük akıl terazisiyle o muazzam hakikatler tartılmaz.

İdrak-i meâli bu küçücük akla gerekmez.

Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.4

Dipnotlar:

1- Zuhruf Sûresi: 71.

2- Tirmizî, Cennet: 6.

3- Sözler, s. 462-463.

4- A.g.e..

11.02.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İki eksenli siyaset



Osmanlı devlet sisteminin ınkıraza doğru gittiğini ve yakın bir gelecekte yıkılmasının artık mukadder bir âkıbet olduğunu görenlerin başında, yine Namık Kemâl ve Ziya Paşa gibi basiretli edipler, şairler geliyor.

Onlarla birlikte samimane bir niyet ve gayretle çare arayışına giren diğer bazı şahsiyetleri de şu şekilde sıralamak mümkün: Şinasî, Agâh Efendi, Ebuzziya Tevfik (Yeni Osmanlılar kitabının yazarı), Mahmut Celaleddin Paşa (Prens Sabahaddin'in babası), Ahmet Rıza Bey, Ali Suavi...

İçerde Yeni Osmanlılar, Avrupa'da ise Jön Türkler diye isimlendirilen bu grubun üyeleri arasında zaman zaman ihtilâflar çıkmıştır. Normaldir. Önceleri Sultan Abdülaziz, ardından Sultan Abdülhamid, grubu dağıtmak ve çökertmek için, zaman zaman müdahil olmuş ve etkileyici taktikleri kullanmışlardır.

Ancak, buna rağmen, muhtemel bir inkıraza karşı düşündükleri çare arayışına devam etmişlerdir.

Namık Kemâl ve dâvâ arkadaşlarının düşündükleri ve hayata ikame etmek istedikleri çare, sistemin temel taşları olarak inandıkları hürriyet, meşrûtiyet ve adâlet mekanizmasının hakkıyla oturtulmasıydı.

Bunlar hayata geçirildiği takdirde, Osmanlı'daki monarşik devlet sisteminin yıkılmasından dolayı herhangi bir korku ve endişe içine girmeye gerek kalmazdı.

Büyük bir azim ve irade ile sürdürülen gayretler, 1876'da nihayet semeresini verdi: Meşrûtiyet ilân edildi, Anayasa kabul gördü ve parlamenter sistem hayata geçirildi.

Ne var ki, hamiyet sahiplerini sevince gark eden bu durum uzun sürmedi. 93 Harbi denilen Osmanlı–Rus Savaşı (1877–78) sebebiyle, herşey değişti ve yeniden "eski hâl"e dönüş yapıldı.

Haliyle, hürriyet ve meşrûtiyete inananların mücadelesi de durmadı, olanca hızıyla devam etti; ancak, daha ziyade hudut haricinde olmak üzere...

Ayrışma başlıyor

Namık Kemâl'in 1888'de vefat etmesiyle birlikte, bir ismi de "Ahrar–ı Osmaniye/Osmanlı Hürriyetperverleri" olan Jön Türkler arasındaki ihtilâf da iyice belirginleşmeye başladı.

Nitekim, bundan bir yıl sonra (1889) Askerî Tıbbiyeliler arasında gizli bir grup hareketinin teşekkül etmeye başladığı görüldü. Süreç içinde değişik isimler kullanan bu grup, nihayet 1902'de İttihat ve Terakki Cemiyeti şeklini aldı.

Gariptir ki, bu ismin ortaya çıkmasıyla birlikte, eski isimlerin hemen tamamına adeta sünger çekildi. Artık varsa–yoksa İttihat ve Terakki...

Başlangıçta Mizancı Murat, Prens Sabahaddin gibi liberal ve hürriyetçi görüş sahiplerinin etkili olduğu bu cemiyet, özellikle Selanik kökenli dönmelerin merkezî yönetime sızmaya başlamasıyla birlikte bozulmaya yüz tuttu.

Bu cemiyette ayrışma ve bölünme, 1902'de Paris'te yapılan I. Jön Türk Kongresinden sonra iyice belirginleşti. Jön Türkler, İttihat–Terakki ile Ahrarlar olarak resmen ikiye ayrıldı.

Ahrar grubun liderliğini Prens Sabahaddin ve Mizancı Murat Beyler, İttihatçıların liderliğini ise milliyetçi geçinen Rıza Bey yapmaya koyuldu.

Böylelikle, 1908 Türkiye'sinde suyüzüne çıkacak ve yıllar yılı rekabetkârâne devam edecek olan iki eksenli siyasî yapı, devlet ve millet hayatında kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı.

Bunlardan birincisi olan Ahrar'ın en büyük dayanağı, iktidara gelmek için milletin hür iradesine dayanmak iken, İttihatçılarn en büyük kozu ise, komitacılık mantığıyla devletin içine sızmak ve iktidar uğruna icabında güç kullanmaktan çekinmemek.

İşte, son yüz yıllık "Demokrasi ve darbeler tarihi"miz, bu iki anlayış ve iki eksen etrafında şekillenerek süregeledi.

Ahrar ve Demokratlara ikişer darbe

Bediüzzaman Hazretleri, 1950'li yılların sonlarında kaleme aldığı bir mektubunda şimdiki Demokratları Meşrûtiyet devrinin Ahrarları olarak gördüğünü ifade ederken, aynı misyona sahip olan bu partilerin dehşetli ikişer darbeye mâruz kaldığını ve kalacağını şu ibretnümâ sözlerle ifade ediyor:

"Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad–ı Muhammedî efradının çoklarını astılar. Ve 'Ahrar' denilen Demokratları kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar. Aynen öyle de, şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları din aleyhine sevk etmek veya kendileri gibi tahribata sevk etmek istedikleri kat’iyen tebeyyün ediyor.

"Şimdi de aynen İttihad–ı İslâmdan olan Nurcular, büyük bir yekûn teşkil eder. Demokratlara bir nokta–i istinaddır. Fakat Demokrata karşı eski partinin (CHP'nin) müfrit ve mason veya komünist mânâsını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi (Aciptir ki, DP'ye karşı yapılan 27 Mayıs 1960 ve AP'ye karşı yapılan 12 Eylül 1980 darbelerini haber veriyor) Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar." (Emirdağ Lâhikası, s. 271; 1994, Yeni Asya N.)

V E F İ Y Â T

Aziz ve muhterem ağabeyimiz Aziz, Şevket ve Halil Özbey kardeşlerin annesi Rahime Hanım ile İsmail ve Necat Şen kardeşlerin babası, ağabeylerimiz Ramazan ve Hüseyin Çakır'ın dayıları Reşat Şen, Dâr–ı Bekà'ya irtihal etmişlerdir.

Merhum ve merhumeye Cenâb–ı Hak'tan rağmet ve mağfiret diler, yakınlarına taziyetlerimi sunarım. MLS Açılım ve devrimler Umumî kanaate göre, CHP'nin "çarşaf ve Kur'ân kursu açılımları", oy hesabına yönelik birer "çalım"dan ibaret. Yani, bu açılımların samimiyet ve ciddiyetle bağdaşır bir yönünün bulunmadığı kanaati var. Ancak, bu açılımlara yine de farklı şekilde tepki gösterenler yok değil: Kimileri bu tür gelişmelerden memnun olduğunu söylerken, kimileri tereddütlü yaklaşıyor ve kimileri de zehir–zemberek tepkiler düzmekten geri durmuyor. İşte, şu üçüncü gruba girenlerden biri de Sabah gazetesi yazarı Hıncal Uluç'tur. Uluç, "Bu CHP'ye oy vermek Cumhuriyet'e ihanettir" başlığıyla çıkan 7 Şubat 2009 tarihli yazısında, ortalığı adeta yangın yerine çeviriyor ve şu ateş–pâre lâfları peşisıra diziveriyor: "Bir parti, kurucusu Atatürk'e ve onun ilkelerine ancak bu kadar ihanet eder. Yahu Deniz Hocam! Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın. Çarşaf açılımının ardından gelen 'Her mahalleye Kur'ân Kursu' karşı devrimi, bir seçim hilesi değil de nedir? Kime yutturuyorsun? "Her mahalleye Kur'ân Kursu"nun ucunun ne kadar açık olduğunu, memleketi nerelere götürebileceğini görmekten, düşünmekten de mi acizsin hocam, yoksa oy hırsı gözlerini kör mü etti? "Peki, kara çarşaf açılımının, Atatürk'ün 'Efendiler buna şapka derler' diye başlattığı kıyafet devriminin hem de tam özüne tükürmek olduğunu bilmez misin sen?"

11.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bediüzzaman’ın siyasete yaklaşımı



Kimileri ötede beride Bediüzaman Said Nursî hayatta olsaydı, filan partiye oy verirdi, diye yazıyor, konuşuyor. Önce şu tesbiti yapalım:

Bediüzzaman eserleriyle hayattadır ve hangi partiye oy verdiğini ve vereceğini yazmış, fiilen göstermiş ve sözlü olarak da izah etmiş.

Bediüzzaman hayattadır. Zira, ortaya koyduğu Kur’ânî ve Nebevî siyasî-içtimaî ana ölçü, prensip ve şablonları günlük değil, aktüalitesini kaybetmiyor, istikbali tarıyor. Takip edelim:

1- “Neşrettiğim umum makâlâtımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım (ısrarlıyım). Şayet zaman-ı mâzi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.

“Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ (akıllı eleştirmenler) mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celb olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.”1

2- “Lillâhilhamd, Risâle-i Nur, bu asrı, belki gelen istikbâli tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalar ile körlere de göstermiş.”2

4- “Elhâsıl, şu kitap, tarafımdan cevap, onların cânibinden suâl etmek vazifesiyle mükelleftir. Hem de siyâset tabiblerine, teşhis-i illete (siyaset doktorlarına hastalığı teşhise) dâir hizmet ile muvazzaftır (görevlidir).”3

5- Risâle-i Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez. Herbirinin, kendi makâmında riyâseti var ve bu zamanı tenvir eden bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyedir.4

6- Risale-i Nur, yalnızca iman dersi değil, içtimâî dersler de verir.

Bu ifadelerden rahatlıkla şu hususu anlayabiliriz: Risale-i Nur, meselelere günlük ve konjonktürel yaklaşmaz. Asırları tarayan temel prensipler ve ölçüler çerçevesinde yaklaşır.

Bediüzzaman’ın siyasete yaklaşımı, konjonktürel, maddî menfaat adına değildir. İstismar edileceğini bildiğinden de, oyunu ilân ederek Ahrarlar / Hürriyetçiler / Demokratlar için kullanıyor.

“Kur’ân ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum”5 diyor.

Ayrıca, o, siyaseti günlük olarak değerlendirmez ve şahıslar zaviyesinden yaklaşmaz.

Bediüzzaman, çoğunluk veya iktidar olandan yana değil, ahrarlar, yani hürriyetçiler, demokratlardan yanadır.

Meselenin bu boyutunu da bir sonraki yazımızda ele alalım.

Dipnotlar:

1- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 50.

2-Kastamonu Lâhikası, s. 6.;

3-Münâzarât, s. 20.;

4-Hizmet Rehberi, s. 23.;

5-Emirdağ Lâhikası, s. 422.

11.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Ali OKTAY

GÖNÜLDEN DİLE



“Biz sûretiz aslımız hakdır bizim

Ol İlâha hamdimiz çoktur bizim

Kusur günah yanlış hep biz de ama

Ondan gayrı kimsemiz yoktur bizim”

Semih Sergen

Neyzen Tevfik

Ney denince akla ilk gelen isimlerden biridir Neyzen Tevfik. Tabiî pek çoğumuz sanırım ney‘deki ustalığından çok, ilginç hayat hikâyesi, şiirleri, neredeyse bir atasözü, deyim gibi dilimize yerleşen sözleri ve hazır cevaplığıyla hatırlıyoruz. İlginç hayat hikâyesi dedim ya meselâ Neyzen Tevfik alkol alışkanlığı ile bilinir, ama çocukluğunda hafızlığa çalıştığı, medrese eğitimi aldığı pek bilinmez.

Soyadı Kolaylı olmasına rağmen Neyzen Tevfik olarak tanınmıştır. 1879 yılının 7 Mart günü Bodrum’da doğmuştur. Hıfza biraz çalıştı ise de hafız olamadı. Yakınlarının Hafız demesi bundandır. Çocukken sık sık sara nöbetleri geçirdiği için götürdükleri bir doktor, onu serbest bırakmalarını, ne istiyorsa onu yapmasını öğütlemişti. Ney’i görünce gönlünü kaptırmış, babası başa çıkamayacağını anlayınca oğlunu İzmir Mevlevîhanesi şeyhi Nureddin Efendi’ye teslim etmişti. Neyzen bu mutluluğunu şöyle dile getirir:

“Nota ile meşke devam etti şöyle birkaç mah

Sema’a mutrib’e girdi ney elde, başta külah ‘’.

1900 yılında İstanbul’a gelir. Fatih’teki Fethiye Medresesinde öğrenimini tamamlamak istemiştir. Dört yıl boyunca sarık sararak dinî kıyafetle dolaşır. Bir yandan dönemin ünlü müzik adamlarını tanırken bu sıralarda sonraki hayatını etkileyecek içki alışkanlığını da edinir ne yazık ki. Bu durumu kendi dizelerinde şöyle dile getirir:

“Heyhat söndü şevkim, şevkemli bende söndüm

Hanlarda sürüne sürüne Âşık Garib’e döndüm. ’’

Bu arada şöhreti gittikçe yayılmakta herkesi hicvetmekte, rastgele ney çalmakta ve sefil bir hayat sürmektedir. Sultan Abdülhamid'i eleştirdiği için birkaç kez tutuklandı. Mısır’a gitti, birkaç yıl sonra tekrar döndü.

“Yağlayıp pullayarak kendimi attım Mısır’a

Şevk-i hürriyetle kendimi verdim hasıra’’

der o seyahatini anlatmak için.

Annesinin ısrarı üzerine 1910 yılında bir din adamının kızı ile evlendi ise de kısa süre sonra boşandı. O yıllarda Akşam Gazetesi onun için deli diye bahsedince:

“İçmişim ben bu zıkkımı otuz yıl naçar

Bu zehir ki beşeri tehlikeye dâvet eder

İçen elbet olur maskara-i matbuat’’ diye yazar.

Kendini anlattığı bir şarkı sözünde

“Gitti gelmez gönül virane kaldı

Ne sabre mecal ne takat kaldı

Yadınla teselli bahane kaldı

Üç beş gün ömür var daha ne kaldı. ’’

Bir konuşmasında "Hayatımda iki şeye sahip olamadım" der. Biri para biri uşak. Paraya sahip olamadım, çünkü onda saklamaya kesemi doldurup üstüne düğüm üstüne düğüm vurmaya lâyık bir değer bir kıymet görmedim. ’’

Merhum Mehmet Akif Ersoy, durumuna üzüldüğü Neyzen Tevfik’i bu durumdan kurtarmak için çok uğraşmış çok çabalamış ancak başaramamıştır. Bunu teyiden geçen sene bir gazetede röportajını okuduğum bir Hak dostu Bandırmalı Ali Öztaylan’ın aktardığı hatıra aklıma geldi: Eski bir Osmanlı insanı olan merhum Ali Efendi gazetedeki sohbetinin bir yerinde Neyzen Tevfik’le ilgili hatırasını şöyle anlatmıştı:

"Bir gün Neyzen Tevfik’i hastanede ziyarete gittim. Neyzen Tevfik, Ali Efendiye ne sebeple kendisini ziyarete geldiğini sorar. Ali Efendi de kendilerinin Mehmet Akif’in dostu olduğunu bildiği için ziyarete geldiğini söyler söylemez Neyzen Tevfik avazı çıktığı kadar

"Âkif’im Âkif’im" diye bağırır kendini yerden yere atar ve kendinden geçer. Daha sonraları da Neyzen Tevfik yine bu zatın kollarında vefat etmiştir.

Evet, çocukluğunda hıfza çalışıp, medrese eğitimi alırken gençliğinde bir anda hayatın cazibeli yalancı dünyasına kapılıp içkinin kucağına düşen ve belli ki ölene dek bunun ıztırabını hisseden yaşayan bir insan portresi var karşımızda: Neyzen Tevfik. 28 Ocak 1953 tarihinde vefat ettiğinde Mevlevî şeyhi Remzi Dede Neyzen için vefat tarihini şu şiiriyle düşer:

“Remzi tarihin yazarken çekdi bir âh-ı hazin

Gitti Neyzen elde mey, Kevser şarabın içmedi. ’’

11.02.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Cevher İLHAN

Siyasetin “dinî açılımları” (2)



CHP’nin “çarşaflılar da bu ülkenin insanı ve onların çocukları şehid oluyor” söylemiyle başlayan ve bir belediye başkan adayının mahalle evlerinde yabancı dil ve becerî kurslarının yanı sıra isteyen vatandaşlara müftülükçe Kur’ân öğretilebileceği açıklamaları, bu parti ekseninde siyasetin dinî açılım ve hizmetlerini bir defa daha gündeme getirdi.

İşin ilginç yanı, Baykal’ın çarşaflılara rozet takmasının, öteden beri “laiklik” gerekçesiyle dinî özgürlüklere soğuk bakan ve her darbe ve ara dönemde “irtica” bahanesiyle başörtüsü ve tesettüre karşı gelen mahfilerde olduğu gibi diğer siyasî zeminlerde de ciddî tartışmalara yol açması oldu.

Oysa önemli olan, baştan beri “medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen umdeler”in peşine düşen, “dinden tecrit” mânâsındaki inkılâpları esas tutan, millete hizmet yerine “acib ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bâzı memurlara veren,” “mekteplerdeki yeni öğretim metotlarıyla Kur’ân’ı ortadan kaldıracak ve bu sûretle milletin İslâmiyetle olan alâkasını kesecek dehşetengiz plânı çeviren müthiş fitne”ye âlet olmuş siyasetin, bu gerçeğin farkına varmasıydı. Hangi sâikle olursa olsun milletin değerleriyle barışma anlamına gelen dinî özgürlük açılımlarının kabullenilmesi, demokratik Cumhuriyetin ayrıklardan azâde olması ve siyasetin saptırmalardan kurtarılmasıydı…

Bu bakımdan, Baykal’ın yolunu kesip “Çarşafı meşrulaştırdınız!” diye çıkışan bazı partililere, İslâm inancının icabı tesettürün gereği çarşafı “Türkiye’nin bir gerçeği” kabul edilip, “kimsenin özel yaşamında nasıl giyineceğine karışmaya hakkımız yok; hoşgörülü olalım ve düşmanlık yapmayalım” çağrısı, siyasetin geldiği seviye açısından oldukça önemli.

Siyasetçilerin “sözleri” ile “icraatları” arasında “uygunluk” ve “tutarlılık” aramak ve en azından bundan böyle çelişkilerden arınmasını istemek, elbette halkın en tabiî hakkı. Ancak gelinen noktada CHP Genel Başkanı’nın üstüne basa basa, “Her insan nasıl uygun görürse, âilesinden, geleneğinden gördüğü şekilde giyinebilir, kuşanabilir, bunu saygıyla karşılamalıyız. Olan bu şeklini de düşmanlık konusu yapmayalım” cümlesi, siyasetin milletin değerleriyle buluşması bakımından fevkalâde ehemmiyetli…

CUMHURİYET’İN BİRİNCİ

MECLİSİNDE İLK DERS VE İKAZ…

Gerçek şu ki 1920’lerden beri hakkında hiçbir yasa hükmü olmamasına rağmen “kıyafet ınkılâbı” uydurmasıyla tamamen keyfî ve kanunsuz olarak kadınların kılık ve kıyafetlerine ilişen zihniyete karşı Baykal’ın, “Benim çarşafı ne ‘meşrulaştırmaya’, ne de ‘gayr-ı meşrulaştırmaya’ gücüm yetmez; bu Türkiye’nin toplumsal bir parçasıysa bunu herkesin doğal karşılaması lâzım” tesbiti, siyasetin milletin değerlerine saygıyı esas alan kayda değer işâretler taşımakta…

Bediüzzaman, bu husustaki ilk ve açık ikazını Osmanlının son devrinde işgale karşı bağımsızlık mücadelesiyle beraber inanç, ahlâk ve mâneviyat takviyesinde bulunmakla başlar. Gemilerle getirdikleri fıçılarla içkiyi İstanbul’un içine salan işgalcilerin en büyük tahribatı ve “iltiyam olunmayacak (onulmayacak-iyileşmeyecek) yarayı gençliğin ve toplumun ahlâkında ve mânevî hayatında açtıklarını” belirten Bediüzzaman, ilim adamlarıyla bir araya geldikleri Müderrisler Cemiyetinde ve kurulan Hilâl-i Ahmer (Kızılay) Cemiyetinde yer alıp, maddî mücadeleyle birlikte irşad ve neşriyatla tebliği de yapar.

İstiklâl Savaşından sonra ısrarla dâvet edildiği Ankara’da 9 Kasım 1922’de mebusların “Riyâset-i Celileye (Yüksek Meclis Başkanlığına)” sunduğu, “Vilâyet-i Şarkiye ulema-yı benâmından (meşhur âlimlerinden) olup Anadolu gazilerini ve Meclis-i Âliyi ziyaret etmek üzere İstanbul’dan buraya gelerek samiin (dinleyici) locasında bulunan Bediüzzaman Said Efendi Hazretlerine hoşâmedi edilmesi (hoş geldin merâsimi yapılması) teklifi”yle Meclis’te samimî ve candan alkışlar arasında karşılanan ve kürsüye gelip zafer için duada bulunan Bediüzzaman, peşinden 19 Ocak 1923’te neşrettiği on maddelik beyânnâme ile zaferin ardından Cumhuriyetin ilk Meclis’inde ilk ders ve ikazı yapar…

“Ey mücâhidin-i İslâm ve ey ehl-i hall ve akd (yasama ve yürütme mensupları)” başlıklı beyânnâmede, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in ve mebusların, elde edilen zafere bir şükür olarak öncelikle İslâm’ın esaslarına ve Kur’ân’ın emirlerine bizzat riâyet etmesinin lüzûmunu izâh eder. Ahlâkta ve sefâhette Avrupalıların bozuk medeniyetinden gelen kötülükler ve din dışı bid’atlar yerine, “cumhur-u mü’minin” denilen halkın kahir ekseriyetinin inanç ve değerlerine bağlı kalmalarının ehemmiyetini belirtir. (Tarihçe-i Hayat,125-127 )

SİYASETİN MİLLETLE

BULUŞMASI HAYRA ALÂMET…

Bu konuda devletin ve siyasetin içinde bir nev'î “birinci muhatap” olan ve Bediüzaman’ın sözkonusu tahribatta ancak yüzde beşini sorumlu tuttuğu Halk Partisi’nin başında bulunduğu rejimin temel doktrini haline getirilen “ladinî (din dışı) esas” yanlışından kurtulması ve devletin milletle buluşması çağrısında bulunur. Tek parti devri boyunca “lâikliğin bîtaraf kalmak” olduğunu, devletin hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefâhetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmemesi gerektiğini belirtir. Cumhuriyeti, “dinsizlik hesâbına imânına ve ahiretine çalışanları mes’ul edecek kânunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmesi”nden sakındırır. (Tarihçe-i Hayat, 358)

Halk Partisi’nin şahsında devletin “medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhâfaza ve üç-dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutma” tavrından vazgeçmeye, “bilhassa an’ane-i diniye hakkında inkılâpların icbarıyla (zoruyla) yapılan tahribatların tâmirine çalışılmasını” tavsiye eder. (Emirdağ Lâhikası, s. 191). Bediüzzaman, Meclis’teki ilk beyannâmesinden devlet ve hükûmet makamlarına gönderdiği mektuplarda ve mahkemelerdeki müdafaalarda, bütün siyasî partileri ve siyasetçileri ve devleti bu milletin değerlerine saygıya davet eder. Neticede siyasetin halkın değerlerine saygısı ve milletle buluşması işaretleri hayra alâmet. Bunun içindir ki bu gelişmeler, günübirlik siyasî hesap ve kıskançlıklarla politik kavgalara kurban edilmemelidir.

Siyaset, hâlâ siyasî rekâbet hissiyle, “Nasıl oldu da birden aklınıza geldi, milletin taleplerini birden bire hatırlamanın sırrı ne?” sorusuyla açığa çıkan eden politik halet-i ruhiyeden sıyrılmalı. Bediüzzaman’ın dikkat çektiği, “umûmun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihnhiyetiyle kendi meslektaşlarına (siyasî partisine) daha ziyâde has göstermekle, kavi (büyük) bir ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek” olan “siyaî tarafgirlik tahriki”nden uzak durulmalıdır…

Eğer gerçekten dine ve mukaddeslere hizmette samimiysek…

11.02.2009

E-Posta: [email protected]





Faruk ÇAKIR

Barışın yolu adaletten geçer



Son günlerdeki tartışmalardan biri de, ‘kavga’ların diplomatça yapılması gerektiği yönündeki tartışmadır. Uluslar arası ilişkilerde ‘söz’ler apaçık bir şekilde söylenince rahatsızlıklara sebep oluyor. Elbette belli ölçülerde ‘diplomasi’ye dikkat etmek lâzım, ama diplomasi kavramı gerçekleri perdeliyorsa, haksıza destek anlamı çıkıyorsa o noktada ‘hakkın hatırını ali’ tutmakta fayda var.

Küba’nın Ankara Büyükelçisi Ernesto Gomez de, Amerika özelinde dünyanın Ortadoğu’ya bakışını yorumlarken hakkın hatırını yüksekte tutan değerlendirmelerde bulunmuş. Muhtemelen bu değerlendirmeler bazı ‘monşer’lerce uygun görülmeyecek. Fakat Küba Büyükelçisi Gomez’e de hiç kimsenin ‘tecrübesiz’ demeye dili varmaz. Gomez, Türkiye’den önce Şam, Amman ve Bağdat’da da görev yapmış. Anlayacağınız hem bölgeyi biliyor, hem de dünyayı tanıyor. “Filistin: Adaletin Çarmıha Gerilişi” adlı bir kitap yazdığını da ifade eden Küba’nın Ankara Büyükelçisi Ernesto Gomez’in dikkat çekici tesbitlerinden biri demek gerekecek. Cumhuriyet’in (8 Şubat 2009) sorularını cevaplandıran Gomez’in tesbitleri şöyle:

*İran zaten nükleer programında nükleer silâh üretmeyeceğini açıkladı. Ben İran’a ABD’den daha çok güveniyorum. Aynı bölgede İsrail’in 200’ü aşkın nükleer silâha sahip olduğu biliniyor.

*İran komşularının topraklarını işgal de etmiyor. Oysa İsrail Suriye’nin, Lübnan’ın topraklarını uzun yıllardır işgal altında tutuyor. BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail aleyhinde alınan kararların listesini yaparsak epeyce uzun bir metinle karşılaşırız.

*ABD’de politikaları belirleyen başkan değil. Bunda birçok unsur var. ABD’deki Siyonist lobi çok güçlü. Burada Yahudi lobisinden değil, Siyonist lobiden söz ediyorum. Bunlar ırkçı köktencidir. ABD’nin, Irak’ı işgal etmesinin en büyük sebeplerinden birisi de bu lobinin çalışmalarıdır. (...) Dilerim Obama yönetimiyle birlikte onlar güçlerinden epeyce kaybederler.

*ABD kendi çıkarlarını korumak adına zekice davranırsa Ortadoğu için barışçı bir çözüm bulması gerekir. Ama barışın içinde adaletin de olması zorunludur. İslâma karşı başlatılan savaşta barışa varılamaz.

*Ortadoğu’da sorunların çözümü için BM Güvenlik Konseyi’nde bugüne kadar kabul edilmiş pek çok karar var. İşe oradan başlamak lâzım. Eğer ABD sorunları barışçı yollardan çözmemekte ısrar ederse dünyada kendisine karşı çok büyük nefret duyguları oluşacaktır. Nefreti doğuran adaletsizliktir. Nefret beraberinde şiddeti getirecektir. O sebeple adaletin oluşturulması gerekiyor ki, barışa varılsın. Başkalarını sömürerek, egemen ülkelerin topraklarını işgal ederek yaşayan insanlara duyulan nefret, iyice körüklenecektir.

Şimdi bu tesbitlere kim, hangi gerekçelerle karşı çıkacak? İsrail’in hem işgalci, hem de dünyaya rağmen nükleer silâhlara sahip olduğu doğru değil mi? ABD’nin ‘tarihî yanlış’ı olan Irak işgalini siyonist lobiler desteklemedi mi? İslâma karşı başlatılan savaşla barışa varılabilir mi? Başkalarını sömürerek dünya barışı temin edilebilir mi?

Boşuna ‘Adalet mülkün temelidir’ denilmemiş!

11.02.2009

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

Amerikan vahşi kapitalizminin yükselişi ve düşüşü (1)



İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler Birliği komünist devrimi dünyaya yaymak adına agresif bir politika izlemiştir.

Onlarca yıl boyunca, Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkelerinde komünist devrim yaptırmak için milyonlarca ruble harcayan Sovyetler sonunda kaynaklarını tüketti.

Sovyetler dünya genelinde komünist devrimleri desteklemek adına bu denli para harcarken, diğer yandan da kendi altyapılarını ve askerî kuvvetlerini modernleştirmek için para harcamanın önemini kavrayamadılar ve bunda başarısız oldular.

1980’lerin ilk yıllarında ise, Başkan Ronald Reagan’ın Beyaz Saray’da görev başına gelmesi Sovyetlerin gafil bir dönemine denk geldi. Reagan’ın yeni bir silâhlanma yarışına soyunması ve “Star Wars” gibi bir nev'î teknoloji savaşı başlatması Sovyetleri güçsüz bir konuma düşürdü.

Amerika’nın askerî gücü gün geçtikçe gelişmeye başladı, böylece Sovyet etkisi zayıflama eğilimine girdi, çünkü Sovyetlerin askerî gücü oldukça demode olmaya ve eskimeye yüz tutmuştu. Sovyet tankları oldukça yavaş ve hantaldı, buna mukabil Amerika’nın tankları son teknolojiyle donatılmıştı ve saatte 50 mil gibi hızlarla hareket edebilmekteydi.

Amerika Deniz kuvvetleri 600 gemilik modern ve yeni bir donanma teşkil etti, üstelik bu donanma en modern teknolojilerle donatılmış ve tarihte daha önce görülmemiş donanma silâhları ve hava gücüyle de desteklenmişti. Sovyet deniz kuvvetleri ise bu alanda da geriye düşmekten kurtulamıyordu.

Zaman içinde Sovyetler Batı dünyası karşısında askerî olarak geriye düştüklerinin ve Amerika’nın ve onun Batıdaki müttefiklerinin ordularını nasıl modernize ettiklerinin farkına vardılar.

Sovyetlerin dünyadaki komünist devrimleri desteklemek ve ayaklanmaları finanse etme yetisi, Sovyetleri felç eden borç ve ekonomik buhranla birlikte gittikçe azalmaktaydı.

Sovyetler ordularını modernize etmek için yeni silâhlar test etmek zorundaydılar. Tıpkı Alman Nazi’lerin İspanya iç savaşını fırsat bilerek silâhlarını test etmesi gibi, 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında Afganistan da Rusya’nın silâhlarını denemesi ve test etmesi için müthiş bir deney alanı haline geldi.

Ancak yıllar süren Afganistan Savaşı Sovyetlere çok pahalıya mal oldu zira Afganistan direnişinin baş aktörleri “mücahitler”, Vietnam savaşında kullanılan ve Lübnan, Granada ve Panama gibi küçük çatışma bölgelerinde de test edilen modern Amerikan silâhları ile desteklenmekteydi.

Mücahitler Sovyetlere karşı Amerikan silâhlarının da desteğiyle kahramanca bir mücadele verdiler ve bunu yaparak da dolaylı olarak Sovyetlerin dünya genelindeki komünist devrim hareketlerini de baltalamış ve zayıf düşürmüş oldular. Sovyet kaynakları gittikçe kurumaktaydı ve böylece dünyanın bir çok ülkesinde başlayan komünist devrim ayaklanmaları Amerika Birleşik Devletleri tarafından desteklenen yerel hükümetler tarafından bertaraf edilmekte ve komünist tehlike zayıflatılmaktaydı.

Ancak dünya genelinde komünist tehlike zayıflarken, bir yandan da onun ekonomik sistem alternatifi olan kapitalizm güçlenmekteydi. Modern silâhlarla süslenmiş ve desteklenmiş olan Kapitalizm diktatörlükleri, komünist ayaklanmalarını durdurma adına çok etkili oldu.

1980’lerin sonlarına doğru Sovyetler Birliği artık topallamaktaydı. Sovyet cumhuriyetleri dağılmaya başlamış ve Rusya’nın yetmiş yıllık uzun bir süreçten sonra artık dünyada komünist devrimi destekleyecek gücü kalmamıştı. En son komünist devletler de yavaş yavaş serbest piyasa demokrasilerine evrilirken, bu sefer sahneye çıkan Amerika’nın neo-konservatif güçleri dünyayı vahşi bir kapitalist sisteme uydurmak üzere çalışmaya ve gayret göstermeye başladı.

Eski Başkan Ronald Reagan Sovyet tehlikesiyle mücadele etmekle meşgulken, kendi siyasî tabanını oluşturan neo-konservatif güçler de Amerika Birleşik Devletleri’nde kapitalizmin kontrolü ele alması için uğraşıyordu. Sovyetlerin düşmesinden sonra ise, Amerikan neo-konservatifleri vahşi kapitalizmi dünya geneline yaymak için müthiş bir mecra bulmuşlar ve bunu değerlendirmek istemişlerdi.

Bu kâr merkezli şirketlerin oluşturduğu kapitalist sistem halkı koruma konusunda güvenilmezdi zira onların asıl amacı sadece kârlarını arttırmak ve para kazanmaktı, halk için iyi birşeyler yapmak değil... Ne zaman ki kâr etme şartları halkın çıkarlarıyla ters düşecek ve çatışacak olsa, her seferinde kâr etme seçeneği tercih edilirdi! Dolayısıyla kapitalistler halkın koruyucusu değil yağmacısı haline geldiler.

1990’lı yıllar süresince ve yeni çağın başlarında da, yağmacı sistem kapitalizmin zehirli yılanı gelişmekte olan “üçüncü dünya ülkelerine” doğru yol almaya başladı ve bu ülkelerde açgözlü ve hırslı bir vurgunculuk sistemi yerleştirmeye çalıştılar.

Komünizm düştükten sonra vahşi kapitalizmin mimarları dünyada yeni korkular ve düşmanlar üretmek istediler. Vergi ödeyenleri, silâhlara para harcamak ve kapitalizmin güçleneceği bir siyaset gütme konusunda ikna edeceklerdi. Böylece dünyada gereksiz silâhlanma yarışına hız verecek ve yeni korku kaynağı haline gelmesi adına, düşman olarak İslâm seçildi.

Amerika Birleşik Devletleri’nde neo-konservatifler, girişimciler ve yatırımcılar için gereken her güvenceyi sağlamışlardı, girişimciliğin ana kuralı da “yüksek risk, yüksek kazanç getirir”di. Kısıtlamalar olmayınca girişimciler bu riskleri rahatlıkla göze alabiliyordu. Zira gördüğümüz gibi kriz zamanlarında vahşi kapitalistlerce hazırlanan kurtarma planları, hep vergi ödeyen halkı, yüksek risk alan girişimci ve yatırımcı şirketlerin risklerini ve kayıplarını karşılamaya ve böylece onları korumaya zorlamaya matuftur.

Şimdi bu sebeple bugünlerde Amerika tarihinin en büyük ekonomik felâketiyle karşı karşıya gelmiştir. Eğer Amerika dünyayı vahşi kapitalizmin ilkelerini uygulamaya zorlamaya devam ederse, bu dünya topluluğu için büyük bir felâkete yol açabilir.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

The Rise and Fall of American Predatory

Capitalism -1-

After World War II the Soviet Union aggressively followed a policy to expand Communist revolution across the globe.

Decades of spending rubles in support of small Communist revolutionary campaigns in countries of Africa, Latin America and Asia , bled the Soviets of their resources. While the Soviets spent money in order to support communist revolutions around the world, they failed to recognize that it was just as important to invest in modernizing their own infrastructure and military.

In the early 1980s, President Ronald Reagan’s assent to the White House caught the Soviets by surprise. Reagan's push to lead a new arms race and the development of technology warfare such as “Star Wars” put the Soviets in an awkward position.

American military power grew, Soviet influence began to deteriorate because its military was slowly becoming obsolete. Soviet tanks were slow and cumbersome while new American tanks incorporated the latest technologies and moved in speeds of over 50 miles per hour.

Soviet navel forces were also at a disadvantage as the American Navy modernized into an over 600 ship fleet capable of employing the most modern technologies in aircraft and ship weaponry never seen in the history of the world.

By the time the Soviets realized their military was becoming inadequate against the West, America and its Western allies were well ahead of modernizing their military.

Soviet ability to support Communist revolutionary insurgence around the world began to crumble under the weight of debt and economic strains afflicting the Soviet empire.

To modernize its military the Soviets needed to test new weapons. In the late 1970’s and 1980s Afghanistan became to Russian weapons scientists what Spain ’s Civil War was to NAZI German weapons scientists, a haven for weapons testing and experimentation.

Years of fighting the Afghanistan War proved costly for the Soviets because the Afghanistan resistance, the “mujahedeen”, had been supplied with modern American weapons the United States tested during the Vietnam War and subsequent smaller skirmishes around the world such as Lebanon , Grenada and Panama .

The “mujahedeen” beat back Soviet aggression in Afghanistan using American weapons and in doing so, indirectly beat back Soviet sponsored Communist revolutionary campaigns around the world. Soviet resources began drying up leaving many communist revolutionary campaigns set up for certain defeat by governments supported by the United States.

As Communist influence around the world began to decline Capitalism began to rise up as the economic system to practice over the system of Communism. Dictatorships that embraced Capitalism were rewarded with modern weapons capable of detecting and routing out Communist insurgency.

In the late 1980s the Soviet nation was in shambles. Soviet Republics began seceding and Russia , after over seventy years, could no longer support a policy of world Communist revolution. As for former Communists Republics turning into free market democracies, the neo-conservatives in America began incorporating them in their efforts to transform the world economy into a predatory Capitalist system.

While former President Ronald Reagan was busy dismantling the Soviet threat, it was his political base of neo-conservatives that began dismantling the controls which regulated Capitalism in the United States . After the fall of the Soviets, America ’s neo-conservatives initiated a policy to expand predatory Capitalism across the globe.

This system of unregulated profit-seeking corporations cannot be trusted to protect the public, because their main objective is to make profits, not to be a do-gooder for the public. Whenever profit-making conflicts with the public interest, profit-making wins! Thus they become predators on the public, not protectors of the public.

All through the 1990s, and much into the new century, the predatory system of Capitalism moved its snake like charm into developing "third world countries" and began establishing a system of self-indulgence and gluttonous profiteering.

The fall of Communism has left the architects of predatory Capitalism seeking out new enemies to point to as reason for raising fear and forcing continued capitulation, among the taxpayers, to spend money on weapons and advancing policy that only benefits predatory Capitalism. Islam has become that new driving force to raise fear and to justify needless military spending.

In the United States the neo-conservatives were able to deregulate so much it made the mantra of entrepreneurial culture is that high risk goes with high reward countercultural. Without regulations, many entrepreneurs were able to avoid risk because, as we see with the bailouts being proposed, predatory Capitalism forces the taxpayers to cover the losses of high risk entrepreneurial campaigns.

Which is why today, America faces the most catastrophic economic calamity of its history. If America continues to pursue world domination under predatory Capitalist guiding principle, it will be a disastrous venture for the world community.

11.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Seçime doğru AKP



Krizdi, İsrail’in Gazze saldırısıydı, Ergenekon’da son dalgaydı derken haftalar geçti ve Türkiye yavaş yavaş 29 Mart’ta yapılacak olan seçimin havasına girmeye başladı.

Adaylar büyük ölçüde belli oldu. Seçim mitingleri başladı. Görünen o ki, bundan sonraki altı buçuk hafta boyunca bir numaralı gündem seçim olacak. Herşey 29 Mart’a endekslenecek.

Bunun en tipik örneklerinden biri, Başbakanın Davos çıkışının AKP tarafından seçim malzemesi olarak kullanılması. 29 Mart’ı “Erdoğan’ın onurlu tavrına onay verme seçimi” olarak niteleyen AKP’lilerin, mitinglerdeki “Davos fatihi” sloganlarıyla attıkları pası Erdoğan “Türkiye’nin onuru” söylemleriyle “gol”e çeviriyor.

Ama bu “gol” nereye gidiyor, orası belli değil.

Ardından, hükümetin yeni AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış, 2003’te Kuzey Irak’ta ABD kuvvetleri tarafından başlarına çuval geçirilerek gözaltına alınan askerlerimizi, Erdoğan’ın Cheney’e açtığı telefonla bıraktırdığını “ifşa” ediyor.

Peki, doğru veya yanlış, bu konuların seçim malzemesi yapılması uygun mu? Davos çıkışı muvafık-muhalif herkes tarafından takdir edilmişken, işi abartıp propaganda konusu haline getirmenin ters tepebileceği düşünülmüyor mu?

“Askerleri ben bıraktırdım” iddiasının ötesinde derin ve çapraşık boyutları olan çuval olayı ise zaten çok su götürür ve başka çağrışımlar yaptırarak, AKP’yi “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” durumuna düşürebilir.

Hepsi bir yana, mahallî seçim için seçmene verilmesi gereken mesajlar çok daha farklı iken bu konuları öne çıkarmanın mantığı ne? Söylenecek başka şeyleri mi kalmadı, yoksa sorun ve sıkıntıları örtbas etme stratejisi mi güdülüyor?

Aylar önce de yazdığımız gibi, seçimin derinleşen bir ekonomik kriz ortamında yapılacak olması, AKP için en önemli endişe kaynağıydı.

IMF ile yürütülen görüşmelerin aylardır yılan hikâyesi gibi uzatılıp sürüncemede bırakılması, yoğun tepkilere sebep olan doğalgaz ve elektrik zamlarının kısmen geri alınmaya başlanması, bu kaygının doğurduğu kararlar gibi görünüyor.

IMF ile ilgili olarak zihinlerde oluşan tahmin ve kanaat, anlaşmanın seçim sonrasına bırakılacağı, vergi ve zam gibi can yakacak kararların 29 Mart’ı takiben uygulanacağı istikametinde.

Akaryakıt fiyatlarındaki durum da sıkıntılı. Dünyada fiyatlar aşağı inerken bizde bir ara başlar gibi olan indirimler hem çok sınırlı kaldı, hem de geçici. Ve fiyatlar yeniden yükseltildi.

“Seçim ekonomisi” orada da yeni indirimler getirir mi, onu önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Bu bağlamda epeydir tartışma konusu olan “sosyal yardım”larda kömüre beyaz eşyanın eklenmesi bahsinde YSK’nın savcıları göreve çağırması, iktidar partisinin başını hiç beklemediği bir canipten epeyce ağrıtacak gibi görünüyor.

Gelelim Ergekenon’daki gelişmelere.

Yalçın Küçük’ün “Delikanlı gibiydi” dediği gün sağlık sebebiyle GATA’ya sevk edilen ve üç ay orada kalacağı belirtilen Hurşit Tolon için, tutuklandıktan yedi ay sonra verilen tahliye kararının gerekçesi “delil yetersizliği” olarak açıklandı, ama “yurt dışına çıkış yasağı” da konuldu.

Böylece, izahı çok zor çelişkiler ortaya çıktı.

“Delil yetersizliği”nin yedi ay sonra fark edilmesinde, daha ciddî ve etraflı hukukî tetkikler mi, yoksa Kandıra Cezaevine yapılan “kurumsal ziyaret”le başlayıp Tuncer Kılınç, Kemal Yavuz, Erdal Şenel gözaltılarının ardından yürütülen “sessiz temas trafiği” mi etkili oldu, bilinmiyor.

Ama gelinen nokta belli: Ergenekon operasyonu çerçevesinde içeride tutulanlar arasında “or” seviyesinde emekli general kalmadı; “tuğ” seviyesinde tutuklanıp haftalardır “yoğun bakım”da olduğu ifade edilen Levent Ersöz’ün de tahliye talebi gündemde. Diğer “tuğ”general Veli Küçük ise Karadayı ve Kıvrıkoğlu’nun “O adamı tanımayız” sözleriyle “harcanmış” durumda.

Peki, yeni dalgalarla bu tablo örtülebilir mi?

11.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır