CHP’nin “çarşaflılar da bu ülkenin insanı ve onların çocukları şehid oluyor” söylemiyle başlayan ve bir belediye başkan adayının mahalle evlerinde yabancı dil ve becerî kurslarının yanı sıra isteyen vatandaşlara müftülükçe Kur’ân öğretilebileceği açıklamaları, bu parti ekseninde siyasetin dinî açılım ve hizmetlerini bir defa daha gündeme getirdi.
İşin ilginç yanı, Baykal’ın çarşaflılara rozet takmasının, öteden beri “laiklik” gerekçesiyle dinî özgürlüklere soğuk bakan ve her darbe ve ara dönemde “irtica” bahanesiyle başörtüsü ve tesettüre karşı gelen mahfilerde olduğu gibi diğer siyasî zeminlerde de ciddî tartışmalara yol açması oldu.
Oysa önemli olan, baştan beri “medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen umdeler”in peşine düşen, “dinden tecrit” mânâsındaki inkılâpları esas tutan, millete hizmet yerine “acib ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bâzı memurlara veren,” “mekteplerdeki yeni öğretim metotlarıyla Kur’ân’ı ortadan kaldıracak ve bu sûretle milletin İslâmiyetle olan alâkasını kesecek dehşetengiz plânı çeviren müthiş fitne”ye âlet olmuş siyasetin, bu gerçeğin farkına varmasıydı. Hangi sâikle olursa olsun milletin değerleriyle barışma anlamına gelen dinî özgürlük açılımlarının kabullenilmesi, demokratik Cumhuriyetin ayrıklardan azâde olması ve siyasetin saptırmalardan kurtarılmasıydı…
Bu bakımdan, Baykal’ın yolunu kesip “Çarşafı meşrulaştırdınız!” diye çıkışan bazı partililere, İslâm inancının icabı tesettürün gereği çarşafı “Türkiye’nin bir gerçeği” kabul edilip, “kimsenin özel yaşamında nasıl giyineceğine karışmaya hakkımız yok; hoşgörülü olalım ve düşmanlık yapmayalım” çağrısı, siyasetin geldiği seviye açısından oldukça önemli.
Siyasetçilerin “sözleri” ile “icraatları” arasında “uygunluk” ve “tutarlılık” aramak ve en azından bundan böyle çelişkilerden arınmasını istemek, elbette halkın en tabiî hakkı. Ancak gelinen noktada CHP Genel Başkanı’nın üstüne basa basa, “Her insan nasıl uygun görürse, âilesinden, geleneğinden gördüğü şekilde giyinebilir, kuşanabilir, bunu saygıyla karşılamalıyız. Olan bu şeklini de düşmanlık konusu yapmayalım” cümlesi, siyasetin milletin değerleriyle buluşması bakımından fevkalâde ehemmiyetli…
CUMHURİYET’İN BİRİNCİ
MECLİSİNDE İLK DERS VE İKAZ…
Gerçek şu ki 1920’lerden beri hakkında hiçbir yasa hükmü olmamasına rağmen “kıyafet ınkılâbı” uydurmasıyla tamamen keyfî ve kanunsuz olarak kadınların kılık ve kıyafetlerine ilişen zihniyete karşı Baykal’ın, “Benim çarşafı ne ‘meşrulaştırmaya’, ne de ‘gayr-ı meşrulaştırmaya’ gücüm yetmez; bu Türkiye’nin toplumsal bir parçasıysa bunu herkesin doğal karşılaması lâzım” tesbiti, siyasetin milletin değerlerine saygıyı esas alan kayda değer işâretler taşımakta…
Bediüzzaman, bu husustaki ilk ve açık ikazını Osmanlının son devrinde işgale karşı bağımsızlık mücadelesiyle beraber inanç, ahlâk ve mâneviyat takviyesinde bulunmakla başlar. Gemilerle getirdikleri fıçılarla içkiyi İstanbul’un içine salan işgalcilerin en büyük tahribatı ve “iltiyam olunmayacak (onulmayacak-iyileşmeyecek) yarayı gençliğin ve toplumun ahlâkında ve mânevî hayatında açtıklarını” belirten Bediüzzaman, ilim adamlarıyla bir araya geldikleri Müderrisler Cemiyetinde ve kurulan Hilâl-i Ahmer (Kızılay) Cemiyetinde yer alıp, maddî mücadeleyle birlikte irşad ve neşriyatla tebliği de yapar.
İstiklâl Savaşından sonra ısrarla dâvet edildiği Ankara’da 9 Kasım 1922’de mebusların “Riyâset-i Celileye (Yüksek Meclis Başkanlığına)” sunduğu, “Vilâyet-i Şarkiye ulema-yı benâmından (meşhur âlimlerinden) olup Anadolu gazilerini ve Meclis-i Âliyi ziyaret etmek üzere İstanbul’dan buraya gelerek samiin (dinleyici) locasında bulunan Bediüzzaman Said Efendi Hazretlerine hoşâmedi edilmesi (hoş geldin merâsimi yapılması) teklifi”yle Meclis’te samimî ve candan alkışlar arasında karşılanan ve kürsüye gelip zafer için duada bulunan Bediüzzaman, peşinden 19 Ocak 1923’te neşrettiği on maddelik beyânnâme ile zaferin ardından Cumhuriyetin ilk Meclis’inde ilk ders ve ikazı yapar…
“Ey mücâhidin-i İslâm ve ey ehl-i hall ve akd (yasama ve yürütme mensupları)” başlıklı beyânnâmede, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in ve mebusların, elde edilen zafere bir şükür olarak öncelikle İslâm’ın esaslarına ve Kur’ân’ın emirlerine bizzat riâyet etmesinin lüzûmunu izâh eder. Ahlâkta ve sefâhette Avrupalıların bozuk medeniyetinden gelen kötülükler ve din dışı bid’atlar yerine, “cumhur-u mü’minin” denilen halkın kahir ekseriyetinin inanç ve değerlerine bağlı kalmalarının ehemmiyetini belirtir. (Tarihçe-i Hayat,125-127 )
SİYASETİN MİLLETLE
BULUŞMASI HAYRA ALÂMET…
Bu konuda devletin ve siyasetin içinde bir nev'î “birinci muhatap” olan ve Bediüzaman’ın sözkonusu tahribatta ancak yüzde beşini sorumlu tuttuğu Halk Partisi’nin başında bulunduğu rejimin temel doktrini haline getirilen “ladinî (din dışı) esas” yanlışından kurtulması ve devletin milletle buluşması çağrısında bulunur. Tek parti devri boyunca “lâikliğin bîtaraf kalmak” olduğunu, devletin hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefâhetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmemesi gerektiğini belirtir. Cumhuriyeti, “dinsizlik hesâbına imânına ve ahiretine çalışanları mes’ul edecek kânunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmesi”nden sakındırır. (Tarihçe-i Hayat, 358)
Halk Partisi’nin şahsında devletin “medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhâfaza ve üç-dört şahsın inkılâp namında yaptıkları icraatı esas tutma” tavrından vazgeçmeye, “bilhassa an’ane-i diniye hakkında inkılâpların icbarıyla (zoruyla) yapılan tahribatların tâmirine çalışılmasını” tavsiye eder. (Emirdağ Lâhikası, s. 191). Bediüzzaman, Meclis’teki ilk beyannâmesinden devlet ve hükûmet makamlarına gönderdiği mektuplarda ve mahkemelerdeki müdafaalarda, bütün siyasî partileri ve siyasetçileri ve devleti bu milletin değerlerine saygıya davet eder. Neticede siyasetin halkın değerlerine saygısı ve milletle buluşması işaretleri hayra alâmet. Bunun içindir ki bu gelişmeler, günübirlik siyasî hesap ve kıskançlıklarla politik kavgalara kurban edilmemelidir.
Siyaset, hâlâ siyasî rekâbet hissiyle, “Nasıl oldu da birden aklınıza geldi, milletin taleplerini birden bire hatırlamanın sırrı ne?” sorusuyla açığa çıkan eden politik halet-i ruhiyeden sıyrılmalı. Bediüzzaman’ın dikkat çektiği, “umûmun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihnhiyetiyle kendi meslektaşlarına (siyasî partisine) daha ziyâde has göstermekle, kavi (büyük) bir ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek” olan “siyaî tarafgirlik tahriki”nden uzak durulmalıdır…
Eğer gerçekten dine ve mukaddeslere hizmette samimiysek…
11.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|