"Gerçekten" haber verir 14 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Başbakanlık, MİT, Genelkurmay ilişkilerindeki çarpıklık...

Ergenekon davasının iddianamesinde MİT’in bir belgesi yer alıyor. İlginç bir geçmişi var.

Tarih, 3 Temmuz 2002.

MİT’e önemli bir belge ulaşıyor.

Başlığı şöyle:

“Ergenekon ve LOBİ isimli projeler.”

MİT, bu belgeyi bir yıl bir hafta kendinde tutuyor.

Tarih, 10 Temmuz 2003.

MİT, Ergenekon belgesini götürüp Genelkurmay Başkanı’na veriyor.

Soru:

MİT, Ergenekon belgesini neden bir yıl bir hafta kendi bünyesinde tutuyor?

İkinci soru:

MİT neden doğrudan bağlı olduğu Başbakan’a değil de, Genelkurmay Başkanı’na veriyor Ergenekon belgesini?

Ergenekon belgesinin MİT’e geldiği 3 Temmuz 2002 tarihiyle, Genelkurmay Başkanı’na verildiği 10 Temmuz 2003 arasında sırasıyla üç Başbakan görev yapıyor:

Başbakan Ecevit.

Başbakan Gül.

Başbakan Erdoğan.

MİT, belgesini Ecevit’e de, Gül’e de vermiyor. Daha sonra Tayyip Erdoğan 2003 yılı mart ayında Başbakanlık koltuğuna oturuyor. Ergenekon belgesi, MİT tarafından beş ay sonra Başbakan Erdoğan’a değil, Genelkurmay Başkanı’na veriliyor.

Neden?..

Siyasi otorite niçin atlanıyor?

2003’ün mart ayında Orgeneral Hilmi Özkök Genelkurmay Başkanı. Aynı tarihte Şenkal Atasagun da MİT’in Müsteşarı.

Devam edelim.

MİT, Ergenekon belgesini Genelkurmay Başkanı’na verdikten sonra, dört ay daha bekliyor ve 19 Kasım 2003’te Başbakan Erdoğan’a sunuyor.

Soru:

Başbakan, Ergenekon belgesinin kendisine bu denli uzun bir gecikmeyle gelmesini fark etti mi?..

Devam edelim.

İlginç bir boyut daha var.

Tarih, 14 Temmuz 2008.

Ergenekon iddianamesi açıklanıyor.

İddianamede, MİT’in Ergenekon belgesiyle ilgili notu dikkati çekiyor. Buna göre MİT, mahkemeye gönderdiği 31 Ekim 2007 tarihli yazısında, Ergenekon belgesini 10 Temmuz 2003’te zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök’e ulaştırdığını söylüyor.

Bir adım daha atalım.

Tarih, 6 Şubat 2009.

Genelkurmay yaptığı açıklamayla MİT’i yalanlıyor; Genelkurmay’da böyle bir belgenin bulunmadığını söylüyor.

Allah Allah diyebilirsiniz.

Soru:

Ergenekon iddianamesi 14 Temmuz 2008’de açıklandığına göre, Genelkurmay niçin yedi aylık bir gecikmeyle böyle bir belgenin kendisinde bulunmadığını açıklıyor.

Bu gecikme neden?..

Ergenekon’la ilgili böylesine önemli bir belge, MİT tarafından Genelkurmay’a ulaştırılmasına rağmen, Genelkurmay’ın arşivine girmemiş olabilir mi?(*)

Var mı böyle bir ihtimal?

Varsa araştırıldı mı?

Bu sorular elbette “Böyle devlet olur mu?” sorusuyla ilgili...

Akla başkaları da takılıyor.

Başbakan Erdoğan, Ergenekon belgesinin kendisinden aylarca gizlendiğini gerçekten fark etti mi?

Fark edince ne yaptı?..

2003 netameli bir yıldı çünkü.

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek Paşa’nın günlüklerinde ayrıntılarıyla yer aldığı gibi, AKP’ye karşı başta Ergenekon sanığı, zamanın Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur Paşa olmak üzere kuvvet komutanları düzeyinde ‘darbe düğmesi’ne basılmıştı.

SARIKIZ pişiyordu mutfakta!

Tarih, 6 Aralık 2003.

Örnek Paşa günlüğüne yazar:

“Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur’un isteği üzerine jandarma sosyal tesislerine gittik. Ve bir eylem planı yapmaya karar verdik. Önce basını ele geçirmeye çalışacaktık. Sonra rektörler ile temas edip öğrencileri sokağa dökecektik. Sendikalar ile aynı şekilde hareket edecektik. Sokaklara afiş astıracaktık. Derneklerle temas edip onları da hükümet aleyhine teşvik edecektik. Bütün bu olayları yurt çapında yapacaktık. Yukarıdakiler SARIKIZ diye anılacaktı.”

Soru takılıyor aklıma.

Ergenekon belgesini aylar süren bir gecikmeyle Başbakan Erdoğan’a bildiren MİT, acaba bu ‘darbe tertipleri’ konusunda ne yapmıştı?

Bu gelişmeleri tespit etmiş miydi? Etmişse, Başbakan’ı haberdar etmiş miydi?

Bir nokta kesin gibi.

MİT, sanıyorum, ‘darbe tertipleri’nden haberdardı, hatta askere bazı uyarı mesajları da vermişti.

Tarih, 1 Şubat 2004.

Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek günlüğüne yazar:

“Aytaç Paşaları (Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman, HC) ziyarete gittik. Bana, ‘Geçen gün MİT’ten gelen habere göre, Şenkal (Şenkal Atasagun, MİT Müsteşarı, HC) iki haber verdi. Birincisi, JGKK’nın (Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur, HC) bütün hareketleri biliniyor ve yasa dışına çıktığı değerlendiriliyor’ dedi.”

Evet, günlük böyle diyor.

MİT, darbesel gelişmeleri izlediğine göre, bunları baştan itibaren Başbakan Erdoğan’a da bildirdi mi?

Bildirdiyse, Başbakan ne yaptı?

Çok merak ediyorum.

Erdoğan için bir soru:

SARIKIZ’la ERGENEKON’u birbirinden kopararak, birincisinin üstünü örterek ikincisi aydınlanabilir mi, yoksa onun akıbeti de SUSURLUK gibi mi olur, ne diyorsunuz?..

———————————-

* Yazının buraya kadarki bölümünde, Murat Yetkin’in 8 Şubat 2009 tarihli Radikal’deki yazısından yararlandım. Ayrıca, Murat Yetkin’in 14 Eylül 2008, 15 Eylül 2008 tarihli “Ergenekon İddianamesi’ndeki MİT yazısı” başlığını taşıyan iki yazısına bakılabilir.

Milliyet, 13 Şubat 2009

Hasan Cemal

14.02.2009


Ölçü

Bizim gazetemizde çalışan herkes benim bilebildiğim kadarıyla demokrat bir anlayışa sahiptir.

“Ben demokrat değilim” diyecek biri çıkmaz aramızdan sanırım.

Ama bu, hepimiz her konuda aynı fikirdeyiz anlamına da gelmez.

Bazen çok ciddi çatışmalara yol açan görüş ayrılıkları da yaşarız.

Yıldıray Oğur, bizim en genç, en parlak yazarlarımızdan biri.

Çok haklı, çok anlaşılabilir bir öfkesi var bu ülkenin insanlarına yapılan haksızlıklar konusunda.

Darbecilerin, çetecilerin bu ülkeyi götürmeye çalıştığı uçurumu gördükçe kızgınlığı bileniyor.

Kendi deyimiyle, “militan” bir demokrat.

Galiba bazen, çok öfkelendiğinde, “militanlığı” demokratlığının önüne geçiyor.

Dün bizim gazetede bir yazısı yayımlandı.

Demokrasi düşmanlarının çabalarını önlemek için yapılacak yasadışı “ortam dinlemelerini” savunuyordu.

Mahkeme izni olmadan yapılan bu tür dinlemeler yasaya aykırı.

Sadece yasaya değil hukuka, hukukun özüne de aykırı.

Hangi “kutsal” amaca hizmet ederse etsin hukuka aykırı davranışların sonunda herkes için önlenemez bir belaya döneceğine inanırım.

Üstelik herkesin inandığı bir “kutsal” değer bulunur.

Güneydoğu’da insanları enselerinden vurup öldüren JİTEM’ciler de bunu “kutsal” bir dava için yaptıklarına inanıyorlardır büyük bir ihtimalle.

Onlara da sorsak, “vatanın bölünmesini önlemek için hukukun dışına çıkmak mubahtır” diyecekler.

Darbecilerin de, Ergenekoncuların da böyle “kutsal” nedenler bulabileceklerine eminim.

Eğer “kutsal” bir dava için “hukukun dışına çıkılmasını” mubah görürsek, bu bizi, kimin kutsalı en doğru, kimin kutsalı en haklı, kimin niyeti en halis gibi fevkalade sübjektif bir tartışmaya götürür.

“İyi niyetle” kötü işler yapılabileceğini kabul ettiğimizde, kendi niyetinin iyi olduğunu söyleyen herkes iç rahatlığıyla kötülük yapar.

Hepimiz kaygan bir zeminde birbirimizin niyetini suçlamaya başlarız.

Çok uzun yıllardan beri bu ülke bu “niyet” çatışmalarının yarattığı kanlı bir zeminde yaşıyor.

Bunu önleyebilmek için “objektif” bir ölçü koymak gerekir.

Bu ölçüyü de herhangi birinin uydurmasına ya da yaratmasına gerek yok.

İnsanlık, binlerce yıllık deneyimlerinin sonucunda hukuk kurallarını bulmuş.

Hukuk, bütün insanlığın ortak ölçüsü.

Amaç, Türkiye’yi de insanlığın ortak ölçülerine saygılı bir devlet ve toplum haline getirmek.

Demokrasi dediğimiz de, bu hukuksal ölçülerin herkese eşit olarak uygulanması.

Hukukun dışına çıktığınızda, demokrasinin de dışına çıkarsınız.

Hukuku inkâr ederek demokrasiye ulaşmaya çalışmak, demokrasiyi inkâr ederek demokrasiye ulaşmaya çalışmak olur.

Demokrasiye ulaşmak için bile olsa, demokrasinin dışına çıkılabileceğini kabul ettiğinizde, “hukuka ve demokrasiye” karşı çıkanlardan ne farkınız kalır?

Yıldıray, “bir darbeyi önleyebileceğinizi bilseniz bile hukukun dışına çıkmayacak mısınız” diyor.

Kabul etmek gerekir ki bu cevabı zor bir soru.

Öyle iç rahatlığıyla verebileceğiniz ezberden bir cevabı yok.

Bu, “çocuğunu öldürmek için kaçıranlardan birini yakalasalar, kaçıranların yerini hemen bulup çocuğunu kurtarmak için işkence yapılmasına karşı çıkar mısın?” türünden insanı sıkıştıran bir soru.

Böyle bir soruya nasıl bir cevap verilebilir?

Böyle bir sorunun gerçekçi ve dürüst cevabı nedir?

Benim kişisel olarak dürüst cevabım şu:

O andaki acımla işkence yapılmasını kabul edebilirim belki ama bu, işkenceye karşı çıkmamı, işkencenin yanlışlığını savunmama engel olmaz.

Bunu yapabilirim ama yanlış bir şey yaptığımı da bilirim.

Bu yanlışlığı genel bir “kural” olarak kabul etmem.

Çünkü kendi çocuğumun hayatını kurtarabilmek için birçok çocuğun hayatını tehlikeye attığımı, işkencenin yolunu açtığımı da fark ederim.

Ölçüm, “işkencenin insanlığa aykırı” olduğudur.

Ben kendi zaafımla, inandığım bir ölçüyü çiğnemişimdir.

Bu, “ölçünün” doğruluğunu değiştirmez.

Yıldıray’ın “darbe” konusundaki sorusu için de aynı cevabı veririm. Darbeyi önlemek için belki hukukun dışına çıkarım ama bunu bir “ölçü” olarak kabul etmem.

“Tek” bir olay için karşılaşacağım olağandışılığı “olağanlaştırıp” genel bir kural olarak savunmam.

Ve, bence savunulmamalı.

Bütün insanların hayatını teminat altına alacak bir “ölçümüz” olmalı, çok özel nedenlerle ve “tek bir olay” için bu ölçüyü çiğnemek zorunda kaldığımızda, “kendi ölçümüze” ihanet ettiğimizi de bilmeliyiz.

“Bir tek olayın” ölçüleri bozan şartlarına bakarak “genel ölçüler” koyarsak, tam anlamıyla bir karmaşa, ölçüsüzlük ve hukuksuzluk yaratırız.

Halbuki bütün amacımız bu ülkenin zaten yaşadığı bu karmaşadan kurtulması.

Tabii, Yıldıray, “neden Eruygur’un eşinin ortak dinlemesiyle elde edilen konuşmasını yayınladık” diye de sordu.

Bu da haklı bir soru.

Tek mazeretimiz, “yayınlanmış olan ve zaten internette yayılan bir konuşmayı kullandık” oldu.

Ama belki de kullanmamalıydık.

O konuşma hiç kimse tarafından kullanılmadan sadece bize gelseydi sanırım bu konuda çok kıvranır ve çok düşünürdük.

Ben, hukuktan ve “ölçüden” yanayım.

Bu toplumun kurtuluşunu burada görüyorum çünkü.

Militan bir demokrat olmaktansa, sade, çıplak bir demokrat olmayı tercih ederim.

Unutmayın ki militanı bol, demokratı az bir toplumda asıl ihtiyaç duyduğumuz militanlık değil, demokratlıktır.

Taraf, 13 Şubat 2009

Ahmet Altan

14.02.2009


14 Şubat’ta neyi sevmiyorum?

Yıllardır böyle... 14 Şubat yaklaştıkça içimde bir bıkkınlık ve gıcıklık duygusu oluşuyor.

Neden peki?

Doğrusu Sevgililer Günü’nün kendisi mi, yoksa Sevgililer Günü üzerine kopartılan bu saldırgan şamata mı beni rahatsız ediyor, artık pek emin değilim.

Bazıları “yılın her günü sevgililer için bayram, bir gün de neymiş” diye bu kutlama ortamına karşı çıktığımı düşünüyor.

Hayır!

Olur mu hiç!

Sevgililik dediğiniz ne şurup şerbet, ne şölen şenlik!

Sevgililik ne sıradan flört, ne alışkanlığın pençesinde kavrulup gitmiş beraberlik!

Sevgililik ayrı bir dünya, ayrı bir zaman anlayışı!

365 günü görmez ki gözü aşkın, bir günün hesabını yapsın!

O hep kendi “an”larının peşindedir.

***

14 Şubat’larda benim anlayamadığım şey başka!

Bir kere öteden beri sevgililik denen bu çok özel şeyin kamusal bir kutlamaysa malzeme olmasına akıl erdiremem.

“ Geldi 14 Şubat, neşeyle dolduk; hediyemizi aldık, restoranları doldurduk “ atmosferini ve bunun toplumca paylaşılmasını anlamam.

Sevgili olmanın müsamereye dönüştürülmesini kabullenemem.

Fakat artık bütün buralardan geçtim.

Hem zaten belki de abartıyor, yanılıyorumdur.

Kaldı ki, 14 Şubat’larda çiftlerin sevgiliymiş havasına girmesinde ve bu sayede “ sevindirik “ olunmasında bir hikmet, bir ibret olduğunu düşünmeye başladım.

Kimbilir kaç kişi tam o gün, o sırada gerçek sevgililiğin sihrini ve değerini kavrıyordur..

Ki, bu dahi az buz şey değil.

***

Ama...

Lahmacuna kalp biçimi verdiren, oyuncak köpeğin sırtının üzerine kocaman bir kalp yerleştirten, ağzını silmek için kırmızı kâğıttan peçeteler, yastığın tam ortasına pembe bir kalp konduran çarşaf yastık nevresim takımları, uçuşan öpücüklerle süslü kahve fincanları üreten sistem...

Pek ünlü bir fırının yılın bütün günlerinde sattığı o güzel kurabiyeleri, çatal çöreği, muffinleri birden bire “ Romeo Jülyet tatları “ diye sunmasına neden olan sistem hani...

Sinekten yağ, sevgililikten kazanç, en güzel aşk şiirlerinden reklam sloganı çıkartan sistem var ya...

Bu kadar üzerine üzerine gidince aşkın meşkin...

Aslında sönüp, pörsüyüp çürüdüğü gerçeği umurunda mı? İşte bu beni bitiriyor! (...)

Sabah, 13 Şubat 2009

Haşmet Babaoğlu

14.02.2009


O lâfı ettiğine pişman...

Fransa’da Voltaire namlı bir “düşünür” varmış ya...

Tabii sırf düşünmez, konuşur, yazarmış da...

İşte onun “Sizinle aynı görüşte değilim ama onları ifade etme hakkınızı ölünceye kadar savunurum” mealindeki deyişi buralara da uzanmış.

Pek beğenilmiş.

İlk bölümü, yani “Aynı görüşte değilim” kısmı zaten “ulan” gibi ekler ve yasal, yasadışı tehditlerle yaygın kullanılırmış da, tam halinin de “demokrat” olaraktan seveni çoğalmış.

“De gel bizim buraya” demişler Voltaire’e.

(Şimdi bir zaman bu topraklara gelen, esasta onun kitabı “Candide veya İyimserlik” teki gezginlerdi. Osmanlı ve Müslümanlar için de lehte veya aleyhte, çelişik epey yorumu vardı ama konu başka şimdi.)

21’inci Yüzyıl’da, tarifeli seferle kalkmış gelmiş buraya.

Başlamış yeni sözler yazmaya:

Siz onca insanı yıllarca iki dudağınız arasında hapsedebildiniz, işinden, eşinden, canından edebildiniz ama adil yargılanma hakkınızı ölünceye kadar savunurum.

Devam etmiş:

Siz yüzlerce insanı, genci işkencelerden geçirebildiniz, tutuklu iken cezaevlerinde delik deşik edebildiniz ama sizin de haksız ve uzun tutuklu tutulmama hakkınızı ölünceye kadar savunurum.

Gördükçe düşünüyor, yazıyormuş:

Siz binlerce insanı kolayca işsiz bırakıp sokağa, açlığa, ölüme atabiliyorsunuz ama sizin yaşama hakkınızı ölünceye kadar savunurum.

Yazmakla bitmiyormuş:

Siz binlerce insanı yasadışı telefon ve mekân dinlemelerinde dosyalayıp tehdit veya teşhir ettiniz ama sizin haberleşme özgürlüğünüzün ihlal edilmemesini ölünceye kadar savunurum.

Artık düşünmeden de yazıyormuş:

Siz fikirleri yüzünden başkalarını mahkemelerde bile linç etmeye kalktınız ama salt fikirlerinizden dolayı mağdur olmamanızı ölünceye kadar savunurum.

Bilgisayarı bilmediğinden, klavyeyle değil kalemle yazıyormuş:

Siz basın özgürlüğünü kendi gazetelerinizle, TV’lerinizle, gruplarınızla, müdürlerinizle, yazarlarınızla zaten sık sık çiğniyor, sansür ve otosansüre boğuyorsunuz ama sizin basın özgürlüğünüzü ölünceye kadar savunurum.

Bazen çalakalem yazıyormuş:

Size emanet edilmiş on binlerce askerin dahi insan hakkını, özlük haklarını, vatandaş hukukunu, haysiyetini çiğniyorsunuz ama sizin insan haklarınızı, özlük haklarınızı ölünceye kadar savunurum.

Yazarken gözleri de doluyormuş:

Siz binlerce insanın, gencin iyi ve doğru tedavi haklarını gasp edebildiniz, onları ölüme, sakatlıklara, kronik hastalıklara terk ettiniz ama sizin tutuklu iken de doğru teşhis ve iyi tedaviden yararlanma hakkınızı ölünceye kadar savunurum.

Gözleri dolarken bazen öfkeleniyormuş da:

Siz binlerce askerin, çoluk çocuk, aynı hastanede bile ancak ikinci, üçüncü sınıf insan gibi tedavi olabilmesini, aylarca beklemesini, azarlanmasını, aşağılanmasını, başı örtülü yakının hastane kapısından bile kovulmasını, çok sayıda askerin oraya bile ulaşamamasını rütbe, askeri hiyerarşi, cumhuriyet diye anlatıyorsunuz ama sizin atada da gatada da iyi tedavi hakkınızı ölünceye kadar savunurum.

Yaşlı elleri yorulmuş ama yine inadına, hem nalına hem mıhına, hem sivile hem üniformaya hitaben yazıyormuş:

Siz yargıya kumanda etmeyi, yargı manipüle etmeyi, yargı bağımsızlığını oymayı, yargıyı ürkütmeyi veya kazımayı hak bildiniz ama başınız sıkıştığında sizin için de gerekli olan bağımsız yargıyı ölünceye kadar savunurum.

Hokkada mürekkep kurumuş:

Siz yüzlerce insanı öldürebilme, kayıp edebilme hakkını kendinizde görebildiniz ama sizin nezlenizin de prostatınızın da hayatınızı tehlikeye atmaması için gerekenin yapılmasını ölünceye kadar savunurum.

Sonra takati kesilmiş.

Buradaki her durumu, herkesi ölünceye kadar savunabilmek için...

Hayat, ölümden 230 yıl sonra dirilip buraya geldiğinde dahi, çok kısa imiş.

O ilk sözü ettiğine de pişman oldu olacakmış ki...

Aslında buranın “demokratiklaiksosyalbirhukukdevleticumhuriyet” olduğunu okumuş önden darbeli Anayasa’da. Hepimiz gibi, o da rahatlamış.

Sabah, 13 Şubat 2009

Umur Talu

14.02.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır