"Gerçekten" haber verir 14 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Nejat EREN

Adalet kavramı ve önemi



Adalet; İlâhî bir kavramdır. Tanımı da; hak edene hak ettiğinin verilmesidir. Tarih boyunca her insanın kalbi, fıtratı ve vicdanı “hakikî adaleti” bütün derinliği ve faaliyetiyle ister. Vicdanın temizleme fabrikası ancak “adalet” denen süzgeçten geçmekle olur.

İlâhî adaletin, iyiliğini, hikmetini, tesir ve neticesini anlamak için; insanların bu sahadaki yaptıklarına, arzularına ve elde ettiklerine bakmamız kanaatimce yeterli olacaktır.

Tarih boyunca insanlık, İlâhî adaletle hak ettiğini–gerek müsbet, gerekse menfî—almıştır. Bundan sonra da alacaktır.

Hırs, menfaat, kin ve nefretin körüklediği ve tetiklediği her insanın benliğindeki iç çekişmelerin de, dünya çapındaki dış çekişmelerin de vicdanlarda meydana getirdiği kasavet ve karanlığın tek çözümü “adaletli” davranmaktır. Adalet, “İlâhîliğinin” içi boşaltılıp “arzîlik” adına yapıldığı zaman, bu haksızlık ve yıkımın, ilk önce bunu icraya koyan fert ve toplumlara, daha sonra da bütün insanlığa büyük zarar ve sıkıntı verdiği bir vakıadır.

Dünyanın dört bir yanında, devam eden savaşların ve menfaat çekişmelerinin–çoğu zaman—“sudan” bahaneler olan gerekçeleri de meşrû değildir, neticeleri de meşrû olmamaktadır. Bu da bütün insanlık ailesini müthiş derecede rahatsız etmekte ve bu kısır döngü maalesef devam ede gelmektedir. Mahlûkatın en eşrefi olan insanın fıtratına ters düşen ve çoğu kere sadece vicdanların sızlanmasından başka bir çaresi olmayan bu “haksızlık” maalesef süregelmektedir.

Ülkemizde son aylarda yaşanan olay ve gelişmeler “adaletin” ne kadar önemli ve vazgeçilmez bir nimet ve hak olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştur.

Zulmü yapanın yanına kâr kalmadığı gerçeği, bizzat o zulmün muhatabı olan “mazlûm ve masum” insanlar kadar insan olan herkesin vazgeçilmez arzusudur. Dünyada ve ülkemizde bir kısım “egemen ve elit” tabakanın elinde adaletin; maddî güç olarak kullanılması ve bunun tatbikinin haksız yere devam ettirilmeye çalışılması ne kadar acı ve ibret vericidir.

Adalet her kişinin kendine göre yönlendirilebileceği bir tanımlama değildir. Kendi kuralları olan ve kendi kuralları içerisinde işleyen İlâhî bir prensiptir. Herhangi bir olay ve sahada sürekli ve verimli bir başarı için o işin veya mesleğin sabitlenmiş, masum vicdanlarda kabul görmüş prensipleriyle tatbikat yapılırsa ancak müsbet netice alınır. Müessese ve kişilere düşen vazife; bu sabitlere, prensiplere ve hakkaniyete itaat ve riayet etmektir.

Bunun da en temel ve vazgeçilmez şartı; “İlâhilik ve mukaddesat” kaynaklı olmasıdır. Adalete inanmak ve tatbik etmek gerçek mânâda o hakkı insanlığa ihsan edip veren Allah’a ve Hesap Günü’ne olan iman ile çok yakından âlâkalıdır. Kişinin düşüncesinde hesap vereceği en son mercî olarak Allah olmalıdır ki bu mânâda istenilen netice alınabilsin.

Bu düşünce olmadığı zaman; hem genel olarak dünyada, hem de Türkiye’de göregeldiğimiz çarpık, haksız ve neticesiz yasaklar, olumsuzluklar meydana gelir.

Ülkemizin yıllardan beri kanayan büyük yarası “başörtüsü yasağı”nın, bu ülkenin ne sosyal yapısına, ne ekonomik yapısına, ne eğitim yapısına ne de siyasî ve adalet yapısına bir olumlu katkısı olmuştur. Haksız ve bir inat uğruna devam ettirilen bu yaranın, aksine birçok manevî ve arzî belânın bu ülkede meydana gelmesine sebep olduğuna inanan insanların sayısı hiç de az değildir.

Son ayların “flaş haberi ve olayı” olan “Ergenekon” konusunda milletin vicdanı “adalet” istiyor. Adaletten tarafa tavır koyuyor. Allah insanlardan yüzde yüz âdil olmalarını beklemez. İnsan olduğumuz için burada mutlaka eksik ve hatalı neticeler de olacaktır. Milletin ve insanlığın istediği ise bilerek ve kastî olarak olayın çarpıtılmaması ve adaletin yerine getirilip devam ettirilmesi duygusu içerisinde olunmasıdır.

İnsanlar teoriyi pratiğe dönüştürmede çıkarları ile Allah’ın emri arasında gel-git yaşamamalıdırlar.

Adaletin yeryüzünde uygulanabilmesi için, kişi ve müesseselerin Allah’ın emrine itaat etmeleri, adalet uğruna kendi çıkar ve menfaatlerini bir kenara bırakabilmeleri gerekir.

İşin özü ve vazgeçilmezi ise, yine “inanç ve vicdan” olarak karşımızda duruyor. Müslüman olan bir kişi Allah’a iman ederek bütün emirlerini yerine getireceğine dair söz vermiştir. Bu konuda geri adım atmaması gerekir.Vermiş olduğu bu söz üzere yaşadığı sürece âdil davranmalı ve adaletin zıddı olan zulme engel olmalıdır. 

Ülkemizdeki haksız ve kanunsuz zulümler başta olmak üzere, yakın komşularımız olan Müslüman ülkelerdeki ve bütün dünyadaki haksız ve adaletsiz uygulamaların kalkması için fiilî ve kavlî duâ konusunda yapılması gerekenleri yapmak ve tatbikâtına devam etmek dilek ve temennisiyle.

14.02.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Gerçek Sevgiliyi ne kadar arıyoruz?



İnsan bir tercih yapmak zorundadır: Gerçek Sevgilisini mi arıyor, yoksa fânî ve geçici sevgilisini mi? Arada uçurumlar var. Gerçek Sevgilimiz biz farkında olsak da, olmasak da bizi seviyor ve bizi her gün nimet ve hayat hediyelerine boğuyor. Gerçek Sevgilimizin bir defa bile vefâsızlığı görülmüş değil. Gerçek Sevgilimiz kötü günümüzde bizi terk eden birisi değil. Gerçek Sevgilimiz hayatta da, ölümde de bizimle berâber. Gerçek Sevgilimiz bizim onu sevdiğimizden çok daha fazla bizi seviyor! Gerçek Sevgilimiz, biz O’nu unutalım, unutmayalım; bizi unutmuyor. Gerçek Sevgilimiz, bir günde defalarca kalbimizi yokluyor, defalarca iç dünyamıza nazar ediyor, bizi bizden çok daha iyi biliyor ve çok daha iyi seviyor, kalbimize bizden daha yakındır ve biz, insanlık olarak hepimiz, istesek de istemesek de, hızla O’na doğru gidiyoruz!1 O bize şah damarımızdan daha yakındır.2 Yunus bu kavuşmayı Cennet’ten çok istiyor. Mevlânâ bu kavuşmaya şeb-i ârûs diyor.

Gerçek Sevgilimiz hiçbir zaman bize uzak olmadı, hiçbir zaman uzak olmayacak! Hiçbir zaman bizi aldatmadı, hiçbir zaman aldatmayacak! Hiçbir zaman bizi yalnız bırakmadı, bırakmayacak! Hiçbir zaman bizi terk etmedi, terk etmeyecek! Hiçbir zaman bize vefâsızlık yapmadı, yapmayacak! Hiçbir zaman bizi nazarından düşürmedi, düşürmeyecek! Hiçbir zaman bizim kalbimizi reddetmedi, reddetmeyecek! Hiçbir zaman bizim gönlümüzü incitmedi, incitmeyecek! Hiçbir zaman bizim sevgimizi yetersiz bulmadı, yetersiz bulmayacak! Hiçbir zaman bizim kusurumuzu çok görmedi, çok görmeyecek! Hiçbir zaman bizim–eksiğimizle, kusurumuzla—O’nu isteyişimizi ve O’na yönelişimizi geri çevirmedi, geri çevirmeyecek! Hiçbir zaman bizi kapısından kovmadı, kovmayacak! Hiçbir zaman ellerimizi boş göndermedi, boş göndermeyecek!

Ve her defasında vefâsızlık, sevgisizlik, kabalık, küstahlık, nezâketsizlik, hatâ üstüne hatâ, kusur üstüne kusur bizde; sonsuz vefâ, sonsuz sevgi, sonsuz yumuşaklık, sonsuz iyilik, sonsuz nezâket, sonsuz hatâsızlık ve sonsuz kusursuzluk O’nda oldu. Defalarca O bizi affediyor, bizi bağışlıyor, hatâlarımızı yok sayıyor, kusurlarımızı görmüyor, eksikliklerimizi hoş görüyor, biz O’na bir adım yaklaştığımızda O bize koşarak geliyor,—Peygamber Efendimiz’in (asm) müjdesiyle—biz O’nun için bir damla göz yaşı döktüğümüzde O bize artık gam, keder ve hüzün yüzü göstermiyor3, biz O’ndan az çok korktuğumuzda O bizi bütün korktuklarımızdan emin kılıyor, biz iyi kötü O’nu istediğimizde O bütün endîşelerimizi gideriyor, biz kırık dökük O’na yöneldiğimizde O kalbimizin gelecekle ilgili bütün meraklarını sevgisiyle ümide çeviriyor, biz yarım yamalak O’nu sevdiğimizde O bütün geleceğimizi saadet çiçekleriyle donatıyor. Gerçek Sevgilimiz dünümüze hâkim, bu günümüze hâkim, yarınımıza hâkim.

Gerçek Sevgilimizden ne istersek isteyelim; veremeyeceği hiçbir şey yok! Ne dilersek dileyelim; reddettiği hiçbir istek yok! Ne arzu edersek edelim; boş çevirdiği hiçbir el yok! Lütuf O’nun, ikrâm O’nun, ihsan O’nun, merhamet O’nun, nimetler O’nun, güzellikler O’nun, bize tattırdığı lezzetler O’nun, bize yaşattığı hayat O’nun, bize bağışladığı bütün sevdiklerimiz O’nun, bizim âşık olduğumuz bütün sevgililerimiz O’nun, bizim sevgilimize götürdüğümüz bütün çiçekler O’nun!

Çiçekler O’nun ikrâmı... Mutluluklar O’nun ihsanı... Sevgiler O’nun lütfu... Sevgililer O’nun hediyesi...

Ama ne yazık ki, insan şükürsüz, insan teşekkürsüz, insan kadir kıymet bilmez, insan sağır davranıyor.

Oysa Gerçek Sevgiliyi buluverse insan asla üzülmeyecek, asla keder yüzü görmeyecek, asla efkârlanmayacak ve kâinâtın aşk ve sevgi ritmine ayak uyduracak, gerçek saadeti ve sonsuz mutluluğu yakalayacaktır!

Kimdir o Gerçek Sevgili? Allah’tan başka kim olabilir? Öyle ki, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle, her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan, bütün sevdiklerimizi sonsuz ihsanlarıyla mutlu eden, binler iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağı olan, bin bir isminde bütün güzellik tabakaları gizli bulunan ve Celâl sahibi bir Güzel ve Kemâl sahibi bir Sevgili olarak Kendi Yüce Zâtını bize tanıtan Allah, sonsuz derece aşk ve muhabbete lâyıktır! Bütün kâinât O’nun aşk ve muhabbetiyle mest olmuş ve kendinden geçmiştir!4 Öyleyse insan, Allah’ın hakkı olan sevgi duygusunu mahlûkâta dağıtmamalıdır. Çünkü mahlûkât fânîdir. Oysa o mahlûkâtın üzerinde birer sevgi tomurcuğu halinde gülümseyen nakışlar ve işlemeler Allah’ın bin bir isminin izlerini taşımaktadırlar. Yalnızca Rahmân ismine bir bakalım ki, Cennet bir cilvesi, ebedî saadet bir pırıltısı, dünyadaki bütün lezzetler, rızıklar, nimetler, sevgiler ve sevgililer sadece bir damlasıdır!5 Senin kendini, sevgilini ve bütün sevdiklerini yok olmaktan kurtaran ve hayat üstüne hayat bahşeden, mutluluklar üstüne mutluluklara boğan Allah’ın Rahmân ve Rahîm isimleri elbette sonsuz derece sevilmeye ve aşka lâyıktırlar.6

Öyleyse Allah’ın dışındaki bütün sevgilileri muhakkak Allah için sevmeli, Allah için olmayan sevgileri derhal terk etmeliyiz.

Gerçek Sevgili bize hiç de uzak değildir!

O’nu ne kadar arıyoruz?

Bu gün bilmem ama; yarın ne kadar arayacağız? Hep O’nu arayacağız! Yalnız O’nu!

Dipnotlar:

1- Enfâl Sûresi: 24

2- Kaf Sûresi: 16

3- Câmiü’s-Sağîr, 4/1336

4- Sözler, s. 571

5- Sözler, s. 582

6- Sözler, s. 584

14.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cennette en sevimli ve en güzel nimet



Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hatıra hayale gelmeyen Cennet nimetleri o kadar nefis, güzel ve caziptir ki insan dünyadayken ne kadar sıkıntı çekerse çeksin o nimetleri görünce bu sıkıntılarını unutur. “Dünyanın bin sene mesudâne hayatı bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna”1 çıkıyor insan.

Bu müjdeyi bize Rabbimiz veriyor, Peygamberimiz (a.s.m.) veriyor. Birgün Resûlullah (a.s.m.), “İyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlara, yaptıklarının daha güzeliyle karşılık ve fazladan mükâfat vardır”2 meâlindeki âyeti okuduktan sonra şöyle buyururlar: “Cennetlikler Cennete girdikten sonra Cenâb-ı Hak, “Size verdiğim nimetleri arttırmamı ister misiniz?” diye sorar. Onlar, “Yüzümüzü ak etmedin mi? Bizi Cennetine koyup Cehennemden kurtarmadın mı?” derler.

Bunun üzerine Allah perdeyi kaldırarak cemalini gösterir. Onlara Rablerine bakmaktan daha sevimli ve güzel bir nimet verilmemiştir.”3

Başka bir zaman da Sahabe sormuş, “Kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz ya Resûlallah?” diye.

Allah Resûlü de (a.s.m.), “Ay dolunay halindeyken onu görmekte güçlük çeker misiniz?” dediğinde, Sahabe, “Hayır ya Resûlallah” diye cevap vermişler.

“Peki, bulutun arkasında olmadığı zaman güneşi görmekte güçlük çeker misiniz?” diye ikinci bir soru sormuş.

Onlar yine, “Hayır ya Resûlallah” diye karşılık vermişler. Allah Resûlü (a.s.m.), “İşte Rabbinizi de böyle göreceksiniz.”4

Evet, mü’min Allah’ın cemalini müşahede etme gibi Cennetin bin senesinden daha üstün bu büyük nimeti daha tatma imkânı buluyor.

Ama siz gelin görün ki gaflet sebebiyle böylesine güzelliklerin diyarı bir Cennet için insan gerekli rağbeti ve gayreti göstermez. Allah Resûlü de (a.s.m.), hayretini gizleyemeyip, “Korkunçluğu sebebiyle kaçınması gerekirken gaflete dalıp sakınmamak kadar dehşetli birşey görmedim. Cennet gibi cazip bir yeri bilip de can atmamak kadar büyük bir gaflet de görmedim” 5 buyururlar.

Her halde oturup bunun sebebini düşünmek de bize düşüyor.

Lügatçe:

1. Mektûbât, s. 223.

2. Yunus Sûresi: 26.

3. Tirmizî, Cennet: 16; Müslim, İman: 297.

4. Buharî, Rikak: 52; Müslim, İman: 299.

5. Tirmizî, Cehennem: 10.

14.02.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Şiddetli sarsıntılar



Meşrûtiyetin (hürriyetin) ilânından (Temmuz 1908) kısa bir süre sonra, memleketin idaresi İttihat ve Terakki Cemiyetinin eline geçti.

İttihat ve Terakki ise, bilhassa 31 Mart Vak'ası ile başlayan süreçte, Selanik kökenli dönmelerin, Yahudilerin ve farmasonların kontrolü altına girdi.

Böylelikle, 1865'te başlayan Osmanlı Ahrar hareketinin ana rotasından ayrılan İttihatçılar, bozuk, karanlık ve bulanık bir mecraya fiilen de girmiş oldular: Siyasette olduğu gibi, askeriyede ve bürokrasideki kilit noktaları da ele geçirdikten sonra, daha da ileri giderek, gemi azıya aldılar; sağda solda kan dökmeye başladılar.

Artık komitacılıkla iş görmeye başlayan İttihatçılar, fikren mağlûp edemedikleri rakiplerini, bu kez kuvvet ve şiddet yöntemiyle diskalifiye etmeye yöneldiler. Güçlü fikir ve kalem erbabı muhaliflerini birer birer katlederek, koca bir millete gözdağı vermeye yeltendiler.

Hatta, zaman zaman kendilerine yakın gibi görünen kimseleri dahi tetikçiler vasıtasıyla vurup katlettiler: Evet, aynı sene içinde (1913) Hürriyet Kahramanı Resneli Niyazi Bey ile Hareket Ordusu Komutanı ve o tarihte Sadrâzam olan Mahmut Şevket Paşayı katlettirenler, İttihatçı komitacılardan başkası değildir.

Dönmeler, Türkçülüğe sığındı

Meclis Başkanı İttihatçı Talat Beyin işi kotarması sayesinde, padişah için hall kararı çıkartıldı. Gariptir ki, Sultan Abdülhamid'e tahttan indirildiğini tebliğ etmeye giden heyetin başında Selanik mebusu Emanuel Karasso var. Dört kişilik heyetin içinde ise, Ermeni ve Arnavut vardı, ancak Türk milliyetinden bir tek kişi yoktu.

İşte, garipliğin de ötesinde siz şu garabete bakın görün ki, bozuk İttihatçılar, bu tarihten itibaren hummalı bir şekilde Türkçülük ve Turancılık yapmaya başladılar: Yusuf Akçura ile Kırım'dan getirtilen Gaspırali İsmail ve Kürtlerin yüz karası olan Çermikli Kürt Ziya (Gökalp), hemen her tarafta çeşitli ders ve konferanslarla Türkçülük propagandası yapmaya koyuldular.

Esasında, bu kimseler hakikî Türk olmadığı gibi, onların milliyetçilikleri de sahte ve samimiyetsizdi. Asıl maksatları, başka unsurları tahrik ederek onları Türk'e ve Osmanlıya düşman hale getirmek, dolayısıyla bu milletin en büyük kuvveti olan İslâm kardeşliğini bozmak ve baltalamaktı.

Ne yazık ki, bu maksatlarında büyük ölçüde başarılı da oldular. Bir kısım Türklerle birlikte, diğer unsurların da ırkçılık damarını tahrik ederek onları karşı karşıya getirerek, en büyük fitneyi uyandırmış oldular... Müslüman milletler için öldürücü zehir etkisi yapan bu fitnenin ateşi, maatteessüf hâlâ söndürülebilmiş değil.

Bütün hayatını İslâm birliği ve din–imân kardeşliği dâvâsına adayan Bediüzzaman Said Nursî, bir taraftan da "Frengî illeti" diye isimlendirdiği ırkçılık tehlikesini bertaraf etmeye çalıştı.

Aynı şekilde, Bediüzzaman, siyasette de ırkçılık illetinden uzak duran ve kendini büyük ölçüde bu cereyandan muhafazaya çalışan Ahrar–Demokrat misyona daima destek verdi; fikriyatı ve talebeleriyle birlikte onlara her zaman bir "nokta–i istinad" olmaya çalıştı. (Emirdağ Lâhikası, s. 271; 1994 baskısı.)

Felâketler zinciri

Niyazi, Enver ve bir ölçüde Said Halim Paşa gibi, birtakım hata ve kusurlarına rağmen samimî ve hüsn–ü zan sahibi zatları istisna tutarak bakacak olursak, geriye kalan İttihatçıların hemen tamamını "musibet yüzlü adamlar" olarak görmemiz mümkün.

İşte, bu musibet yüzlü adamlar, bilhassa siyasî yönetimi ele geçirdikten sonra, devletin hemen her kademesinde dehşet verici bir kıyım ve tasfiye harekâtına giriştiler. Diplomaside, bürokraside ve özellikle askeriye dairesinde, "gençleştirme" adı altında o güne kadar hiç görülmedik ölçüde bir tasfiyeyi gerçekleştirdiler. En tecrübeli devlet adamlarıyla birlikte, tecrübeli zabitleri (subayları) da bir kalemde emekliye sevk ettiler.

Ordu ve devlet, böylelikle tecrübesizlerin eline ve insafına terk edilmiş oldu.

Tabiî, su uyusa da düşman uyumazdı. Koca Osmanlı'nın acemi çaylakların eline düştüğünü fark eden başta İngiliz ve Rus istihbaratı, önce Balkanlardaki toplulukları tahrik ettiler. 1911'deki İtalyan Harbinin (Libya, Trablusgarp, Ege Adaları) yaraları henüz sarılmamıştı ki, 1912'de bu kez Balkan Savaşı patlak verdi. 1913'te ikincisi tekrarlanan Balkan Savaşları sonrasında, koca Ordu–yu Humayûn—bir–iki istisna dışında—tam bir mağlûbiyet ve perişaniyet içinde gerilemeye ve adım adım mevzi kaybetmeye başladı.

Bundan bir sene sonra ise (1914), perişan ve tecrübeli subaylardan da mahrûm edilen Osmanlı ordusu, bu kez çok daha büyük ve çok daha dehşet verici bir muharebenin içine sürüklendi; adeta yedi cephede yedi düvele karşı bir ölüm–kalım mücadelesinin içine girdi.

Dört yıl (1914–18) devam eden Birinci Dünya Harbinin Osmanlıya toplam insan maliyeti, dört milyon civarında oldu. Mal ve toprak kaybı ise, can kaybına nisbeten çok daha fazla olduğu sonradan anlaşıldı. Zira, koca Arap Yarımadasını dört senedir canla–başla savunan ve yekûnu yüz bini aşan 4. 7. ve 8. Osmanlı orduları, savaşın sonlarına doğru yıkıma uğradı, yahut uğratıldı. İşin içinde "Yıldırım Orduları Komutanlığı" tabusu olduğu için, bu siyah noktayı kısa ve es geçiyoruz.

Dış saldırılara karşı

Haricî düşmanın bütün kuvvetiyle saldırıya geçtiği günlerde, talebeleriyle birlikte harbe iştirak eden ve olanca kuvvetiyle mücadele eden Üstad Bediüzzaman'a, esaret dönüşü şöyle bir sual sorulur: “İttihada (İttihat–Terakki'ye) şedit bir muarız idin; neden şimdi sükût ediyorsun?”

Bu suâle şu cevabı verir Bediüzzaman: “Düşmanların onlara şiddet–i hücumundan; düşmanın hedef–i hücumu onların hasenesi olan azim ve sebatdır ve İslâmiyet düşmanına vasıta–i tesmim (zehirleme vasıtası) olmaktan ferâgatıdır. Bence yol ikidir. Mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik (Ermeni çete reisi) ile beraber Enver’e, Venizelos (Yunan Başbakanı) ile beraber Said Halim’e (Sadrâzam) vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.” (Sünûhât, s. 67–68; 1993 baskısı.)

İşte, kin tutmamak, tarafgirlikle hareket etmemek ve hakperest olmak buna derler: İttihat–Terakki hükümetinin iç politikada izlemiş olduğu haksız ve çirkin uygulamalara rağmen, hariçten gelen bir saldırı karşısında, yine de intikam duygularıyla hareket edilmez ve meselâ bazı siyasîlerin yaptığı gibi "Oh olsun! Ne halleri varsa görsünler" denilmez; belki, müşterek düşman def edilinceye kadar ihtilâflı meseleler askıya alınır ve birlikte omuz omuza mücadele verilir. Ki, Üstad Bediüazzaman ve talebeleri de aynen öyle davranmış.

14.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Siyasetteki farklı tutum ve mihenk!



Bir okuyucumuzun, “Filan ağabeyimiz de Risâlei Nur okuyor, ama, sizin gibi düşünmüyor, filan partiye oy veriyor! Bunu nasıl açıklayacaksınız?” şeklindeki sorusuna vereceğimiz cevabın ilk cümleleri şöyle:

Hiç şüphesiz, mihengimiz (ölçümüz), filan ağabey veya falan kişi değil, Kur’ân ve Hadis’in en muhteşem çağdaş tefsiri, yorumu olan Risâlei Nur’dur. Kim olursa olsun, vazifemiz herkesi mihenge vurmaktır. Bediüzzaman’ı dinleyelim:

“Hiçbir müfsid, ben müfsidim demez. Daima sûreti haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsnü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”1

Bediüzzaman kendisini mihenge vurdurduysa, falan veya filan kişi de elbette mihenge vurulur. Cümlelerin devamındaki hususa daha da dikkat etmek gerekir: “Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsnü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsnü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.”

Yani, parlak sözler veya “Biz de Risâlei Nur okuyoruz!” söylemlerinden önce, “Delil, belge ve sonuca” bakarız. Takip edelim:

“İşte, müştebih (benzer) ağaçları gösteren semereleridir (meyveleridir). Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız.”

Söz konusu şahsiyet şeyh, hoca, allâme, büyük bir ağabey ise ne yapmamız gerekir? Yine Risâlei Nur’un ölçülerine müracaat etmemiz gerekir. Takibe devam ediyoruz:

“Suâl: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

“Cevap: Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün gereği tevazu ve mahviyettir; tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyyi müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”2

Eğer eleştiri görevini; bu perspektiften ele alıp hakkıyla ifâ, yâni dozajını ayarlayıp ifrat veya tefrite düşmeseydik; ilimde, fikirde, hattâ teknikte çok daha büyük merhaleler kat’ edecek, daha çok ve büyük kabiliyetlerin inkişâfına zemin hazırlamayacak mıydık?

Ancak, “Sizin söylediğiniz bu husus Risâlei Nur’da şöyle geçiyor, mesele ifade edilmemiş mi?” diyerek mihenge vurmak ile, “Yanlış düşünüyorsunuz, batıl yoldasınız, sapıttınız!” deyip saygı sınırını aşmayı birbirine karıştırmayalım.

Öte yandan Bediüzzaman, “Risâle-i Nur, yalnızca iman dersi değil, ictimâî dersler de verir” der. Ki, Risâle-i Nur’un dört temel kitabından birisi Şuâlar’dır. Lâhikalar ise, 27. Mektub’dur. Lâhikaları okumayan, ictimâî bölümlerini tahlil etmeyen, hatta ilgilenmeyen kişilerin siyasette fikri elbette sorulmaz! Onların ictimâî ve siyâsî söylemlerinin, Risâle-i Nur açısından bir kıymeti harbiyesi yoktur!

Dipnotlar:

1. Münâzarât, s. 4850

2. Age, s. 5960.

14.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Yaramaz öğrenci yoktur; ne işe yaradığını bilmeyen eğitimci vardır



En yaramaz öğrenci, eğitimciyi

en fazla geliştiren öğrencidir

Hani, sınıfların yaramazları vardır ya. Aslında eğitimciyi en çok geliştiren onlardır. Çünkü sıra dışıdırlar. Onları kontrol altına alabilmek için, kendilerine uygun bir adım atmak gerekiyordur. Bu adım arayışı da eğitimcinin gelişmesine, yeni modeller aramasına vesile oluyor. Bir öğrenci için en kötü şey, belirlenmiş bir hedefin bulunmamasıdır. Yani nereye gideceği belli olmayan, ne işe yarayacağı bilinmeyen bir güç odağı olmanın kişiye zarardan başka bir getirisi olmayacağı apaçıktır. Eğitimci için sınıfların renkli öğrencilerden oluşması, derslerin renkli geçmesini netice veriyor. Yani öğrenciler aynı amaca doğru giderken, farklı kişiliklerini kaybetmemelidirler. Yoksa sınıflar çekilmez.

Terzi kumaştan şikâyetçi olmamalıdır

Eğitimcinin tek malzemesi öğrencidir. Hatta iki eğitimci bir araya gelse konuşulan konu hep öğrencidir. Hatıralar hep öğrenciler üzerinedir. Ama gelin görün ki, çoğu kez eğitimci öğrenciden şikâyetçidir. Bu durum, terzinin kumaştan şikâyetçi olması gibi bir şey. Oysa ‘bu kumaştan ne çıkar’ yaklaşımı içerisinde öğrencilerle muhatap olmak, çok daha sağlıklıdır. Evet, her kumaşın da kalitesi aynı değildir. Sınıflarda, aile zoruyla okuyan veya başka amaçlarla sınıfları meşgul eden öğrenciler yok değildir.

Şu yaramazın yaptığına bir bakın!

Eğitimci bir dostum anlatıyor: “Ortamı dağıtmak ve sınıfı dersten koparmak için ne gerekiyorsa yapan, amaçsız, hayatı anlamsız gören ve öylesine yaşayıp giden bir öğrencim vardı. Hatta arkadaşları onun kötü alışkanlıklarının olduğundan, kendisine hakim olamadığından ve zaman zaman da sınıfta kontrolden çıktığından bahsediyorlardı. Tiner, alkol, kumar gibi pek çok alışkanlıkları olduğunu ifade ediyorlardı. Bu durumu derslerde de anlaşılıyordu. Çünkü çevresindeki arkadaşlarını çok etkiliyor, onların ders dinlememeleri için çok yollara başvuruyordu.”

“Ben de, onun sınıf içinde kalması için çok çaba harcıyordum. Çünkü dışarıya çıktığında iyi şeyler yapmadığından bahsediliyordu. Bütün yalnız kalışlarında sürekli kendisine zarar verdiği ifade ediliyordu. Ben de, onun için, “ne kadar çok sınıfta bulunsa, o kadar iyidir” diyordum. Hani, hiç değilse bir şeyler dinler diyerek. Hatta çoğu zaman, onu da konuya dahil ediyordum ki, kendisini dışlanmış hissetmesin diye. Ama bu durum o kadar yorucu oluyordu ki, çoğu kez dışarı atsam mı, atmasam mı ikileminde kalıyordum. Ama hep sabrediyordum. Sınıfın en duygusal cümle kuran ve konuşulan konulara duygusal yorumlar yapan tek kişisi de oydu. Sınıfı şenlendiren bir yönü de vardı.”

“Belki de dönem boyunca kendimi en çok denediğim sınıf bu öğrencinin içinde olduğu sınıf oldu. Bu sınıfa çoğu konuları özel çalışıp geliyordum. Hatta çoğu kez, ders konusunu kapatıp, sınıftaki öğrencilerin gündemleriyle ilgili konular konuşuyorduk. Bu konular konuşulduğunda en dikkatli dinleyenlerden birisi, bizim bu yaramaz (!) öğrencimizdi. Onun bu durumu ve tavrı bizi daha ciddî dersler hazırlamaya itiyordu.”

Zahmet, her zaman rahmet içerir

“Bir günü hiç unutmuyorum. Artık dönemin son dersiydi. İyisiyle kötüsüyle dönemin sonuna gelmiştik. Öğrencilerin dönem boyunca dersimizle ilgili düşüncelerini almak istiyordum. Özellikle bu sınıfın beni çok yorduğunu, ama bir o kadar da geliştirdiğini düşünüyordum. Fakat sınıfın dersimizle ilgili, şahsımla ilgili neler söyleyeceğini de merak ediyordum.”

“Sınıfın bütününün sınıfta olduğu bir dersti. Küçük kâğıtlar dağıttım. “İsim yazmadan, düşüncelerinizi bu kâğıtlara yansıtın” dedim. Herkes bir şeyler yazdı. Öğrencinin birisi de kâğıtları topladı. Ama bizim ‘yaramaz’ (!) öğrenci bir düşünce belirtmemişti. Kendisine verilen kâğıda bir şeyler yazarak geri vermemişti. Sınıftan ayrılmıştım. Biraz ilerleyince peşimden birisinin geliyor olduğunu anladım. ‘Hocam’ diyen ses tonu, bizim ‘yaramaz’ (!) öğrencinin sesiydi. Tam yanıma yaklaşıp, ‘Hocam şu kâğıdı, odanıza varınca okursunuz’ dedi ve yanımdan hızlıca ayrıldı. Odaya gittiğimde en çok merak ettiğim bu öğrencinin kâğıdında neler yazıyor olduğu idi.”

Her öğrenci, okula bir ders taşır

“Adımın ve soyadımın ilk harflerinden oluşan bütün harflere uygun, her harfin cümlesi bir satıra gelecek şekilde, yani akrostiş tarzda bir şiir yazmış. Okumaya başladığımda içinde ifade edilenlerden ziyade bu öğrencinin, bu tarz bir adım atması ve şiir tarzında düşüncelerini bana iletmesi beni çok duygulandırmıştı. Yazdığı satırlarda da çok anlamlı duygular yansıtmıştı. Anlıyordum ki, her öğrencinin eğitimciye vereceği bir dersi vardı.”

Eğer hakkını veriyorsa eğitimcinin

hiçbir cümlesi boşa gitmez

Eğitimcinin –eğer hakkını veriyorsa- hiçbir çalışılmış cümlesi boşa gitmiyor. Bir binayı inşa etmek gibi konular, her bir tuğla bir amaca, bir sonuca götürüyor insanı. Ama bir şey gerekiyor ki, sabır, sevgi, hoşgörü, ümit varolması gerekenlerdendir.

Eğitimci dostun anlattıklarından anladım ki, eğitimciyi en çok geliştiren, ortamların en yaramaz öğrencileridir. O zaman diyorum ki, yaramaz öğrenci yoktur, ne işe yaradığını bilmeyen eğitimci vardır. Ne dersiniz?

14.02.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kriz çıkaranlar baştacı mı?



Faturasını büyük ölçüde fakir ve dar gelirli olanların ödediği ‘küresel kriz’in patlamasına sebep olanlar hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyor. Dünyanın içine sürüklendiği krizde, büyük şirketlerin yöneticilerinin payı olduğu gibi, IMF gibi uluslar arası kuruluşların da payı vardır.

Türkiye’nin IMF ile olan ilişkisi de ayrıca tartışılmaya değer. Yıllardan beri IMF’in ‘reçete’leriyle hareket edildiği halde, bir türlü düzlüğe çıkamamış olmamız tesadüf müdür? Garip olan bir nokta da, bütün dünyada IMF’in politikaları cesaretle eleştirilirken ülkemizde bunu yapmak neredeyse ayıplanıyor...

Şükür ki, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) sunduğu reçetelere itiraz sesleri eskisinden daha gür çıkıyor. Hem de itiraz eden isimler göz ardı edilebilecek isimler değil. En başta Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz, IMF’in politikalarına, bilhassa da Türkiye ile olan ilişkisine itiraz edenlerin başında geliyor.

Nobel ödüllü ekonomist Stiglitz, mevcut küresel şartlara uygun bir IMF anlaşması konusunda uzlaşılamaması halinde, stand-by yapmamanın daha iyi bir seçenek olabileceğini hatırlatmış. Stiglitz’in dikkat çektiği bir nokta daha var. Ona göre “IMF küresel krizi tahmin edemediği gibi bu krizden çıkılmasının yollarını da bilmez!” (Yeni Asya, 7 Şubat 2009)

Türkiye bir dönem için IMF’siz yola devam edeceğini açıklamıştı. Son günlerde ise yeniden IMF ile anlaşma yolları aranıyor. Muhtemelen önümüzdeki günlerde bu anlaşma yapılacak, çünkü gelen sinyaller o merkezde. Umalım ki Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz’in tahmini doğru çıkmasın ve IMF ‘reçete’si krize çare olsun.

Dünya ülkeleri IMF’in tavsiyelerini dikkate almıyorsa, Türkiye niçin alsın?

IMF’in geçmiş yıllardaki kırık notları bir yana, son aylarda iyice hissedilen ‘küresel kriz’i tahmin edememesi kabahat olarak yetmez mi? “Hayır, IMF krizi öngördü. Ama tavsiyelerini dikkate alan olmadı” diyen var mı? O halde, krizden çıkış için başkalarının reçetelerine ihtiyaç duyulmamalı.

Stiglitz’in dikkat çektiği bir nokta daha var: Mevcut küresel şartlara uygun bir IMF anlaşması konusunda uzlaşılamaması halinde, stand-by yapmamanın daha iyi bir seçenek olabileceği unutulmasın.

Aslında krize nasıl sürüklendiğimiz ve çıkış yolları da bellidir. Mühim olan ‘doğru’ kararları cesaretle uygulamaktan geçiyor. Bütün uzmanlar, krizin çıkış sebebi olarak ‘hayâl ekonomisi’ uygulanmasını gösteriyorlar. Bu sistem bütün dünyada tıkandı. O halde ‘reel/geçrek ekonomi’ye dönmek zorundayız. Bunun birinci adımı da rantiyeyi değil ‘şantiye’yi teşvikten geçiyor. İmkânlar ölçüsünde şantiyeler desteklenir ve teşvik edilirse kısa sürede bu krizleri aşabiliriz.

Bunca yıl ‘şantiye’de çalışanlar bedel ödedi. Bundan sonraki bedelleri bari ‘rantiyeciler’ ödesin. IMF ile görüşmeler devam ederken bu noktaların da altının çizilmesinde fayda var. IMF ‘hem suçlu, hem güçlü’ pozisyonundan çıkmalı ve bütün dünyadan özür dilemeli. Belki bu yolla yeniden güven tazeleyebilir.

14.02.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Bediüzzaman’ın siyasete tavsiyeleri (2)



Bediüzzaman, siyasete bakışında Kur’-ân’da defalarca dikkat çekilen, “Birinin hatasıyla akrabası, partidaşı, yakınları mesul olmaz” mânâsındaki âyet-i kerimenin tefsirini esas alır. Milletin siyasî partiler üzerinden tefrika ve ayırımlara düşmemesi için hataları yalnız yapanlara münhasır bırakır.

Son lâhika mektubunda Halk Partisi’yle ilgili olarak, “Meselâ, bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hatta otuz senede hapislerde, tazyiklerde olduğu halde, hakkımı helâl ettim ve azâblarına mukabil o bîçârelerin yüzde doksan beşini tezyif ve îtirazlara, zulümlere mâruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum” açıklamasıyla, âyetin hükmüyle kabahatın ancak yüzde beşe verildiğinin nazara verilmesi bunun içindir. (Emirdağ Lâhikası, 459)

Yine bunun içindir ki çeyrek asır boyunca demokrasi dışı dayatmalara ve zulümlere imza atmış siyaseti ve siyasetçileri dahi milletin değerlerine sahip çıkmaya çağırır; onları siyasî tepkiyle aksi yöne gitmesine fırsat vermemeye çalışır; ülkenin birliği, gençliğin geleceği ve milletin selâmeti uğruna hakkını helâl eder.

“Eski dahiliye vekili, şimdiki parti kâtib-i umumisi Hilmi Bey!” hitabıyla başlayan mektupta Bediüzzaman’ın dönemin Halk Partisi Genel Sekreteri Hilmi Uran’a yazdığı mektup, siyasete tavsiyelerinin anlamlı mesajları ihtiva eder…

Bediüzzaman’ın sözkonusu mektubun bir eki olan “Hasb-i halden bir parça” başlıklı bölümde de belirttiği gibi, “daha evvel yazılan” bu mektupta, belli ki Bediüzzaman, Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda bulunmuş (1920) ve partisinin Meclis başkanvekilliği yapmış, Hilmi Uran’a mektubuna, “Yirmi sene zarfında bir tek istida Dahiliye Vekili iken sana yazdım. Fakat yirmi senelik kaidemi bozmadım, vermedim. İstersen sana okuyacağım. Hem eski Dahiliye Vekili, hem şimdi kâtib-i umumî sıfatlarıyla seninle konuşacağım. Yirmi sene, hükûmetle konuşmayan, tek bir def’a yine hükûmet hesabına hükûmetin büyük bir rüknü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz benimle konuşmayı bir-iki saat müsaade ediniz” girişiyle başlaması, hiçbir siyasî maksad ve hedefinin olmadığını bilinmesini istemekte. Siyasîlerle muhatapta günübirlik hesapların üstünde vatan ve milletin mukadderâtı üzerinde değerlendirmelerde tâkip edilecek ölçüleri vermekte.

5 Ağustos 1946 tarihine kadar üç sene, iki ay ve onaltı gün Saraçoğlu Kabinesinin istifasına kadar Dahiliye Vekilliğinde kalan, iktidar partisinin “ikinci adamı” Hilmi Uran’a bu tavzihi, siyasî telkin ve tavsiyelerde bütünüyle samîmî ve hasbî olunmasının açık bir örneğidir.

Bundandır ki Bediüzzaman’ın tavsiyelerine başlamadan önce, “Eski Harb-i Umumide ehemmiyetli hizmet etmiş bir evlâd-ı vatan, hem şimdi bu milleti, bu vatanı, anarşilikten ve ecnebi ifsadlarından kurtarmak için meydandaki tesirli asârıyla (eserleriyle) bütün kuvvetiyle çalışan bir hamiyetperver; ve mahkemede yetmiş şahitle ispat edildiği gibi, yirmi beş senede bir gazeteyi okumayan, merak etmeyen ve yedi sene Harb-i Umumiye bakmayan, sormayan, bilmeyen ve eserlerinde kuvvetli delillerle siyasetten bütün bütün alâkasını kestiğini ispat eden ve dünyanıza karışmadığını adliyeleriniz resmen itiraf ettiği bir zararsız adam; hem ahiretine ve ihlâsına zarar gelmemek için şiddetle teveccüh-ü ammeden (halkın yönelişinden) kaçan ve kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarından ve medihlerinden çekinen, beğenmeyen bu biçâre Said” notu dikkate değer. Bununla her şeyden önce siyasetçi muhatabının evham ve endişelerini bertaraf eder. Keza “Hiçbir tarihte ve zemin yüzünde emsali vuku bulmayan bir zulme ve on vecihle kanunsuz bir gadre ve tazyike hedef olduğu, hergün bir ay haps-i münferid azâbını çektirmek ve tecrid-i mutlak içinde tek başıyla bir haps-i münferitte durmaya mecbur etmek gibi zulme ve dehşetli gadre muhatap olduğu halde müracaat etmediğini” bildirmekle, sözkonusu mektubundaki ikaz ve tavsiyelerin tamamen vatan ve millet adına siyasetlerin başarısı için olduğunun izâhı içindir.

Bu açıdan, “Elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak, ehemmiyetli bir vazifenizdir. Siz dünyevi çok diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da ahiret hesabına konuşan, benim gibi kabir kapısında, vatandaşların haline ağlayan bir biçareyi dinlemek lâzımdır” şerhiyle ileteceği mesaja zemin hazırlar. Onca baskı ve haksızlığa rağmen siyasete karşı hiçbir önyargı içinde olmadığını, yanlışlarını tâmir etmeleri halinde geçmişte yapılanlara takılıp kalınmayacağı kanaatini aktarır.

Mektubunun sonunda da ölümün öldürülemediği ve kabir kapısının kapanmadığı gerçeğini ihtarla, “Ve madem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz. Ve madem o kat’i ölüm ehl-i dalâlet için idam-ı ebedidir, yüz bin hamiyetçilik ve dünyaperestlik ve siyasetçilik onu tebdil edemez” cümlesiyle insanî yönüne hitabı da sırf milletin ve vatanın geleceği için hasbi bir sohbet olduğunun ifâdesidir.

Ve “Bin seneden beri âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi (Müslümanların birlik ve bütünlüğünü) muhâfaza eden ve âlem-i beşeriyeti (insanlığı), küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri” olarak târif ettiği Türk milletine karşı, devrin tek partisi olan iktidar partisi “Halk Fırkasının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi”ni bu ifâdelerden sonra hatırlatır. (Emirdağ Lâhikası-190-191)

Bütün siyasî partilerin iman ve Kur’ân hakikatlerine sahip çıkması gerektiğini, aksi takdirde milletin ve İslâm dünyasının nefretinin kazanılacağını haber vediği mektubunda Bediüzzaman, dinin umumun ortak mukaddes malı ve değeri olduğunu, dine ve mânevî değerlere bigâne kalınması halinde, devrin dinsizlik cereyanı olan komünizmin bu vatanda etkili olacağını bildirir. Bunun her türlü etnik ve ayırımcı tefrika tohumlarını yeşerteceğine, milleti parça parça edebileceğine uyarır…

14.02.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Bir gariplik yok mu?



Gerçek demokrasinin en temel şartlarından birisi de milletin kurduğu partilerin yine milletin kapatmasıdır. Bu kapatma da oy vermeyerek olur. Şiddet içermediği sürece partilerin yargı kararlarıyla ya da ihtilâller neticesinde kapatılması demokrasi ile bağdaşmaz. Yani, demokrasinin temel unsurlarından birisi olan siyasî partilerin seçimle gelip seçimle gitmesi demokratik kuraldır.

Türkiye’de şu ana kadar 24 parti kapatılmış, peşinden aynı insanlar başka isimlerle parti kurmuşlar, faaliyetlerine devam etmişler. Gerek mahkemelerin gerekse de ihtilâllerin kapattığı partiler milletin gönlünde yer ettiyse tekrar siyaset sahnesine dönmüştür. Milletin gönlünde yer bulamayan partiler ise kapatılmasalar da marjinal hale gelmiştir. Siyasî partilerin kolaylıkla kapatılması Türk demokrasisine zarar vermiştir, verecektir de…

Geçtiğimiz yıl demokrasi tarihinde bir ilk yaşanmıştı. Bundan önce iktidar partileri ihtilâlciler tarafından kapatılırken, ilk defa iktidarda olan bir partiye Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Anayasa Mahkemesi’nde kapatma dâvâsı açılmıştı. Dâvâ sonucunda AKP kapatılmadı, ancak kapatılma kadar ağır bir karar çıktı. Bu yüzdendir ki, hükümet şu anda bu dâvânın ağırlığından icraat ve söylemlerinde “titiz” davranmak zorunda kalıyor.

* * *

İktidar partisine açılan bu kapatma dâvâsı hem ülkeye, hem de ilgili partiye sıkıntılı bir süreç yaşatmıştı. Bütün bu sıkıntıları yaşayan bir partinin CHP’nin çarşaf, başörtüsü, Kur’ân kursu gibi konularda yaptığı “açılımlar”ı karşısında bir yerlere mesaj vermesi ne kadar demokratik, demokrasinin neresinde yazıyor?

Başbakan Erdoğan’ın mahallî seçim mitinglerine başladığı Kocaeli’nde başlayan ve son grup toplantısında devam eden konuşmalarında demokratik teamüllere aykırı sözleri gündeme getirdiğini düşünüyoruz. Miting de, “Bunlar güzel gelişmeler. Konuşmaları bile güzel. Rozet takmaları bile güzel. Her halde AKP’ye kapatma dâvâsını açanlar bunları da seyrediyordur, izliyordur, değil mi?” sözü ile partisinin son grup toplantısında söylediği “CHP politbürosunun içine kapanmasının, Türkiye’nin hayrına olduğunu asla düşünmüyoruz. Ama AK Parti’ye çeşitli ithamlarda bulunanların, kapatma dâvâsı açanların bu söylemleri de değerlendirmeye alması kendileri için öz eleştiri yapması gerekmez mi?” diyerek partisine de kapatma dâvâsı açan başsavcıya mesaj göndermesi neyin nesi?

Bu sözler “Bize kapatma dâvâsı açmıştınız, onlara niye açılmıyor” anlamına gelmiyor mu? Son grup toplantısında sıkça bahsettiği “demokrasi”ye ne kadar uyuyor?

Basına da yansıyan bazı milletvekillerinin görüşleri de bu yönde. “Bu sözleri biz söyleseydik hemen partiye kapatma dâvâsı açılırdı. Bu tür sözler dâvânın açılması için gerekçe kabul edilmişti. Şimdi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı niye bir şey yapmıyor?” türü sözler söylenmesini demokrasiyi içine sindiren herkesin hayretle karşılaması gerekir.

Hani bir söz vardır, “Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar” diye. Ama burada durum tersi. Düştüğü durumu unutma var. Daha bir sene önce AKP’ye kapatma dâvâsı açıldığında demokrasiye inananlar olarak “Partileri millet açar, millet kapatır” demiyor muyduk? Bu görüşleri AKP’li sözcülerde her ortamda dile getirmiyorlar mıydı? Şimdi ne oldu da, adeta savcıya “Harekete geç” mesajları veriliyor?

Öte yandan, CHP’nin Erdoğan’ın bu sözlerine verdiği cevapta ki, “Çarşaflı bazı kadınlarımızın partimize katılması, ihtiyaç duyulan yerlerde Kur’ân kursu açılması için belediyelerin yer tahsis etmesi laiklik ilkesiyle çatışmaz” denilmesi karşısında sormazlar mı; geçen sene bir parti hakkında kapatma dâvâsı açıldığında niye bu sözleri söylemediniz? Yani bu konuda yok birbirlerinden farkları…

* * *

Erdoğan’ın bu sözlerinden sonra bir takım gelişmeler de oldu. Bir vatandaş, CHP’nin “çarşaf ve Kur’ân kursu açılımları”ndan dolayı Deniz Baykal ve parti yöneticileri hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu.

Gazetelerde de bir haber çıktı. “CHP’nin ‘Kur’ân kursu ve çarşaf açılımları’, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın dosyasına girdi. Yargıtay Başsavcılığı’na bağlı Siyasî Partiler Bürosu tarafından, rutin faaliyet kapsamında dosyaya alınan CHP’nin açılımları, Anayasa ve Siyasî Partiler Yasası kapsamında incelenecek.” (Akşam, 10.2.2009)

Partiler arasındaki hesaplaşmanın yeri sandıktır. Sandık da 43 gün sonra geleceği için, işaret olarak gösterilmesi gereken yer orası olmalıdır. Bir yerlere mesaj niteliğindeki sözlerden kaçınılmalıdır. Demokratik olan da budur. Bunun içinde herkesin seçim kampanyaları sırasında demokratça düşünüp, demokrasiye sahip çıkması gereklidir. En başta söylediğimiz gibi işin özü şudur: Partileri millet kurar, millet yaşatır, yine millet kapatır.

Son söylemler bize garip geldi. Söyleyenlere de garip gelmedi mi acaba?

14.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

ANAP’tan AKP’ye



28 Şubat, hedef aldığı Refahyol hükümetini çekilmek zorunda bıraktıktan sonra, ANAP’ın başını çektiği Anasol-M koalisyonunu iş başına getirdi. Bu hükümetin ikinci ortağı DSP, tamamlayıcı payandası da DYP’den koparılanların kurduğu DTP idi. (PKK ile irtibatlı olmakla suçlanan Demokratik Toplum Partisi değil, o dönemde Cindoruk’un başkanlığını yaptığı Demokrat Türkiye Partisi.)

Bu yamalı bohça hükümeti, imam hatiplerin orta kısımlarını kapatıp diğer meslek liselerinin de canına okuyan sekiz yıl kesintisiz eğitim kanunu çıkarıp başörtüsü yasağını daha ileri boyutlara taşıdıktan sonra fazla ayakta kalamadı.

Sonra Ecevit’in azınlık hükümeti iktidar oldu ve 18 Nisan 1999 seçimine bu hükümetle gidildi.

Apo’nun Amerika tarafından paketlenerek Türkiye’ye teslimiyle oluşan siyasî rant DSP’ye yaradı ve Ecevit’in partisi seçimden birinci çıktı.

Ve 18 Nisan seçimi, 28 Şubat gölgesinde yapılan ilk seçim olarak, DSP-MHP-ANAP koalisyonunu iktidara getirdi. Bu hükümetin görevi de diğer 28 Şubat kararlarını hayata geçirmekti.

Nitekim başörtüsü yasağının imam hatiplerle ilâhiyatlara taşınması bu dönemde gerçekleşti.

“İrtica” ile suçlanan dindar memurların devletten tamamen tasfiye edilmesi için hazırlanan kanunları Meclisten geçirmek için de defalarca teşebbüste bulunuldu, ancak sonuç alınamadı.

Bu dönemin ilginç bir özelliği de siyasette AB faktörünün ağırlığını hissettirmeye başlamasıydı. Bu durumun ortaya çıkardığı netice, demokratikleşmeyi öngören AB süreci ile 28 Şubat dayatmaları arasına sıkışan bir Türkiye tablosu idi.

Sonuçta bu tablo da fazla devam edemedi ve iş başındaki koalisyon normal seçim tarihine bir buçuk sene varken erken seçim kararı aldı.

3 Kasım 2002 seçimine bu kararla gidildi.

28 Şubat baskısının iyice ağırlaştığı bir ortamda yapılan 1999 seçimi, kapatılan RP’nin yerine kurulan FP ile Refahyol’daki ortağı DYP’yi geriletirken CHP’yi ilk defa Meclis dışında bıraktı; Anasol-D'nin ortaklarından ANAP ve DTP’ye de pek yaramadı, hattâ DTP tamamen silindi.

3 Kasım seçimi ise, 28 Şubat depreminin artçı şokunun yaşandığı bir seçim oldu. 28 Şubat dayatmalarına payanda olmaya soyunarak hem demokrasiye büyük zarar veren, hem de ekonomide cumhuriyet tarihinin küçülme rekorunu kırdıran koalisyon partileri ağır bir hezimete uğrarken, diğer bazı partiler de karambole gitti.

Buna karşılık, 28 Şubat’ın bir numaralı gerekçesi olarak gösterilen partiden ayrılan kadroların kurduğu AKP’nin önü alabildiğine açıldı.

28 Şubat olmasaydı AKP ortaya çıkar mıydı?

Bu açıdan bakıldığında, AKP’yi ANAP’a benzetmek mümkün. ANAP nasıl 12 Eylül ürünü bir parti olarak öne sürüldüyse, AKP’nin de 28 Şubat müdahalesinden doğan—görünüşte—farklı bir ANAP versiyonu olduğu söylenebilir.

ANAP, ihtilâlin sivil uzantısı olarak tek başına iktidar olduğu sekiz yıl boyunca 12 Eylül düzenini devam ettirdi. Ve 28 Şubat’a da payandalık yaparak ömrünün son demlerini tamamladı.

Görünüşte 28 Şubat’a tepki olarak ortaya çıkan AKP'nin altı yılı aşkın iktidarında da 28 Şubat icraatları yer yer daha da koyulaştırılıp yaygınlaştırılarak sürdürdüldü. 12 Eylül düzeninin temellerinde de kayda değer bir değişiklik yapılamadı.

Yapılan kısmî değişiklikler ise AB sürecinin gereği olarak gerçekleşti. Ama müzakere tarihi aldığımız 17 Aralık 2004’ten bu yana orada da yaprak kıpırdamıyor. 28 Şubat’ın yeni bir hamlesi olan 27 Nisan sürecinde yapılan 22 Temmuz seçimlerinden çıkan sonuç, Köşke Gül’ün seçilmesi ve AKP’nin kapatma dâvâsından kılpayı ile sıyırması dahi bu tabloyu değiştirmedi.

Kapatılmayan, ama kapatılmaktan beter bir vaziyette sürekli bir baskı altına alınan iktidar partisinin durumu, demokrasinin önünü tıkıyor.

Bu gidiş böyle devam ederse, AKP’yi bekleyen âkıbet de ANAP’ın düştüğü halden farklı olmaz.

14.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır