Vefatının 7. yıldönümünde rahmetle yad ettiğimiz, Üstadın “Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim” olarak tavsif ettiği, Tarihçe-i Hayat’taki muhteşem Önsöz’ün unutulmaz yazarı ve şiirdeki gücünü de hakkındaki “İkinci Âkif” nitelemesiyle tescil ettirmiş olan Ali Ulvi Kurucu Bey, muhterem Ertuğrul Düzdağ’ın derlediği hatıratında Filistin’i anlatırken, Osmanlı devrinde buraya çok sayıda Türk ailenin yerleştirildiğini, onların torunları olan bugünkü Filistinlilerin Osmanlıya duydukları sevginin altında bu gerçeğin de yattığını vurguluyor.
Erdoğan’ın yankıları devam eden Davos restinin bilhassa Filistin’de farklı bir coşku ve heyecan dalgası estirmesinde bunun da rolü olmalı.
Şimdi bu coşku ve heyecanın beraberindeki ümit ve beklentiler, Erdoğan’ı ve hükümetini yeni ve tarihî bir sorumlulukla karşı karşıya getiriyor.
Filistin dâvâsına her zamankinden farklı bir duyarlılık ve iradeyle sahip çıkmak; Filistinlileri İsrail mezaliminden kurtarmak ve böylece bütün İslâm âlemine de rahat bir nefes aldırmak.
Bu, Erdoğan’ın şahsını ve hükümetini aşarak, Türkiye’ye, buraları asırlarca barış ve huzur içinde idare etmiş olan Osmanlının misyonunu tekrar omuzlama vazifesi veren bir sorumluluk.
Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı mirasını tamamen reddeden bir anlayışla kurulup bugünlere de büyük ölçüde aynı kafayla gelmiş olsa dahi, tarih eteklerimizden çekerek bizi Osmanlının bıraktığı yerden devama zorluyor.
Kesinlikle kaçamayacağımız bir görev bu.
Halihazırda bazı Arap rejimleri, ırkçı bir dikta sistemine dayalı olmalarının gereği olarak bundan hoşlanmıyor ve engellemek için ellerinden gelen çabayı sarf ediyor olabilirler. Nitekim Mısır rejiminin tavır ve icraatları bunu gösteriyor.
Ama kitlelerin nabzı çok farklı atıyor. Sokak gösterilerine İslâm kardeşliği damgasını vuruyor. Bu durum, 19. yüzyılda Avrupalı emperyalistlerin Müslümanları parçalamak için sahneye koyduğu fitnelerin iflâsını ve uhuvvet-i İslâmiye sancağının İslâm coğrafyasında tekrar dalgalanmaya başladığı gerçeğini gözler önüne seriyor.
(Ki, yine Ali Ulvi Kurucu Beyin hatıratında, Arap âlimlerindeki Osmanlı muhabbet ve hasretinin de son derece ilginç örnekleri var ve yaşanan gelişmeler, bu sevginin İslâm âleminde artık geniş kitlelere mal olduğunu gösteriyor.)
Bu yeniden kucaklaşma dalgasına artık karşı durulamaz. Ve bu kuvvetli rüzgâr engellenemez.
Böyle bir tarihî dönüm noktasında Türkiye’ye düşen görev, kendi içinde tam demokrasiyi tesis edip millet idaresini hakim kılmak ve bunu engelleyip geciktiren sebepleri demokratik hukuk kuralları içinde bertaraf ederek, kucaklaşma sürecini hızlandırmak olmalı. Ve bunun için de, AB sürecinin verdiği imkânlar değerlendirilmeli.
Aksi halde, bir taraftan mazlum ve mağdur kitleleri coşturup heyecana getirirken, diğer taraftan zalimle ilişkilerini hiçbir şey olmamış gibi aynen devam ettiren bir ülke olmanın ikileminden kurtulamaz ve bize bağlanan ümitleri boşa çıkararak büyük hayal kırıklıklarına yol açarız.
AB sürecini boşlayıp ABD-İsrail eksenine eklemlenen politikalarla Osmanlı misyonu olmaz.
Peki, Davos’taki panelde “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” dediği İsrail’le askerî anlaşmaları ve ortak tatbikatları sürdürüp silâh ihalelerini İsrail firmalarına vermekten vazgeçmemenin, o öldürmelere bizi de ortak etmeye devamdan başka bir anlamı ve izahı olabilir mi? Ve aynı anda hem mazlumdan, hem zalimden yana olunabilir mi?
Peki, Osmanlıyı kötüleyip yerden yere vuran Atatürk’ten sözler aktararak, Osmanlı misyonunu ihya edebilmenin imkân ve ihtimali var mı?
İslâm âleminde Türkiye’ye karşı soğuk bakılmasının en önemli sebeplerinden biri Atatürk devrimleri adı altında dine ve dindarlara yapılan baskılar iken, Davos restini Atatürk referanslarıyla “takviye” etmenin mantığı da izaha muhtaç.
Ümitler, bu çelişkilerle söndürülmemeli.
04.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|