|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Ümitler ve çelişkiler |
|
Vefatının 7. yıldönümünde rahmetle yad ettiğimiz, Üstadın “Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim” olarak tavsif ettiği, Tarihçe-i Hayat’taki muhteşem Önsöz’ün unutulmaz yazarı ve şiirdeki gücünü de hakkındaki “İkinci Âkif” nitelemesiyle tescil ettirmiş olan Ali Ulvi Kurucu Bey, muhterem Ertuğrul Düzdağ’ın derlediği hatıratında Filistin’i anlatırken, Osmanlı devrinde buraya çok sayıda Türk ailenin yerleştirildiğini, onların torunları olan bugünkü Filistinlilerin Osmanlıya duydukları sevginin altında bu gerçeğin de yattığını vurguluyor.
Erdoğan’ın yankıları devam eden Davos restinin bilhassa Filistin’de farklı bir coşku ve heyecan dalgası estirmesinde bunun da rolü olmalı.
Şimdi bu coşku ve heyecanın beraberindeki ümit ve beklentiler, Erdoğan’ı ve hükümetini yeni ve tarihî bir sorumlulukla karşı karşıya getiriyor.
Filistin dâvâsına her zamankinden farklı bir duyarlılık ve iradeyle sahip çıkmak; Filistinlileri İsrail mezaliminden kurtarmak ve böylece bütün İslâm âlemine de rahat bir nefes aldırmak.
Bu, Erdoğan’ın şahsını ve hükümetini aşarak, Türkiye’ye, buraları asırlarca barış ve huzur içinde idare etmiş olan Osmanlının misyonunu tekrar omuzlama vazifesi veren bir sorumluluk.
Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı mirasını tamamen reddeden bir anlayışla kurulup bugünlere de büyük ölçüde aynı kafayla gelmiş olsa dahi, tarih eteklerimizden çekerek bizi Osmanlının bıraktığı yerden devama zorluyor.
Kesinlikle kaçamayacağımız bir görev bu.
Halihazırda bazı Arap rejimleri, ırkçı bir dikta sistemine dayalı olmalarının gereği olarak bundan hoşlanmıyor ve engellemek için ellerinden gelen çabayı sarf ediyor olabilirler. Nitekim Mısır rejiminin tavır ve icraatları bunu gösteriyor.
Ama kitlelerin nabzı çok farklı atıyor. Sokak gösterilerine İslâm kardeşliği damgasını vuruyor. Bu durum, 19. yüzyılda Avrupalı emperyalistlerin Müslümanları parçalamak için sahneye koyduğu fitnelerin iflâsını ve uhuvvet-i İslâmiye sancağının İslâm coğrafyasında tekrar dalgalanmaya başladığı gerçeğini gözler önüne seriyor.
(Ki, yine Ali Ulvi Kurucu Beyin hatıratında, Arap âlimlerindeki Osmanlı muhabbet ve hasretinin de son derece ilginç örnekleri var ve yaşanan gelişmeler, bu sevginin İslâm âleminde artık geniş kitlelere mal olduğunu gösteriyor.)
Bu yeniden kucaklaşma dalgasına artık karşı durulamaz. Ve bu kuvvetli rüzgâr engellenemez.
Böyle bir tarihî dönüm noktasında Türkiye’ye düşen görev, kendi içinde tam demokrasiyi tesis edip millet idaresini hakim kılmak ve bunu engelleyip geciktiren sebepleri demokratik hukuk kuralları içinde bertaraf ederek, kucaklaşma sürecini hızlandırmak olmalı. Ve bunun için de, AB sürecinin verdiği imkânlar değerlendirilmeli.
Aksi halde, bir taraftan mazlum ve mağdur kitleleri coşturup heyecana getirirken, diğer taraftan zalimle ilişkilerini hiçbir şey olmamış gibi aynen devam ettiren bir ülke olmanın ikileminden kurtulamaz ve bize bağlanan ümitleri boşa çıkararak büyük hayal kırıklıklarına yol açarız.
AB sürecini boşlayıp ABD-İsrail eksenine eklemlenen politikalarla Osmanlı misyonu olmaz.
Peki, Davos’taki panelde “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” dediği İsrail’le askerî anlaşmaları ve ortak tatbikatları sürdürüp silâh ihalelerini İsrail firmalarına vermekten vazgeçmemenin, o öldürmelere bizi de ortak etmeye devamdan başka bir anlamı ve izahı olabilir mi? Ve aynı anda hem mazlumdan, hem zalimden yana olunabilir mi?
Peki, Osmanlıyı kötüleyip yerden yere vuran Atatürk’ten sözler aktararak, Osmanlı misyonunu ihya edebilmenin imkân ve ihtimali var mı?
İslâm âleminde Türkiye’ye karşı soğuk bakılmasının en önemli sebeplerinden biri Atatürk devrimleri adı altında dine ve dindarlara yapılan baskılar iken, Davos restini Atatürk referanslarıyla “takviye” etmenin mantığı da izaha muhtaç.
Ümitler, bu çelişkilerle söndürülmemeli.
04.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Değişmeyen tek şey, çelişki |
|
Günler, mevsimler gibi insanlar da değişiyor ve gelişiyor. Bu sebeple son yılların ünlü sloganlarından biri de “Değişmeyen tek şey değişim” sözüdür. Türkiye şartlarında bu sözü biraz daha farklı ifade edebiliriz: “Değişmeyen tek şey, çelişki”dir! Hakikaten ciddî çelişkilerle yüz yüze geliyoruz. Bir yandan ‘kötü’lüklerden şikâyet ederken, öte yandan ‘iyi’leri devre dışı bırakmanın yollarını arıyoruz. Öyle ki, ‘iyi’lerin adı, sanı, ünvanı, ‘saf’a çıkıyor. Ve maalesef, ‘hırsız’lardan da ‘uyanık’ olarak söz ediliyor.
Her sahada çelişkilerimiz var, ama bu çelişkilerin şahı ve padişahı eğitim sahasında göze çarpıyor. Başlangıçta oturup kalkan herkes; haktan, hukuktan ve adaletten söz eder. Bunun yanında eğitimin ‘kaliteli’ olması ve her türlü engelin sona ermesi istenir. Üstelik, kızların eğitimine daha bir önem verilir ya da verilmek istendiği ifade edilir. Hatırlayın, “Haydi kızlar okula!” diye kampanyalar açılmıştı, ki hâlâ devam ediyor...
Bütün bu ‘iyi’ tekliflere kim itiraz edebilir? Gelgelelim ki bu sözler icra safhasına konulmak iste-nince değil çelişki, ‘çelişkinin çelişkisi’ ile karşılaşıyoruz. En büyük çelişki de, kafaların ‘içi’ne bakılması gerekirken ‘dışı’na bakılmaya başlanması... “Haydi kızlar okula!” çağrısına uyan bir veli, kızını üniversiteye götürmek istediğinde, eğer o kızın başı örtülü ise ancak üniversitenin kapısına kadar götürebiliyor! Çünkü kapıdaki ‘bekçi’ler, “Kıt’a dur! Başörtülüler içeriye giremez” diyor. Veli, “Olur mu? ‘Bakan’ açıklama yaptı. Yeni kampanya varmış, ben kızımı bu kampanyaya dahil etmek için okula getirdim, ‘bakan’ bey çağırmıştı” dese de derdini anlatamaz... “Ben ‘bakan’ makan anlamam, emir var, yönetmelik var, bildiri var, uyarı var, kararlar var...” sözleriyle karşılaşır.
Aslında üniversitelerde devam eden başörtüsü yasağı, kökten yanlış olmanın ötesinde, temelden de kanunsuz ve keyfî bir uygulama. Dünya âlemin bildiğini sizden ne saklayalım? Bu uygulama kesinlikle yürürlükteki herhangi bir kanuna dayanmıyor. Ha, yürürlükte olmayan ‘gizli bir kanun’ var ise onu bilemeyiz! “Öyle şey mi olur?” derseniz, o konuda da haklısınız. Demokrasilerde böyle bir şey olmaz, olamaz. Amma ve lâkin, ‘Ergenekonrasi’de böyle şeyler olabilir ki, olmaya devam ediyor.
Biz geçmişte görev yapan YÖK başkanlarına niçin kızıyorduk? Kanunlarda olmadığı halde, keyfî olarak başörtüsü yasağı ugyuladıkları için. Peki, YÖK başkanı değişti, güya ‘yasakçı olmayan bir isim’ başkan oldu. O halde kanunsuz yasak niçin hâlâ devam ediyor? Ya da bazı üniversitelerin yeni seçilen rektörleri de ‘şahsî olarak’ başörtüsü yasağına karşı olan kişiler... Onlar da kanunlarda olmayan başörtüsü yasağını uygulamaya devam ediyorlar. Üstelik de bunu ‘kanunlara uymak zorundayız’ diyerek yapıyorlar.
Güya ‘yasakçı’lar gitti, ‘yasakçı olmayanlar’ geldi. Ama netice değişmedi. Dünya değişti, mevsimler değişti, yıllar değişti fakat ‘kanunsuz yasak’ değişmedi.
O halde, değişmeyen tek şey ‘çelişki’ değil mi?
04.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
Şimdi Obama’yı zorlama zamanı |
|
Amerikan başkanlık seçimi, Barack Obama’yı kaderine doğru taşıyan bir tren yolculuğu oldu. Yani Başkan Obama kendisini Washington’a, başkanlığa doğru götüren bir trene bindi diyebiliriz. Obama, “Trenin düdüğünü duyan ve daha güzel bir hayatı hayal eden çocuk içindir bizim mücadelemiz” demişti bir konuşmasında. Tren yolculuğu Obama’nın Beyaz Saray’a tarihî yolculuğunu sembolize eden bir metafor oldu. Bu tren Amerika’yı öyle bir zamana götürüyordu ki; orada Amerika’nın siyah insanları beyazlarla aynı okullarda eğitim görebiliyor ve aynı mağazalardan alış veriş yapabiliyordu.
60 kadar yıl önce, Amerikan apartheid rejimi sona ermesine erdi ancak, o dehşetli günlerin hatıraları hâlâ Amerika’nın siyah ailelerinin zihinlerinde tazeliğini koruyor.
Harry Belafonte Amerika’daki siyahların saygın ve meşhur bir lideridir. Onun Birleşik Devletler’deki ırkçılıkla ilgili düşünceleri oldukça kapsamlı ve bir o kadar da keskindir. Belafonte bir televizyon programında eski başkan Franklin D. Roosevelt’in eşi Eleanor Roosevelt tarafından kendisine anlatılan bir hikâyeyi aktarıyordu. Eleanor Roosevelt’in anlattığına göre, Başkan Roosevelt bir gün siyahların efsanevî sendika yöneticisi ve sivil hakları savunucusu A. Philip Randolph’ü çağırtarak kendisine “ulus hakkında ve zencilerin kötü vaziyeti hakkında” neler düşündüğünü sordu.
Hikâyenin devamında, Belafonte diyor ki, “Başkan Roosevelt’in Randolph’ün anlattığı sorunlara karşılık verdiği cevap şu şekildeydi: Biliyorsun Bay Randolph, bu gece söylediklerinin hepsini iyice dinledim ancak daha fazla buna tahammül edebileceğimi sanmıyorum. Dediklerinin hepsinde senle hemfikirim, bütün bu yanlışları düzeltmek için kapasitemi sonuna kadar kullanacağıma ve gücümü ve iktidarımı bu uğurda sarfedeceğime emin olabilirsin. Fakat şimdi senden tek bir şey istiyorum, Bay Randolph, dışarı çık ve beni bunları gerçekleştirmem için zorla.”
Franklin D. Roosevelt’in, Bay Randolph’a “dışarı çık ve beni bunları gerçekleştirmem için zorla” demesi onun ileri görüşlülüğü ve ferasetinin bir göstergesi. Başkan bu konularda elinin kolunun bağlı olduğunu biliyordu. Biliyordu ki, yerleşik apartheid sistem, apartheid rejimin sona erdirilmesine asla izin vermeyecekti. Başkan Roosevelt biliyordu ki, Amerika şehirlerinde, 1960’larda ve 1970’lerde olduğu gibi eylemler ve sosyal hareketlilik patlak vermediği sürece, Amerikan apartheid rejimi sonsuza kadar devam edebilirdi.
Obama ise bir iki haftadır görev başında. Müslüman dünyasına uzun süredir beklenen mesajlarını verdi ve görünüyor ki herkes barış ve huzura ulaşma hususunda çalışmaya gönüllü. Obama’nın sözleri oldukça etkileyici ve derindi ancak bu konuşmalardaki tek eksik dünyayı bu noktalara sürükleyecek dinamizm ve tetikleyicilerin kimler ve neler olacağıydı.
“Beni yapmaya zorla”, Başkan Roosevelt’in Bay Randolph’a söylediği sloganıydı. Obama da Müslüman dünyaya, hükümetinin onları dinlemeye hazır olduğunu söylüyor.
O halde onu yapmaya zorlamalıyız! Mücadele bu olmalı!
Müslüman liderler birleşmeli ve Filistinli Müslümanların soykırıma uğratılmasına son vermek için onları zorlamalı. Müslüman liderler birleşmeli ve Siyonistlerin dünyayı yönetmesine bir son vermeli. Dünya insanları Amerika Birleşik Devletleri’ni doğru ilkeler ve değerler üzerine hareket ettirip Gazze’deki Siyonist barbarlığına bir son verdirebilir.
Venezuela , Bolivya ve Türkiye şimdiden liderliklerini ortaya koydular ve İsrail’e insan hayatına saygı duyması gerektiğini ve bu konuda sorumluluklarını hatırlattılar.
Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos Zirvesi’nde yaptığı çıkış, Birleşik Devletler’deki bütün Müslümanları gururlandırmıştır. Amerika’daki Türk topluluğu da Başbakan Erdoğan’ı gösterdiği liderlik örneği ve sessiz Gazzelilerin sesi olduğu için alkışladı.
Amerika Birleşik Devletleri’nin, Siyonistlerin kontrolündeki İsrail’in katliâmlarını durdurması ve Yahudi liderlerine diplomasi ve devlet adamlığının gereklerini göstermesine zorlamak için daha fazla diplomatik çabalara ihtiyaç vardır.
Müslüman hükümetler birleşerek dünyayı Siyonistlerden hesap sormak için harekete geçirebilir.
Şimdi Obama’yı insan hakları bayrağını göndere çekmesi için zorlama zamanıdır!
Şimdi Obama’yı Gazze’nin katledilmiş çocuk ve kadınları için adaleti sağlamaya zorlama zamanıdır!
Onu, bunları yapmaya zorlayın!
TERCÜME: UMUT YAVUZ
04.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hizmet aşkıyla yanıp kavrulunca |
|
“İstişare eden aslâ pişman olmaz.”1
“Bir millet istişare ettiği müddetçe aslâ zillete düşmez.”2
“İşleriniz aranızda meşveretle yürüdüğü müddetçe size yerin üstü yerin altından daha hayırlıdır.”3
Bu hadis-i şerifler meşveretin hayatımızdaki yer ve önemini gösteriyor. İster dünya, ister ahiret hangi iş olursa olsun meşveretle yürütüldüğü sürece doğruya, güzele, mükemmele ulaşmak mesele olmaktan çıkar.
İman ve Kur’ân hizmetinin ise her şeyden çok meşvereti istediği açık. Kur’ân açıkça, “İş hususunda onlarla istişare et”4 buyurur. Bu Kur’ânî ve Nebevî hakikatleri ruhuna masseden, “Her şeyde meşveret hükümfermadır”5 diyen Bediüzzaman Hazretleri, Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafının ve anahtarının meşveret olduğuna parmak basmıştı.6 Meşveretle görüşler dağılmaktan korunur,7 şüpheler ortadan kalkar,8 meşveretin olduğu yerde batıl hak sûretini giyip efkârı aldatamazdı.9 “Meşveretin sırrı ile on adam bin adam kadar iş görür”dü.10 Meşveret aynı zamanda mutluluğun da anahtarıydı.11
Meşverete bu derece önem veren ve onu esas alan Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleri de aynı yolu takip ediyor, yıllardır meşveretle çok güzel hizmetlere imza atıyorlar. Birkaç gündür misafirleri olduğumuz Balıkesirli arkadaşlar da meşveretle güzel bir hizmet başlatmışlar. Daha önce Nejat Eren, Süleyman Kösmene, Ali Ferşadoğlu gibi muhterem arkadaşlarımızın katıldığı on beş günde bir tekrarlanan seyahatli hizmetlere dördüncüsü olarak da biz katıldık. Müfritane irtibat, şevk verip şevk alma açısından nefis bir hizmet tarzı. Fedâkâr ehl-i hizmet Ali Fuad Bey bu hizmette bizim de bulunmamızı istediğinde Balıkesir’e gittik. Hasan ve Enver Abiler gibi kıdemli abilerimiz, diğer muhterem ağabey ve arkadaşlarımızla müşerref olma fırsatı bulduk. Kırk sene önce heyecanından yerinde duramayan, o günlerde talebe olduğumuz Çorum’a kadar Ankara’dan gelip derslere katılan Necati Ağabeyimizin aynı heyecanını muhafaza ettiğini gördük. İstanbul’un yetiştirdiği Balıkesir’in güzide insanlarından, mesleğini devam ettiren pırlanta gibi Emre ve Ömer isimli iki evlât sahibi, mükellef maddî ve manevî ikramlarıyla gönlümüzü fetheden Sedat Beyle beraberdik.
Cuma günü Balıkesir’de umumî sohbete katıldık. Dost ve arkadaşlarla hasbihâl ettik. Ertesi gün saat 15.00’te hizmet aşk ve şevkiyle dolu hanımlarla hizmet esaslarıyla ilgili sohbetimiz oldu. Cumartesi günü Bandırma’daydık. Yıllarını bu hizmetlere veren Osman ve Mustafa kardeşlerle derse katıldık. Çevre ilçelerden gelen dostlarla kaynaştık, konuştuk, musahebe ettik. Pazar günü de Abdülkadir kardeşimizin evinde Bigadiçli dostlarla buluştuk, hizmetlerimizin anlam ve önemi üzerinde durduk.
Emeği geçen bütün arkadaş ve dostlarımızı tebrik ediyor, feyizli hizmetlerinin devamını temenni ediyoruz.
Dipnotlar:
1- Mecmaü’z-Zevâid: 2:280.
2- Keşşaf, 3:332.
3- Tirmizî, Fiten: 78.
4- Âl-i İmran Sûresi: 159.
5- Muhakemat, S. 20.
6- Hutbe-i Şamiye, s. 65.
7- Kastamonu Lâhikası, s. 183.
8- Muhakemat, s. 32.
9- A.g.e., s. 33
10- Hutbe-i Şamiye, s. 68
11- A.g.e., s. 65.
04.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah’ın Cemâlini görmenin yolu |
|
Abdullah Bey: “Her şeyi Allah için sevmenin ve Allah sevgisinin âhiretteki sonuçları nelerdir?”
Allah sevgisi, bütün sevgilerimizi de kendi rengine boyar. Temelde Allah sevilirse, çocuk da Allah için sevilir, hayat da Allah için sevilir, dünya da Allah için sevilir, eş ve dost da Allah için sevilir, insanlar ve canlılar da Allah için sevilir; her şey Allah için sevilir. Çünkü her sevilmeye lâyık şeyin, Allah’ın bir ikrâmı olduğu ancak Allah sevilirse anlaşılır. Buğz edilecekse de Allah için buğz edilir.
Allah için sevmenin ve Allah sevgisinin âhiretteki karşılığı, ebedî Cennettir, ebedî saadettir, Allah’ın rızâsıdır ve Allah’ın rüyetidir. Allah’ın rızâsına ermek ve Allah’ı görmek Cennette Cennet nimetlerinin ve güzelliklerinin çok üstünde bir güzellik ve saadet kaynağıdır.
Nitekim Resulullah (asm) buyurdu ki: “Allah, Kıyamet günü şöyle diyecek: ‘Benim için birbirini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim!’”1
Resûlullah (asm) bir başka hadislerinde şöyle buyurdu: “Allah buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var ya! Onlar için nurdan öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıbta ederler.”2
“Güzel iş ve salih amel işleyenlere daha güzeli ve daha fazlasıyla karşılık vardır. Yüzlerine ne kara bulaşır, ne de aşağılanırlar. Cennet ehli işte bunlardır. Onlar orada ebedî kalacaklardır”3 âyetini Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) tefsîr ederken Cennetten de bir pencere açar ve şöyle buyurur:
“Cennet ehli Cennete girdikleri vakit, bir çağırıcı: ‘Sizin için Allah katında bir vaad vardır!’ diye çağırır. Cennet ehli: ‘Allah bizim yüzümüzü ak etmedi mi? Bizi ateşten kurtarmadı mı? Bizi Cennete girdirmedi mi?’ der. Melekler: ‘Evet!’ derler. Bunun ardından bir perde açılır ve Allah Kendi Cemalini gösterir. Allah’a yemin ederim ki, Allah Cennet ehline Kendi Cemalini görmekten daha sevgili hiçbir şey vermemiştir.”4
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Cennet ehli Cennete amellerinin çokluğu nisbetinde yerleşir. Sonra müsaade edilir ve Rablerini ziyâret ederler. Rabb’in arşı onlara görünür ve Rabb-i Rahîm onlara Cennet bahçelerinden bir bahçede tecellî eder. Onlar için nurdan, inciden, yakuttan, zebercetten, altından ve gümüşten tahtlar kurulur. Onların en alt mertebede olanları, misk ve kâfûr tepesinin üzerinde otururlar ve taht sahiplerinin kendilerinden daha üstün oturma yerlerinde olduklarını sanmazlar. Allah’ın o mecliste kendisiyle karşılıklı konuşmadığı hiç kimse kalmaz. Hattâ onlardan birine Allah (cc): ‘Ey falan oğlu falan! Şöyle ve şöyle dediğin günü hatırlıyor musun?’ buyuracak ve ona dünyadaki vefâsızlıklarından bir kısmını hatırlatacaktır. O da: ‘Ey Rabb’im! Beni bağışlamadın mı?’ diyecek; Allah: ‘Evet! İşte sen, benim bağışlamamın genişliği sâyesinde şu makâmına erdin!’ buyuracaktır.
“Onlar bu durum üzereyken üstlerinden bir bulut kendilerini kaplayacak ve üzerlerine bir güzel koku yağdıracaktır ki, o zamana kadar onun kokusuna benzer hiçbir koku almamışlardır.
“Sonra Rabb-i Rahîm: ‘Sizin için hazırladığım büyük bağışla kalkın ve canınızın çektiğini alın!’ buyuracaktır.
“Bunun üzerine meleklerle çevrili ve içinde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, gönülden bile geçmeyen güzellikler bulunan bir çarşıya geleceğiz. Canımızın istediği her şey bize taşınacak. Orada satmak ve satın almak yoktur. İşte o çarşıda Cennet ehli birbiriyle karşılaşacaktır. Yüksek mevki sahibi olan kişi gelip kendisinden aşağı olan kişiyle buluşacak,—esasen içlerinde aşağılık kimse yoktur—ve onun üzerinde gördüğü elbise, aşağı mertebe sahibinin gözlerini kamaştıracak. Ancak aşağı mertebe sahibi, son cümlesi bitmeden kendi üzerindeki elbisenin, onun sırtında bulunan elbiseden daha güzel olduğunu fark edecektir. Çünkü Cennette hiç kimsenin üzülmesine mahal ve imkân yoktur. Sonra köşklerimize dağılacağız.
“Hane halkımız bizlere: ‘Merhaba, hoş geldin! Bizden ayrıldığın zamanki güzelliğinden daha üstün bir güzelliğe sahip olarak döndün!’ diyerek karşılayacaklar. Biz de şöyle diyeceğiz: ‘Kudret ve azamet sahibi Cebbâr olan Rabb’imizin meclisinde bulunduk! Böyle dönmeyi hak ettik!.’”5
Dipnotlar:
1- Müslim, Birr 37, (2566); Muvatta, Şi’r 13, (2952), 3342.
2- Tirmizî, Zühd 53, (2391).
3- Yûnus Sûresi: 26.
4- Tirmizî, Cennetin Sıfatları, 2676.
5- Tirmizî, Cennetin Sıfatları, 2673.
04.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Değişimin gücü |
|
ıkı yüz küsûr senelik mâzisi bulunan Amerika Birleşik Devletleri, Güney Kuzey Savaşları gibi içinde daha bir çok savaşlar ve buhranlar yaşadıktan sonra, elli bir eyaletten oluşan Birleşik Devletlerini kurmaya muvaffak oldu.
Üç yüz milyon nüfusuyla büyük bir ülke olan Amerika, çok ırklı, çok dilli ve çok dinli bir topluluktur. Afrika’dan getirilerek uzun yıllar köle olarak çalıştırılan zencilerin, ülke nüfusu içinde hatırı sayılır bir yeri vardır. Altmış sene öncesine kadar ikinci sınıf muâmelesi yapılan ve aşağılanan zenciler, zamanla san’atta, ticarette ve bürokraside önemli yerlere yükseldiler. Genelde Hıristiyan bir toplumdan oluşan Amerika’da, İslâm dini, itilip kakılan ve aşağılanan zencilerin sığınağı oldu. Çok büyük oranlarda İslâm dinine girişler meydana geldi. Malcolm-X gibi Müslüman liderler zencilerin ufkunu açtı. Hak ve hürriyetlerini savunmak onlarda bir ideâl hâline geldi.
Amerika hep beyazlar tarafından yönetilerek geldi. Çünkü, beyaz adam, üstün adamdı. Diğerleri yönetilmeye muhtaç zavallı varlıklardı. Bu gelenek onlara göre böyle devam edip gidecekti. Ancak, 4 Kasım 2008 başkanlık seçimleri öncesinde, Demokratlardan iki aday çıktı. Birisi, beyaz bir kadın olan Hilary Clinton, diğeri siyah bir zenci olan Barak Hüseyin Obama. Hangisi seçilse, Amerika tarihinde bir ilk gerçekleşecek ve bir zenci veya bir kadın ülkeyi yönetecekti.
Nihayet, rakibi Hilary’i geride bırakan ve Cumhuriyetçileri ağır bir yenilgiye uğratan Hüseyin Obama, ilk zenci başkan ünvanını aldı. Zâhiren olacak şey değildi. Ama, işte olmuştu. Seçim yarışını “Change we need” yani “Değişime ihtiyacımız var” fikrine bina eden Hüseyin Obama, güçlü sloganıyla rakiplerini ezdi geçti. Seçildikten sonraki gücü yüzde seksenlere yükseldi. Değişimin gücü, gücünü göstermişti.
Peki, Hüseyin Obama neyi değiştirmek istiyordu? Bunun iyi anlaşılması lâzım. Önceki başkanlar tarafından bir hürriyet kıt’ası, zenginlik ve rüyalar ülkesi hâline getirilen Amerika, dünyanın en sevilmeyen ve nefret edilen adamı George W. Bush eliyle genleri bozulmuş, temel değerleri ve referansları tahrip edilmişti. Ekibi olan Neocon çetesiyle ülke tanınmaz hâle getirilmişti. Hürriyet yerine, ülke güvenliği adı altında dehşetli bir baskı kurulmuştu. Bilhassa 11 Eylül Olayından sonra Müslüman ülkelerden ve Asya’dan gelen vatandaşlara ve turistlere eziyet derecesinde sıkıntı verilmişti. Gücünü kötüye kullanarak, Irak ve Afganistan işgalleriyle bütün İslâm dünyasının nefretini üstüne çekmiş ve Amerika’nın imajını bozmuşlardı. Bush ve ekibi, dünyanın hürriyet sembolünü, dünyanın kabadayısı hâline getirmişti. Maalesef daha sayılamayacak kadar kötü icraâtlarıyla Amerika’yı mahvetti. Ekonomisini perişan etti. Ülkeyi dünyanın en borçlu ülkesi hâline getirdi. Küresel ekonomik krize sebep oldu. Ülke yönetimini altından kalkılması zor bir duruma düşürdü.
İşte, Hüseyin Obama bu gidişâtı ve tahribâtı değiştirmek istiyordu. Amerika’yı eski orijinal ve bilinen kimliğine, köklerine döndürmek arzu ediyordu. İslâm ülkelerine “Sizinle yirmi-otuz sene önceki müsbet ve olumlu münasebetlerimize dönelim. Sıkılı yumruklarınızı açın, barış ve diyalog yapalım” diyordu.
Evet, Amerika’nın gerçekten bir değişime ihtiyacı vardı. Eski başkanın politikalarıyla devam etmesi mümkün değildi. Daha fazla tahribâta, genleriyle ve kimliğiyle oynanmasına tahammül edemezdi. Yoksa, sonu hüsran ve izmihlâl ile noktalanır ve dağılırdı. Hüseyin Obama bunu iyi fark etmiş ve değerlendirmişti. Kendisinin, ülkesinin ve dünyanın hayrına olacak icraâtlarında başarılar diliyoruz. Bediüzzaman Hazretlerinin “Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hâmiledir. Bir gün doğuracaklardır” tesbitinden hissedâr olmasını temenni ediyoruz.
Evet, her milletin ve topluluğun kendilerini başkalarından ayıran sembolleri ve kimlikleri vardır. O kimlikler onların varlık sebebidir. O kimliklerle oynamak ve onları tahribe çalışmak, anlamsız ve başarılı olunamayacak beyhûde bir gayretkeşliktir. Bırakalım herkes olduğu gibi kalsın. Bu bir mozaik gibi zenginlik alâmetidir. Toplumları, toplum mühendisliğiyle tepeden değiştirmeye, dönüştürmeye çalışmak ve kimlikleriyle oynamak, o millete ve o topluluğa yapılabilecek en büyük kötülüktür. Eski köye yeni âdet getirenler, eğer müsbetse getirsinler. Fakat, rûhu ve özü bozmadan, temel referansları tahrip etmeden getirilmeli. Aksi takdirde o değişim meğişim değil, düpedüz bir tahrip ve bozma anlamına gelir. Bush’un yaptığı da o idi. Sonunda yaptıklarıyla çekip gitti. Ama, çok kötü bir miras ve imaj bırakarak gitti. Hüseyin Obama’nın işi çok zor. Allah kendisine kolaylıklar versin.
NOT: Muhterem Mehmet Aybak’ın kardeşinin, Hüseyin Hiçdurmaz’ın babasının, Mustafa Başkarcı’nın annesinin ve Nureddin Özer’in ağabeyinin vefatlarını teessürle öğrendim. Merhume ve merhumlara Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, kederli aileleri ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz eder, taziyetlerimi sunarım. (S.C.)
04.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Siyaset, sadakat, sıddıkıyet… |
|
Zamanımızın müceddidi olan Bediüzzaman Hazretleri, iman, ibadet ve ahlâk sahasında olduğu gibi, siyasî, içtimaî sahada da Kur’ânî ölçüler vermiş, hizmet stratejisini çizmiştir. Öyle ise, bu sahada da ona danışmalıyız! Bu, her Nur talebesi açısından “Risâle-i Nur’a sadakat ve sebatın!” da bir gereğidir. Ve sadakat dersini de, Hz. Ebûbekir’den (ra) almalıyız. Sıddîkıyet makamı peygamberlikten sonraki ilk mânevî makam sayılmıştır.
Gayet tabiî ki, Hz. Ebûbekir (ra), bu makama gözü kapalı ve körü körüne de ulaşmamıştır. Hz. Muhammed (asm), onun 40 yıllık arkadaşıdır. Onun temiz fıtratını, yüksek ahlâkını gözlemlemiştir. Dürüstlüğüne, doğruluğuna binlerce kez şahit olmuştur. Onun, toplumun nazarında “el-emin”, güvenilir bir kişi olduğunu ve muârızlarının bile kıymetli eşyalarını, paralarını ona emanet etiklerini bilmektedir. Asla küçük bir yalanına, hilesine ratlamamıştır. Buna benzer binlerce güzel ahlâkın şahsında toplandığını gözlemlemiştir. Bunların sonucunda “O söylüyorsa doğrudur, o ne söylerse doğrudur!” diyebilmiştir.
İşte, biz de, hadis-i şerifin sırrıyla bir ‘peygamber vârisi’ olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine ve onun telif ettiği Kur’ân’ın manevi mu’cizesi Risâle-i Nur’a bu ‘sıddıkıyet ve sadakat’ makamından bakmalıyız. Bediüzzaman’ın ilminin râsihliğine (derinliğine), dirayetine, cesaretine, mücahitliğine, hayatı pahasına da olsa hakikati zalimlerin yüzüne pervasızca söyleme cesaretine sahip olduğuna hem asırdaşları, hem de çağımız ilim ehli şahittir. 1892’den günümüze, tam 116 yıldır Bediüzzaman ummanlar gibi mânevî, sosyal ve fen ilimlerindeki dehasıyla, cesaretiyle, cihadıyla, takvasıyla gündemdedir. Ünvanı, “zamanın eşsiz güzelliği” anlamında Bediüzzaman’dır.
Ve yine, en az 50 seneye aşkındır ilim adamları, İlahiyatçılar Risâle-i Nur’u tetkik ediyor. Hiç kimse, ‘şu mesele Kur’ân ve Sünnet’e aykırıdır’ diye bir değerlendirmede bulunmuyor. Ve kezâ, Kur’ân’dan aldığı ilhamla ortaya koyduğu teknolojik, sosyal ve ilmî hiçbir keşif, bu kadar sene sonra, hiçbir gelişmeyle çelişmedi!
İşte Bediüzzaman böyle bir müfessir, böyle bir mütefekkir ve Risâle-i Nur böyle bir tefsirdir! Bütün bu gözlemler, bizi, şu kesin sonuca ve kanaate ulaştırmış: Bediüzzaman’ın eseri Risâle-i Nur’da, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat görüşlerine aykırı hiçbir değerlendirmeye rastlanmamıştır. Ayrıca kendisini Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye mihengine vurdurmuştur.
O, Kur’an ve Sünnet-i Seniyye’nin siyasî ve içtimâî ölçülerini verirken, günlük siyaset yapmaz. Yüksek İslâm siyasetinin temel stratejilerini çizer ve ana şablonları verdiğini şöyle ifade eder:
“Neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakâikte nihayet derecede musırrım (ısrar ediyorum). Şayet zaman-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.
“Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ (akıllı eleştirmenler) mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celb olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.”1
Bize düşen, bu Kur’ân hakikatlerine sadakatle bağlanmak, sebat ve metanetle savunmaktır.
Dipnot: 1- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 50.
04.02.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Ahmet ÖZDEMİR |
“Kırklar”ın hikmeti -1 |
|
“Kirk” kelimesi günlük hayatımıza, hatta konuşma dilimize o kadar girmiş ki, neredeyse onsuz yapamıyoruz. Bazen uzun cümlelerle anlatamadığımızı bu söz ile anlatıveririz. Belki konuşmalarımıza veya hayatımıza baktığımızda bu kelimenin kendisinden sayıca çok söz ortaya çıktığını görürüz.
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını kıldığı rivayet edilir.
Yunus Emre, şeyhinin dergâhına ormandan kırk yıl boyunca hiç aksatmadan düzgün odun taşıdı.
Atasözü olarak kullandığımız, “Bir adama kırk gün deli desen deli, veli desen veli olur”, “Kırk yıllık Yâni olur mu Kâni?” sözleri bugün bile geçer akçedir.
Yapılan işin gücünü anlatmak için, “kılı kırk yararcasına” deyimini kullanırız. Meğer, isteyince oluyormuş. Kılı kırka nasıl bölersiniz?
Bir insan bir işi kırk gün yaparsa, daha terk edemez. Bektaşiye demişler:
“Sen kırk gün namaz kılsan, bir daha bırakamazsın!” O da demiş:
“Sen kırk gün bıraksan, bakalım tekrar başlayabilecek misin?”
Bazı kimselere bakarsınız, değiştiğini görürsünüz. Kasıla kasıla derler:
“Kırkıma girdim, kırkladım!” Acaba bu sözü söyleyen kişi kabre kırk sene daha yaklaştığının farkında mı?
Aradaki samimiyeti anlatmak için, “Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz!” sözünü kullanırız.
Beceriksizliğimizi anlatmak için “kırk dereden su getirmek” zorunda kalırız.
Çobanın gönlü olsa tekeden süt çıkarır cinsinden, “kısa günde kırk kere gider, geliriz.”
Birisine işimiz düştüğünde geri dönüş yollarını kapatmak için, “kırk yılın başı” diye sözlerimize başlarız.
Eskiden “kırk gün, kırk gece” düğünler olurmuş! Günümüzde zengin düğünleri için söylenmekle birlikte o kadar sürmediği de bir gerçek.
Komşularını, akrabalarını ve toplumu zorda bırakan kendini ve haddini bilmezler için, “Kırkından sonra azanı teneşir pâklar!” derler. Böylece onlarla uğraşmanın ne kadar zor olduğunu anlatmaya çalışırız. Ama çıkmayan canda ümit olduğu gibi, kabir kapısına kadar tevbe kapısı açıktır. Islâhı için çalışsak ve duâ etsek daha iyi olmaz mı?
Yeni doğan çocuklar ve anneler için “kırk gün” önemlidir.
Bediüzzaman Hazretleri “Hastalıkların bir kısmı var ki, eğer ölümle neticelense, mânevî şehid hükmünde, şehadet gibi bir velâyet derecesine sebebiyet verir” der ve bunlara şunları örnek gösterir:
“Çocuk doğurmaktan gelen hastalıklar ve karın sancısıyla, gark ve hark ve tâun ile vefat eden şehid-i mânevî olduğu gibi, çok mübarek hastalıklar var ki, velâyet derecesini ölümle kazandırır. Hem hastalık, dünya aşkını ve alâkasını hafifleştirdiğinden, vefat ile dünyadan, ehl-i dünya için gayet elîm ve acı olan mufarakatı tahfif eder, bazen de sevdirir.” Lohusalığın mânevî şehadeti kazandırması, lohusa zamanı olan kırk güne kadar1 olduğunu belirtir.
Bir insanın olgunlaştığını anlamak için “kırkını görmek” için bekleriz.
İnsanların ne kadar dağınık ve pejmürde olduğunu anlatmak için “bir iplik çeksen kırk yama düşer” deriz.
Tarih sayfalarında neler var, neler…
Tarih sayfalarını bir karıştırsak kırkla ilgili acaba neler bulabiliriz?
Tarihî bir yolculuğa var mısınız?
Haydi öyleyse…
Bilindiği gibi Hz. Âdem (as) hem ilk insan, hem ilk peygamberdir. Hz. Âdem’e (as) aynı zamanda 10 sayfalık bir de talimat (suhuf) verilmişti. Âdem (as) bu vazifesini hakkıyla yerine getiriyor, oğullarına da gerçekleri öğretiyordu. Dünyanın fani (geçici), ahiretin ise ebedî olduğunu ve şeytana aldanmamalarını anlatıyordu. Hz. Âdem (as) bin yıl yaşadıktan sonra şu fâni dünyaya elveda diyor ve arkasında kırk bin insan bırakıyordu.
İnananlar ile inanmayanlar arasındaki iman-küfür mücadelesi ilk insanla başlamış ve kıyamete kadar devam edecektir. Dünya bilindiği gibi imtihan dünyasıdır. İnananlar silsilesinin başında peygamberler, müceddidler, müçtehidler, veliler, âlimler, imamlar; inanmayanların başında ise, Şeytanlar, Nemrutlar, Firavunlar, Şeddatlar, Ebu cehiller gelmiştir.
Peygamberler, vazifeli olarak gönderildikleri kavimleri ve toplulukları hak dine dâvet etmişlerdir. Pek tabiî ki, bu iş görüldüğü kadar kolay olmamıştır. Çeşit çeşit işkence, eza, cefa ve zulümlere maruz kalmışlardır. Hatta bu uğurda bazıları canlarını bile vermişlerdir.
“Ya Resulullah! Çektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız için Allah’a duâ etmez misiniz?” diyen Hz. Habbab’a, Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) verdiği cevabında hem bir ibret, hem de istikbale ait müjdeler vardır:
“Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup kazınırdı da, bu işkence, yine onu dininden döndüremezdi! Testere ile tepesinden ikiye bölünürdü de, yine bu işkence, onu dininden döndüremezdi! Allah elbette bu işi (İslâmiyeti) tamamlayacak ve üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip San’a’dan Hadramut’a kadar tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da, kurt saldırmasından başka bir korku yaşamayacaktır! Fakat siz acele ediyorsunuz!” buyurdular.2
Nuh (as) kaç yaşında peygamber oldu?
Nuh (as), kavmini putlara tapmaktan vaz geçirmek istedi. Kavmi, Nuh’u (as) kendi zenginliklerine konacaklarını zannettiler. Fakat o, kavminden hizmetine karşılık bir ücret istemiyordu. Yalnızca onların dünya ve ahiret saadetlerini sağlamak için çalışıyordu. Bu konudaki âyetleri hatırlayalım:
“Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.”3
Müşrikler işi azıttılar. İnanan insanlara zulüm ve cefa etmeye başladılar. Güya onları Hz. Nuh’dan (as) ayıracaklarını zannettiler. Fakat onların imanları bu sayede daha da kuvvetlendi.
Nuh kavminin, Nuh (as) ve ashabına yaptıkları bu hakaretler üzerine Cenâb-ı Hak, oralara kırk sene yağmur yağdırmadı. Azgın kavim kırk sene kıtlığa duçar olunca kurtuluşu ancak Hz. Nuh’a (as) müracaatta buldular. Hz. Nuh (as) tekrar dinine dâvet etti. Ne yazık ki, Nuh kavmi çektikleri mûsibetlerden ve gösterilen delillerden ders almayıp hakikatlere karşı kulaklarını tıkadılar. Daha büyük bir mûsibete uğradılar: Tufan.4,
Çok sabırlı olan Hz. Nuh (as), peygamber olduğunda kırk yaşında idi. 1050 sene yaşadığı rivayet edilir.
Kâbe ve Mescid-i Aksa
Kâbe, bilindiği gibi yeryüzünde inşa edilen ilk mabettir. İlk defa Hz. Âdem (as), sonra Hz. İbrahim (as) inşa etmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şeriflerinde yeryüzünde yapılan ilk mabedin Mescid-i Haram (Kâbe), ikincisinin de Mescid-i Aksa olduğunu ve aralarında “kırk yıl” zaman farkı olduğunu bildirmiştir.
Hz. Musa (as)...
Büyük Semavî kitaplardan ilki, yani Tevrat, Hz. Musa’ya (as) indirilmiştir. Hz. Musa (as) Tur Dağında otuz gün ibadet etmiştir. Sonunda Cenâb-ı Allah’la konuşma şerefine ermiştir. Cenâb-ı Hakk’ın bu tekellüm etme lütfundan cesaret alarak Zat-ı Uluhiyetini görmek talebinde bulunmuş, Cenâb-ı Allah da, Musa’nın (as) bu teklifine şu karşılığı vermişti:
“Ya Musa! Sen beni bu dünya gözüyle kat’iyyen göremezsin! Fakat şu karşında duran dağa bak! Eğer o, olduğu yerde durur, bir değişikliğe uğramazsa, o zaman beni görebilirsin!”
Bunun üzerine Hz. Musa (as) dağa baktığında Cenâb-ı Hakk’ın tecellisiyle dağın dağıldığını, parçalandığını gördü. Hz. Musa (as) düşüp bayıldı. İstiğrak hali geçince, Allah’tan affını diledi. Hz. Musa (as) kırk gün sonra Tevrat’ı alarak kavmine döndü. Kavminin sapıklığını görünce içi burkuldu.
Arz-ı Mukaddes kimlere yasaklandı?
Allah, Musa’nın (as) bedduâsını kabul etti. İsrailoğullarının Arz-ı Mukaddes’e kırk yıl girmeleri haram kılındı. Kur’ân’da bu husus şöyle açıklanmaktadır:
“Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah’ın size (lütfettiği) nimetini hatırlayın! Zira O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi.
“Ey kavmim! Allah’ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.
Onlar şu cevabı verdiler: Yâ Musa! Orada zorba bir toplum var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.
“Korkanların içinden Allah’ın kendilerine lütufda bulunduğu iki kişi şöyle dedi: ‘Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer mü’minler iseniz ancak Allah’a güvenin.’
“‘Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde, sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız’ dediler.
“Musa: ‘Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır’ dedi.
“Allah, ‘Öyleyse orası (arz-ı mukaddes) onlara kırk yıl yasaklanmıştır; (bu müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen, yoldan çıkmış toplum için üzülme’ dedi.”5
Hz. Süleyman (a.s.) …
Yunus Emre’nin ifadesiyle Süleyman (as):
“Süleyman kuş dilin bilir dediler,
Süleyman var, Süleyman’dan içeru
Seyretti hava üzre demir tahtlı Süleyman,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.”
Hz. Süleyman (as) hem peygamber, hem de hükümdardı. İhtilâl yüzünden Süleyman (as) bir süre gücünü kayıp etti. Hatta tahtı da işgal edildi. Kırk gün süren bu işgal sırasında, tahtına heykel gibi birisi oturtuldu. Fakat Süleyman (as) hiç endişeye ve ümitsizliğe kapılmadı.
Dillere destan olan Hz. Süleyman’ın (as) saltanatı kırk yıl sürdü. 6
Son ve en büyük Peygamber (asm)
Hz. Muhammed (asm) yirmi beş yaşında evlendiğinde, hanımı Hz. Hatice (r.anhâ) validemiz kırk yaşında idi. Resûlullah’a peygamberlik vazifesi verildiğinde kendisi kırk yaşlarında bulunuyordu. Bunun pek çok hikmetleri vardır. Peygamberlik büyük bir sorumluluk istemektedir. Aklî melekeler ve kalbî kabiliyetlerin inkişaf etmesiyle o sorumluluk altından kalkılabilir. Küçük yaşlar o ağır yükün altına giremez. Kırk genellikle insanlarda olgunluk yaşı kabul edilir. Bediüzzaman kırk yaşında peygamberlik görevinin verilmesinin bir hikmetini şöyle açıklamaktadır:
“Nübüvvet gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidâdât-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesât-ı nefsâniyenin heyecanlı zamanı ve harâret-i gariziyenin galeyanlı hengâmı ve ihtirâsât-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebâbiyet ise, sırf İlâhî ve uhrevî ve kudsî olan vezâif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddî ve hâlis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına, ‘Belki dünyanın şan ve şerefi için çalışır’ vehmi gelir. Onların ithamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a’mâl-i uhreviyesinde çabuk o ithamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da sûizandan kurtulur, halâs olur.”7
Dipnotlar:
1- Lem’alar , s.215
2- Buhari, 4:238-239
3- Şuara Suresi, 107-109
4- Tufan konusunda peygamberler tarihine ait kitaplarda geniş bilgiler vardır. Mesela bkz. M. Dikmen, B. Ateş, Peygamberler Tarihi, s. 134-144-
5- Maide Sures, 20-26
6- Mehmet Dikmen, Bünyamin Ateş, Peygamberler Tarihi, Yeni Asya yayınları , s. 493
7- Bediüzzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 473-474
04.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|