Dört yıldır ek görev olarak koltuğu altında taşıdığı başmüzakereciliğin kendisinden alınıp Egemen Bağış’a verilmesinden rahatsız olduğu ve AB sürecindeki “ağırlığı”nı hissettirmeye devam edeceği öne sürülen Dışişleri Bakanı Ali Babacan, 2009 için herkesin seslendirdiği “kritik yıl” yorumunu tekrarladıktan sonra AB reformları için şöyle konuşmuş:
“Reformlar açısından siyasî irade sorunu yok. Ancak bürokrasi reformları sahiplenmezse uygulamada sorun olur.” (Sabah, 27 Ocak 2009)
Ve bu iki cümlede tam üç sorun var.
Biri, siyasî irade konusu. Burada gerçekten Babacan’ın dediği gibi herhangi bir sorun bulunmadığı söylenebilir mi? Eğer öyleyse dört yıldır niye reformlar için yeni bir adım atılmadı?
Reformların yavaşladığı eleştirilerini kabul etmeyip öfkeli bir üslûpla reddederek bugünlere gelen Başbakan son Brüksel ziyaretinde, 2007 ve sonrasında üç seçim kendilerini meşgul ettiği için “biraz” gecikme olduğunu ve bunu yerel seçimlerden sonra telâfi edeceklerini söyledi.
Ama aylarca sürüncemede kaldıktan sonra nihayet yürürlüğe giren ulusal programın yıl sonuna kadar tamamlanması öngörülen maddelerinde siyasî reformlar değil, ekonomi ağırlıkta.
Bu tercihin, içinden geçmekte olduğumuz ve giderek ağırlaşan ekonomik krizle irtibatlı olduğu düşünülebilir belki, ama alâkası yok. Ve faraza öyle bile olsa, demokratikleşme için atılması gereken adımları ertelemenin gerekçesi olamaz.
Tersine, Türkiye bugüne kadar tam bir demokratikleşmeyi başaramadığı için diğer alanlar gibi ekonomideki problemlerini de çözemiyor.
Onun için, her hal ve şartta önce demokrasi.
Maalesef siyasî irade ya hâlâ bu gerçeğin farkında değil veya kapatma dâvâsıyla kısıldığı kapanın içinde bunun gereğini yerine getiremiyor.
Dolayısıyla, “Reformlar açısından siyasî irade sorunu yok” sözü, fiilî gerçeklerle örtüşmüyor.
Babacan, bürokrasinin reformları sahiplenmemesi kaygısını da dile getiriyor ki, sözünü ettiği sorunun irdelenmesi gereken iki yönü var.
Biri; AKP’nin tek başına iktidarının yedinci yılında dahi bürokratik direnişten söz edilebiliyorsa—ki yakınlarda Erdoğan’ın da yine bürokratik oligarşiden yakındığını hatırlıyoruz—o zaman şu noktanın aydınlığa kavuşması lâzım:
Üst düzey bürokrat atamalarının Sezer döneminde Köşk vetosuna takılması engeli, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle ortadan kalktı. Hükümet buna rağmen bürokrasiye söz geçirememe endişesi taşıyorsa, bunun izahı ne olabilir?
İktidarın, bir buçuk yıldır kendi tercihine uygun şekilde belirleme imkânına sahip olduğu bürokrasinin reformları sahiplenmemesinden kaygı duyduğunu açıklaması tuhaf olmuyor mu?
Konunun diğer boyutunu ise, rutin atamaların ötesinde, devlet içinde yapısal bir temele dayanan “derin bürokrasi” oluşturuyor. Ve oradan kaynaklanan direnişi aşmanın tek çaresi, AB eksenli demokratikleşme reformlarını gündemin en baş sırasında tutan ve eksilmeyen bir kararlılıkla harekete geçirmeye devam eden bir irade.
Bu noktada yapılması gerekenlerin başında, çeyrek asrı aşkın zamandır Türkiye’yi sıkboğaz eden 1982 ihtilâl anayasasını tümüyle ıskartaya çıkarıp, AB kriterlerinde ifadesini bulan çağdaş hukuk ve demokrasiye uygun yeni bir anayasayı bir an önce yürürlüğe koyma zarureti geliyor.
Böyle bir anayasa ile, AB’nin ısrarlı takipçisi olduğu “asker üzerinde sivil kontrol” ve “köklü bir yargı reformu” başarılmadan, derin bürokrasi kaynaklı direniş aşılıp etkisiz kılınabilir mi?
Evet, AKP iktidarının ilk iki yılında AB kriterleri çerçevesinde bazı reformlar gerçekleşti. Ama arkası gelmeyince yapılanlar yarım kaldı. Ve bu durum, pusuda bekleyen statükoya, bulduğu ilk boşluktan istifadeyle tekrar çullanma fırsatı verdi. Son iki yılda yaşananlar, bunun neticesi.
Yol açtıkları hasarın tamiri ve AB ufkunun yine açılması için, siyasî iradenin tazelenmesi şart.
31.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|