Türkiye’nin en tecrübeli dışişleri bakanlarından merhum İhsan Sabri Çağlayangil bir sohbetimizde konu açıldığında Yahudileri “korkunç bir afet” olarak nitelemişti.
Yahudiler, tarih boyunca yaşadıkları serencamda ne kendileri rahat eden, ne de başkalarını rahat ettiren bir millet. Bunun en önemli sebebi ise, Kur’ân’da da defaatle vurgulandığı gibi, içlerindeki aşırı dünya sevgisi ve yaşama hırsı.
Doymak bilmez bir tamahkârlıkla mütemadiyen mal ve servet biriktirmeleri; sırf bunun için icad ettikleri faiz ve banka sistemiyle kapitalist sömürü çarkının temelini atarak emek-sermaye çatışmasını tetiklemeleri; ahlâkı bozan faaliyetlerde başı çekmeleri; iktidar tutkusuyla dünyanın her yerindeki ihtilâllere parmak karıştırmaları hep bu dizginleyemedikleri hırsın neticeleri.
Karşılığında, dönem dönem katliam boyutuna varabilen husumetlere maruz kalmaları da.
Bütün bunların iç dünyalarında bir fâsit daire oluşturarak meydana getirdiği “hırs-intikam” karışımı psikolojinin daha da “bilenerek” devamı, İsrail’in vahşi katliam politikaları, dünyadaki Yahudi lobisinin ona kayıtsız şartsız desteği ve buna yönelik eleştirilerin de farklı yöntemlerle “cezalandırılması” şeklinde tezahür ediyor.
Onun için Erdoğan’ın büyük yankı uyandıran ve özellikle İslâm toplumlarında farklı bir Türkiye rüzgârı estiren Davos restinin, madalyonun diğer yüzünde bizi birtakım faturalar ödemek zorunda bırakabileceği yönünde dile getirilen kaygılar, bu sorunlu psikolojiyi iyi tanıyan bir tecrübenin ifadesi olarak yabana atılmamalı.
Gerçi İsrail’in resmî tavrı, Davos restinin ilişkileri etkilemesine geçit vermemek şeklinde tezahür ettiyse de, içe işleyen derin bir hazımsızlığın her fırsatta açığa vurulduğu gözlenmekte.
Olay sonrasında Erdoğan’ı arayıp özür dilediği açıklanan Peres’in bilâhare “Özür dilemedim, üzüldüğümü söyledim” şeklinde bir “düzeltme” yapıp “Bu olayın ilişkilerimizde bir sorun haline getirilmesine müsaade etmeyiz” mesajı vermesi, İsrail’in resmî politikalarını ifade eden işaretler.
Seçim sonrası oluşan belirsizlik ve kaos tablosu içinde görevi kime devredeceği hâlâ belli olmayan Olmert’in, bakanlarını Türkiye’ye karşı tepkilerde dikkatli olmaya ve gerilimi tırmandırmamaya çağıran beyanları da bu eksendeydi.
Ama bu çağrının muhataplarından ve seçimi bir sandalye farkıyla önde bitiren eski MOSSAD ajanı Tzipi Livni’nin “İsrail Türkiye’den saygı bekliyor” sözü, o hazımsızlığın dışavurumuydu.
Davos’un hemen akabinde Amerika’daki Yahudi lobilerinin peş peşe veya ortaklaşa yaptıkları tepki açıklamaları da zincirin bir halkasıydı.
Bu zincire eklenen son halka, hepsinden daha provokatif bir içerik ve üslûpla İsrail Kara Kuvvetleri Komutanından geldi. Türkleri Ermeni ve Kürt katliamı yapmak ve Kıbrıs’ın kuzeyini işgal etmekle suçlayan komutanın sözleri, Türk Genelkurmay’ını da alışılmadık bir tepkiye yöneltti.
İsrail ordu sözcüsünün, “Komutanın sözleri kişisel, orduyu bağlamaz” açıklaması ne derece inandırıcı? Kuvvet komutanı düzeyinde bir yetkilinin sözü orduyu bağlamıyor; olacak şey mi?
İsrail’le askerî ilişkilerin artarak devamını millî menfaatlerle açıklayagelen Genelkurmay, İsrailli komutanın sözlerinin bu menfaatlere zarar verebileceğini bildirdi. Ama aynı gün Başbakanın şu sözleri medyada çıktı (Sabah, 15.2.09):
“İsrail’le karşılıklı menfaatlere dayalı ilişkiler, askerî ilişkiler, siparişler devam ediyor. Eski-yeni birçok anlaşma var, yürürlüğünü sürdürüyor.”
Davos sonrasında İsrail’le ilişkilerin menfaat esasına dayalı olarak süreceğini açıklayan taraf Genelkurmay olmuştu. Şimdi roller değişmiş; asker İsrail’e tepki gösterirken ilişkilerin süreceği mesajını vermek Erdoğan’a kalmış görünüyor.
Bu karışık tablodan nasıl bir sonuç çıkacağını, İsrail’le ilişkilerin bize zarar vermeyecek ve Filistin’i rahatlatacak bir dengeye oturtulup oturtulamayacağını kestirmek ise şu an için çok zor.
17.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|