Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi adresine bekliyoruz.
Süleyman KÖSMENE
Bid'at üzerine
Abdurrahim Bey: “Bid’at nedir? Bid’at-ı hasene ve seyyie var mıdır? İbâdet maksadı ile yapılan, fakat Hazret-i Peygamber’in (asm) yapmadığı amelleri-ibâdetleri Allah kabul etmez mi?”
İslâmiyet son dindir. Göndericisi, Cenâb-ı Allah’tır. Tebliğcisi Hazret-i Muhammed’dir (asm). Farz, vâcip, sünnet ve müstehap bütün esasları vahiy ürünüdür, Hazret-i Peygamber Efendimizin (asm) nübüvvet nazarından geçmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) hayattayken tamamlanmış, kemâle erdirilmiş bir dindir.
Bid’at, lûgatte, sonradan ortaya çıkan şey, dînin aslında olmayan yeni icat, dinden olmayıp dindenmiş gibi gösterilmek istenen yeni buluş, sonradan türeyen dînî anlayış demektir. Dînî bir terim olarak bid’at, Hazret-i Peygamber (asm) ve onun ashabından sonra ortaya çıkan ve aslı dîne dayanmadığı halde dînî bir çerçeve içinde sunulan yeni yaklaşımlar ve yeni âdetlerdir.
Bid’atın zıttı sünnettir. Resûl-i Ekrem’den (asm) ve onun ashabından sahih olarak rivâyet edilen her şey sünnet kapsamındadır. Bid’ate lüzum yoktur. Çünkü sünnet vardır, sünnet boşluk bırakmamıştır, bütün yeni durumları da sünnet zaptetmiştir. Çünkü bu din eksik bırakılmamış, tamamlanmıştır. Zaten eksik bırakılmış olsaydı, yine beşer aklıyla değil, vahiyle tamamlanacaktı. Vahiy bu dini tamamladığına göre, beşer aklına yeni icatla ilgili bir mesele bırakılmamıştır.
Bedîüzzaman’ın tanımıyla bid’at, ahkâm-ı ubûdiyette yeni icatlar çıkarmaktır. Kur’ân’ın, “Bu gün size dininizi kemâle erdirdim” 1 sırrı ile çeliştiği için İslâmiyet’te bid’at reddedilmiştir. Çünkü bu âyetle, İslâmiyet’in Hazret-i Peygamber Efendimizin (asm) risâletiyle birlikte kemâle erdiği bildiriliyor. Bid’at ise bu esasa zıttır. Çünkü bidatte ortaya konulan yeni davranışlar sünnette yoktur ve hiç kimse sünnette olmayan bir hususu İslâmiyet’in malı gibi sunma yetkisine sahip değildir.
Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Kim benden sonra terk edilmiş bir sünnetimi diriltirse onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye—onların sevabından hiçbir şey eksiltilmeden—sevap verilir. Kim de Allah’ın ve Resûlü’nün rızâsına uygun düşmeyen bir kötü bid’at icat ederse, onunla amel eden insanların günahları kadar o kişiye—onların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeden—günah yükletilir.”2 Peygamber Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde: “Her bid’at dalâlettir. Her dalâlet ateştedir” 3 buyurmuştur.
1- Bid’at-i seyyie: İslâm inançlarına aykırılığı açısından kötü ve zararlı olduğunda şüphe olmayan bid’atlerdir. Meselâ ezanı aslından değil de, Türkçe veya başka bir dilde okumak bid’at-i seyyiedir. Üstad Hazretlerinin o günlerde câmilere girdiğini söylediği bid’atler ezanın Türkçe okunması gibi İslâm dîninin ibâdetlerini değiştirme ve ibâdette yeni usûl getirme girişimleridir. Kezâ türbeleri ziyâret esnasında kabir ziyâreti ile izah edilemeyecek şekilde türbelere horoz adamak, türbelerde mum yakmak, dilek dilemek... vs. bid’at-i seyyieye örnek olarak verilebilir.
2- Bid’at-ı hasene: Sonradan ortaya çıktığı halde, İslâm inançları ile çelişkisi olmayan şeylerdir. Meselâ ölenin ardından mevlid merâsimi düzenlemek, ölenin ardından kırkıncı gün, elli ikinci gün... vs. düzenleyerek bu günlerde Kur’ân okumak gibi uygulamalara bid’at-i hasene denmiştir. Yine meselâ, Bediüzzaman Hazretleri, “tarikatte evrad ve ezkâr ve meşrepler nev’înden olsa ve asılları Kitap ve Sünnetten ahzedilmek şartıyla, ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı sûrette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esâsât, Sünnet-i Seniyyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartıyla, bid’a değillerdir” diyerek, tarikatlardaki vird ve zikirlerin, Kitap ve Sünnet’ten beslenmek ve onlarla çelişmemek şartıyla bid’a olmayacağını söylemekle beraber, bazı âlimlerin bunlardan bir kısmını da ‘bid’at-ı hasene’ olarak saydığını ifade etmiştir.4
Özetle; ibâdet maksadı ile yapılan, fakat Hazret-i Peygamber (asm) zamanında olmayan bazı uygulamalar da, Kur’ân ve Sünnet’ten beslenmek ve onlarla çelişmemek şartıyla bazı âlimlerce “bid’at-ı hasene” olarak sayılsalar da, ibadet maksadıyla, yani sırf Allah rızası için yapıldığı sürece, makbul birer ibadettirler.
Şeytan, mücadele edildiğinde Hz. Ebû Bekirlerin yücelerin yücesine çıkmasına vesile olurken kendisine tâbi olanları da alçaltır, onları kul köle eder, aşağıların aşağısına indirir.
İşte şeytanın bu alçalttıklarından biri de büyücülerdir. Büyücülerin öylesi vardır ki dini kisve içinde görünür, âyetleri bile kötüye kullanarak büyük günahlara girer. Öylesi vardır ki daha dehşetlidir. Şeytan ve şeytanlaşmış kötü cinler Allah’ı, dini, peygamberi tanımaz böyle büyücülere öyle vaadlerde bulunurlar ki, onlara ermek için büyücü ona hemen teslim olur.
Büyücü önce bütünüyle teslim olur şeytana; şeytan da inancını, ruhunu, kalbini, ahlâkını sıfırlayıp kendine taptırdıktan sonra hizmet verir; yüz alır, bir verir.
Evet, şeytan, büyücüden, yaşarken de, öldükten sonra da canını, malını, her şeyini emrine verme sözünü alır. Onu küfre, inkâra atar, sihri kolayca yapabilmesi için de bir kısım haramları işletir. Büyücü ancak o zaman şeytandan takdir toplar, sevgisini kazanır, yanındaki derece ve mertebesi yükselir ve ondan yardım görür.
Demek büyücüler şeytanın hizmetkârlığını gönüllü olarak kabullenmiş kimselerdir. Küfür girdabına gömüldükleri; tabiat, vicdan, ruh ve kalpleri bozulduğu için yaptıklarını meşrû görmeye başlar; insanlığa, vicdana, insafa, merhamete ters düşen işler yapmakta tereddüt etmez, hatta bundan menhus bir zevk duyarlar. Sihirleri genelde üç gün, bir hafta, kırk gün sürdüğü için bu süre sonunda şeytanla irtibat kurmaya mecbur kalırlar. Şeytan onları kendine mahkûm eder.
Büyücüler tehlikeli işlerle uğraşır; gül gibi geçinen eşlerin veya iki kişinin arasını açma, bir kadının gönlünü çalma; insanın bir kısım yeteneklerini; dilini, bahtını, erkekliğini bağlama; kız kaçırma, kız veya erkeklerin bahtını bağlama, ticareti zarara uğratma, ürünü mahvetme, yangın çıkarma, sakat bırakma, öldürme, v.s. gibi yıkıcı, menhus işlere başvurur, bunun için kutsal değerleri, âyetleri bile uygunsuz şekilde kullanmakta tereddüt etmezler; ruh, kalp ve vicdanları bozulduğu için bunu güzel bir hizmetmiş gibi yapar, zerre kadar rahatsızlık duymazlar.
İnsanı arzu edilen şekle sokmak için yapılan böylesi büyülere kara büyü denir. Kişinin iradesine âdetâ ambargo konulur, ona zarar verme hedeflenir.
Büyüyü yapan veya yaptıranların kıskanç, hayat mücadelesi vermekten aciz, karşısındakine açıkça zarar vermekten kaçınan sinsi, içyüzünü gizleyen insanlar oluşları da dikkat çekicidir. Mutluluklarını başkalarının zararında arayacak kadar insanlıktan uzaklaşmışlardır.
Büyücülerin tek hedefi vardır: Para. Para için kendilerini satan bu sefil kimseler, acımasızdırlar da. Dünya malı için yapamayacakları kötülük yoktur. Yuva yıkmaktan, insanlara zarar vermekten çekinmezler.
Tabiî ki şeytan ve şeytanın hizmetkârı olan büyücülerin hedefleri budur. Kişi Allah yolunda olursa şeytan da, büyücüler de bir halt edemezler. Allah dilemedikçe kimse kimseye zarar veremez.
Bediüzzaman, 1895’te, henüz 17 yaşında iken, eski kelâm ilminin (İslâm felsefesinin), İslâm dîni hakkındaki şek ve şüphelerin reddine kâfi olmadığını tesbit eder. Tarih, coğrafya, riyaziyat (matematik), jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe gibi ilimlerin esaslarını1, fen ve modern ilimlerde de kitap yazacak ve uzmanlarıyla münâzarâ edecek derecede öğrenir.
Aynı zamanda din ilimleriyle fen ilimlerinin bir arada okutulacağı, yani ilim birliğini ve İttihad-ı İslâmı temin edecek bir İslâm Darülfünunu (üniversitesi) fikrini geliştirerek, “Medresetüzzehra” isminde bir proje ortaya koyar. Üniversitenin, Bitlis merkezli, iki “refikası” da doğu ve batı cenahındaki Van ve Diyarbakır, yani “Vilâyât-ı Şarkiye’nin merkezinde”, Hindistan, Arabistan, İran, Kafkas, Türkistan ortasında açılmasını planlar. Ayrıca, Van’daki medresesinin temelleri bile atılmadan önce, 1910 tarihinde Tiflis’te, Rus polisi ile yaptığı konuşmada “Medresemin planını yapıyorum... Bitlis, Tiflis kardeştir...” ifadeleriyle Medresetüzzehra’sını İslâm âlemine yaygınlaştırmayı düşündüğünü ortaya koyar. Medresetüzzehranın misyonu şudur:
1- İslâmiyete ve insaniyete hizmet.
2- Din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı maarifi (eğitimi), doğuya, ora halkının alışık ve aşina oldukları “medrese” kapısıyla sokmak.
3- Meşrutiyet ve hürriyetin güzelliğini göstermek.
4- Kürt ve Türk ulemasının istikbalini sağlamak.
5- İslâmiyeti, kendisini paslandıran hikâyât, İsrailiyât ve taassubât-ı bârideden (körü körüne tutuculuktan) kurtarmak…
6- Maarif-i cedideyi (yeni ilimleri) medreselere sokmak için bir yol ve ehl-i medresenin nefret etmeyeceği saf bir menba-ı fünun (fenler kaynağı) açmak.
7- Ehl-i medrese, ehl-i mekteb ve ehl-i tekkenin musalâhasını (barışını), en azından maksatta ittihadını sağlamak.
8- Doğuda yerleşmiş bir gelenek olan “tâlim-i infirâdî”yi (ferdî öğretimi) halka ve daireye tebdil etmek.
9- Arabistan, Hindistan, İran, Kafkasya, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, ırkçılığın ifsadından kurtarmak. Hakikî, müsbet, kudsî ve umumî bir millet olan İslâmiyet milliyeti ile Kur’ân’ın “İnneme’l-mü’minûne ihvatun” (Mü’minler ancak kardeştirler) kanun-u esasisinin tam inkişafına mazhar olmak.
10- Felsefe fünunu ile ulum-ı diniyeyi birbiriyle barıştırmak ve Avrupa medeniyetinin İslâmiyetin hakikatleriyle tam musalâha etmesini sağlamak.
Medresettüzzehra projesini hayata geçirmek için 1907 Kasımında İstanbul’a giden Bediüzzaman, II. Abdülhamid nezdinde teşebbüste bulunmuşsa da, karşılık olarak kendisini hapishane ve tımarhanede bulur. Yine, II. Meşrûtiyet döneminde, Sultan Reşad’ın da takdir etmesi ve 20.000 altın vermesi üzerine Van-Edremit’te medresenin temelini atar. Ancak I. Dünya Savaşının başlaması neticesi bölgenin savaş alanı hâline gelmesiyle de gerçekleşmesi mümkün olmaz. Millî Mücadele sırasında İstanbul’da faaliyet gösteren ve TBMM’nin takdirini kazanan Bediüzzaman, dâvet üzerine 1922 yılında Ankara’ya gider. Medresetüzzehra’nın açılışı için yine faaliyetlerini sürdürür. İçlerinde Mustafa Kemal’in de bulunduğu 200 milletvekilinin 163’ünün reyi ile Doğu’da bir üniversite kurulmasını kabul ettirir. Ancak bir ikinci yapım kararında inşaatına bile başlanamamış, kâğıt üzerinde bir karar olarak kalmıştır.1
Ancak, Bediüzzaman, kaynağı yalnız Kur’ân olan, din ilimleriyle fen ilimlerinin harmanlanmasıyla te’lif ettiği Risâle-i Nur’la, Medresetüzzehra’yı mânen vücuda getirdi.
Ve bu mânevî üniversiteyi, Türkiye’nin her bölgesine, her iline, her ilçesine, hatta köy ve dağ başlarına kadar yaygınlaştırdı; evlerimizi, mekânlarımızı Medresetüzzehrâ’ya çevirdi…
İnşallah bir zaman gelecek, Medresetüzzehrâ meddeten de tahakkuk edecektir.2
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 41; Necmeddin Şahiner, Bediüzzaman Üniversitesi Medresetüzzehra.
Bugün elimizde 14.000 sayılı Yeni Asya gazetesi var. Geriye dönüp baktığımızda 40 yıl geride kalmış. Aslında bu sene-i devriyeler olmasa insan ömrünün nasıl ve nerelerde geçtiğini fark edemez. Sene-i devriyelerin bir çok mânâsı, hikmeti vardır ve bu cihetlere de bakanlar, ders alanlar vardır. Elbette candan gönülden bakanlar için vardır. Avamî lisanla derler: “Bir ömre bedelsin.” Doğrudur, çünkü çok kardeşlerimiz 40 yılı doldurmadan ebed âlemine gittiler. 3’ler, 7’ler, 40’lar da ayrı bir güzel konudur. Belki Yeni Asya da bir şahs-ı mânevî olarak bu silsileye girmiştir ve dahil olmuştur.
Türkiye’de son tesbitlere göre millî basınla birlikte 1.500 gazete çıkmaktadır, aylık, günlük ve haftalık olarak. Basılan gazeteler 6 milyonu geçmekte ve bunun 1 milyonu aşkını iade edilmektedir. Dünya ülkeleri kıyaslamasında çok gerilerdeyiz. Çıkan gazetelerin okuma oranına göre yüzde 85 ile Japonya birinci sıradadır. 40. yılını dolduran Yeni Asya da böyle bir güzergâhta ve böyle bir pazarda zarurî ihtiyaçlar karşılığında yer almıştır. Yeni Asya istikrar içinde, fikir kaynağından ayrılmayarak devam etmiştir ve etmektedir.
Elbette yazılı ve görsel basın, dünyanın 4. büyük ordusu kabul edilmektedir ve bir gerçektir. Geçtiğimiz yıllarda yapılan bir resmî sempozyumda, millî 4 büyük TV’nin 24 saatlik programında çıkan tablo ürkütücü ve bir o kadar da düşündürücüdür. 24 saatlik programda 25 müsbet neşriyat var, buna karşılık 4.300 civarında menfî, olumsuz tahrip ve tahrik edici neşriyat var. TV’ye, radyoya ve gazeteye karşı değiliz, ancak menfî yayınlara ve programlara karşıyız.
Bu itibarla Yeni Asya’nın gönüllerde ma’kes bulması önemliydi ve önemlidir. Keşke bütün neşriyat âlemi bu mânâda insanlığa hizmet etse. Bunun dışında 40 yılda önüme daima çıkan ve bir düstur hâline getirdiğimiz hakikat şudur. Birincisi, Hz. Peygamber Efendimiz (asm) “İki günü müsavi olan zarardadır” buyurur. İkincisi ise; Bediüzzaman Hazretlerinin “Mevcuda iktifa dûnhimmetliktir” buyurmaktadır. Hem Efendimiz (asm), hem de Hz. Bediüzzaman bu tesbit ve sözlerini yaşayarak ve yaşatarak dar-ı bekaya gitmişlerdir. Yeni Asya’da bu 40 yılı idrak eden, Anadolu’nun bağrındaki isimsiz kahramanlar, sebatkâr ve çilekeş şahsiyetlerle birlikte gazete bünyesindeki faal kadro, bahsettiğim bu iki hakikatın ışığı altında “Bugün nerelerde olmamız lâzımdı?”, bunları masaya birlikte yatırmaları lâzım. Keşke bunlar her yerde, her zeminde ve her kesimle tartışılsaydı ve değerlendirilseydi. “Yapıyoruz” seslerini şimdiden duyarım, fakat az ve dar çerçevede yapılıyor ki, tiraja yansımıyor, yansımalıdır, yapılmalıdır...
Düşünüyor, tefekkür ediyorum; Türkiye 73 milyon. Dünya Nüfus Teşkilâtı’nın tesbitine göre 50 yıl sonra 98 milyon olacak ve dünya nüfusu da 10 milyarı bulacak. Acaba böyle artışın ve böyle bir neslin karşısına nasıl çıkmalıyız? İkincisi; Türkiye’de yalnız 92 üniversitede açık öğretimle birlikte 3,5 milyon talebe okumaktadır. “Yeni Asya bunların kaçında olmalıydı? Neler yapılmalıydı?” suâlini, ehl-i tefekküre, ehl-i himmete ve icraattaki bütün arkadaşlara, 40 yıl bu sevdanın her sahasında ve her şeye rağmen görev yapan bir kişi olarak tevdi ediyorum.
Yeni Asya’nın ön ve arka sahifelerinde yıllardır ezberlediğimiz ve yaşamaya var kuvvetimizle çalıştığımız iki tane silinmez mühür vardır. Birisi “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şuradır”, diğeri ise “Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm’ın sadası olacaktır.” Hz. Bediüzzaman’a ait olan bu emsâlsiz düsturlar, Türkiye’nin ve dünyanın her yerine haber ve yorum olarak yayılmalıdır. Bütün okuyucuları ve dolayısı ile bütün insanları kucaklamanın ve onlarla görüşmenin zeminlerini bulmalıyız. Yazdığım ve söylediğim bu sözlerin içinde çok şeyler var. 40 yılın çilesinden ve Anadolu’nun yıkık harabelerinden bir hakikat feryadıdır. Hayırlı olsun, ne çabuk geçti 40 yıl. Çıkaranlara, yaşatanlara duâlar ve tebrikler…
Bediüzzaman Hazretlerini tanıyanlar, onun cihan harbini müteakiben gördüğü meşhur rüyayı hatırlayacaklardır. Efendimizin (a.s.m.) taht-ı riyasetinde, geçmiş asırların meb’uslarından oluşan nuranî meclis, bu dünya harbinden mağlûp çıkışımızın hikmetini sorar. İstikbali hal ile kucaklayan cevabın birkaç cümlesini arz edeceğiz: “Galip olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane (şiddetlice) kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münafi, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir... Eğer ona yapışsa idik âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek idik... Manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhde edecektik.... ” (Sünûhat, s. 56)
Mağlûbiyet, millet olarak mazlumiyetimizi netice verince hem biz, hem de halimize ağlayan İslâm âlemi, gaddar, sefih ve vahşi Batı medeniyetine ambargo uygulamış, bu hal sun’î istiklâliyetimizin kabul gördüğü Lozan’a kadar sürmüş. Lozan’dan sonra, millet ile idareciler ayrılmış, İngilizin yardımıyla idare edenler gaddar, dinsiz ve sefih medeniyeti Asya’da icraya koyulmuşlar. Çok ilginçtir ki, Bediüzzaman Hazretleri, İkinci Cihan Harbindeki İngilizlerle ittifak günlerinde de aynı mânâyı seslendirmiştir. (Bkz. Kastamonu Lâhikası, s. 19)
Burada kanaatimizce çok önemli bir nokta var: Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu’dan Isparta’ya gönderdiği bir mektubunda “Muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanın ve hükümetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tâbi etmek, belki aynını telâkki etmek çok yanlış olmakla beraber.... ” (s. 35) diyerek, dindarlara çok önemli bir ikazda bulunuyor. Menfaatlerini dinin menfaati olarak görerek 12 Mart sonrasında Türkiye Müslümanlarını harama bulaştıran “siyasal İslâmın” açtığı kapı, maalesef bir türlü kapanmadı. O zamanlarda Kemalistlerden kabul gören bu dindarların durumu, 12 Eylül’den sonra global dünyada meydana gelen ayrışmaları herkesten önce bize bildiriyor. Ve Üstad, insaniyet ve İslâmiyet taraftarı İsevî Avrupa’yı zalim Avrupa’dan ayıran haberleri mektuplarla talebelerine bildiriyor.
Çok partili dönemde meydana gelen askerî müdahalelerin netice olarak sefih ve dinsiz Avrupa'nın hanesine yazıldığını biliyoruz. Milletin askerî ihtilâllere olan muhalefeti de buradan gelir. Fakat gayet münafikâne dizayn edilen 12 Eylül ile zalim Avrupa, milletin zihnini iğfal etti. Kemalistlerle bazı muhafazakâr ve dindarların korku ve menfaat ortak paydasında buluşmaları, milletin tarihî duruşunu kısmen bozdu. Bilhassa dindarlıklarından halkın teveccühüne mazhar olmuş bir kısım siyasetçinin hak, adalet, hürriyet ve ahlâk gibi kırmızı çizgilere ehemmiyet vermeden Kemalistlerle sarmaş-dolaş olmaları; Amerika ve Avrupa’daki zalim medeniyetçilerin işini kolaylaştırdı. Düne kadar aşağılanan Anadolu insanını bakan, vekil ve yüksek bürokrat olarak gören millet de yavaş yavaş menfaate yöneldi. Bunu tesbit eden Amerika ve Avrupa’daki zındıka enstitüleri, bütün imkânlarıyla İslâm coğrafyasına ve bilhassa Türkiye’ye yöneldiler. Hükümet, üniversite, STK’lar ve daha birçok kuruluş ve kişiyle irtibata girerek, ülke sathını işgale koyuldular. En çirkin, yüz kızartıcı ve ahlâksızca manzaralara efkâr-ı ammenin tam tepki verememesi buradan geliyor. Yani sonradan görme bazı muhafazakâr ve dindarlar “galipler liginde oynama” tutkusuyla sahneye çıkarken, bazıları daha da ileri giderek, küresel dinsizlik cereyanlarıyla doğrudan temaslara girip, galipler ligindeki hayatı, aile efradıyla birlikte dolu dolu yaşamaya başladılar. Dindar cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlarımızın gözetimindeki ükemizde; dinsizliğin, sefaletin ve ahlaksızlığın nasıl revaç gördüğünü müşahede etmek isteyenler, tarafgirlik gözlüklerini takmadan çevrelerine azıcık baksalar, dehşeti tüm boyutlarıyla göreceklerdir.
Zalimce, zalimlere yardımla, midesine haramı doldurarak ve fakru zaruret içindeki milletin imkânıyla müreffeh yaşamanın dehşetini; Allah’a ve ahirete inananlar iyi bilirler.
Müslümanlar rahat ve medenîce yaşamayı hak etmiyorlar mı? Elbette, fakat bu medeniyetle değil. Bizim dahil olacağımız medeniyet, yukarıdaki medeniyetin inkişaından (kabuk çatlatmasından) inkişaf edecek hakiki medeniyettir. Doğu ile batının İslâm ve insan ortak paydasında buluşacakları medeniyettir. Yoksa, hasis menfaatler için zalimlerin sofrasına yanaşarak ve onların İslâm coğrafyasını ve milletlerini talan ve yağmasına vesile olacak medeniyetten, Allah’a ve ahirete iman edenler uzak durmalılar. Komplekslerini tatmin için zalim galiplerin liginde ve mahfilinde yaşamaya çalışmak, insaniyete de ihanettir.
Türk Hava Yolları’nın İstanbul’dan hareket eden uçağının Hollanda’da düşmesi ya da teknik tabiriyle ‘sert iniş’ yapması çeşitli tartışmalara sebep oldu. Bazı kesimler bu ‘kaza’yı fırsat bilip, THY’yi karalamak için geçmişte “Apronda ‘deve’ kesilmesi” hadisesini hatırlamış.
Bir köşe yazarı “kaza sonrası ‘deve’yi hatırladım” anlamında görüş beyan ederken, ana muhalefet partisi CHP’nin Grup Başkan Vekili de THY uçağının Hollanda’da düşmesini değerlendirirken, ‘’Apronda deve kesen bir zihniyetin yansıması’’ demiş. (AA, 26 Şubat 2009)
Tabiî ki böyle ciddî kazaları, gayr-ı ciddî beyanlarla izah etmeye çalışmak en basitinden ‘hafif’ bir davranış olarak değerlendirilmelidir. Kazanın meydana gelmesinde elbette ki çeşitli kişi ya da kuruluşların kabahati olabilir. Bugün itibarıyla ‘asıl suçlu kim?’ şeklindeki bir sorunun doğru cevabını teyid etmek mümkün görünmüyor. Gerek kazazedelerin ve gerekse ‘uzman ekipler’in ifadelerine göre her şey yolunda gitmiş ve uçak inişe geçtikten ve ‘pist’e çok yakınken bir anda ‘sert iniş’ yapmış ya da düşmüş.
Kaza hadisesi çok değişik yönleriyle tartışılmayı hak ediyor. Ancak bazı konular var ki, daha da dikkat çekici. Bakınız; kaza THY uçağıyla yaşandı, ama kazanın yaşandığı yer bir Avrupa ülkesi. Türkiye’de yaşanan benzer kazalar sonrası gerek kurtarma, gerekse yardım ulaştırma noktasında hep eksiklik oluduğu ifade edilir ve “Böyle kazalar Avrupa’da yaşansa şöyle olur, böyle olur, anında müdahale edilir” denilirdi. Hatırladığımız kadarıyla benzer bir kaza geçen yıllarda Isparta’da yaşanmış ve böyle sözleri çok duymuştuk. Şimdi ise aynı tenkidler Hollanda’ya yöneliyor. Gerek kazadan hemen sonra ve gerek aradan yaklaşık iki gün geçtikten sonra yapılan, daha doğrusu yapılamayan açıklamalar kamuoyunu tatmin etmiyor. Kazazedeler, kazadan hemen sonra bağlandıkları TV’lerde “Hâlâ bekliyoruz, yaralılar hastahaneye bile taşınmadı” benzeri sözler sarf etti. Bu beyanlar doğru ise Hollanda’ya ‘eksi puan’ vermek gerekecek. Kazada vefat edenlerin isim listesinin açıklanmasının bile gecikmesi sıkıntıların artmasına sebep oldu.
Kaza sonrası haberleri izlerken bir nokta daha dikkatimizi çekti: Gerek ‘uzman’lar ve gerekse TV’lere açıklama yapan kazazedeler “Allah’a şükür, büyük bir kazadan kurtulduk” diyemedi. Elbette büyük bir kaza atlatıldı ve böyle kazalar sonrası aşırı heyecan ve telâş sebebiyle sakin açıklama yapmak kolay değildir. Fakat bilhassa meydana gelen kazayı stüdyolardan değerlendiren ‘uzman’ların yaptığı açıklamalarda sadece ‘pilotların başarısı’ndan bahsedip, “Kazanın nisbeten az can kaybıyla neticelenmesini Allah’ın takdiri”ne verememesi dikkat çekici oldu. Belki böyle açıklama yapanlar da olmuştur, ama biz rastlamadık.
Oysa inancımıza göre her hareketimiz ‘kader’de yazılmıştır. Düşen uçakta bazılarının vefat etmesi, bazılarının ‘burnunun dahi kanamaması’ hangi maddî sebeple izah edilebilir ki? Yaşanan kazada ihmal varsa elbette araştırılsın, ama ‘kaderin hükmü’ de unutulmasın.
Hele hele, böyle kazalardan oy çıkarma hesabı hiç bir şekilde yapılmasın!
Gazetemizin yayın hayatına atılışının 40. yıl dönümünü kutluyoruz. Gazete sayfalarında 40 yıldır gazetemizi okuyanların hatıralarını okuyor, şevk alıyoruz. Daha yapacak çok işimizin olduğunu, bu cefakâr, vefakâr okuyucuya lâyık olmak için daha çok çalışmamız gerektiğinin idrakine varıyoruz. Bu röportajlar ve “kutlama programları” heyecan ve şevkimizin artarak devam etmesine vesile oluyor.
21 Şubat tarihli yazımızda “Yeni Asya’nın kamuoyu tarafından nasıl tanındığını özetlemeye çalışmıştık. Ankara büromuzu ziyaret edenlerin övücü sözlerine, gerek e-mail, gerekse faksla gelen kutlama mesajlarına bakarak “Yeni Asya’nın zihinlerdeki olumlu yeri”ni gördükçe, mutlu oluyoruz. Bu güven hepimizi “motive” ediyor.
Bu arada, “okuyucusuyla bütünleşmiş”, ya da “sahibi okuyucu” olan tek gazete sözünün ne kadar haklı ve doğru olduğuna haftasonu şahit olduk. Üzerinden beş gün geçmesine rağmen bu konuda yazmamanın eksiklik olacağını düşündüğüm için geç de olsa aşağıdaki düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Geçtiğimiz haftasonu, gazetemizin İstanbul-Çemberlitaş’daki Fırat Kültür Merkezinde düzenlenen kutlama programına katılmak üzere İstanbul’a gitmiştik. Programın başlamasına 2 saatten daha fazla bir süre önce gittiğimiz salonda gördüğümüz manzara okuyucularımızın heyecanının yüzlerine yansımasıydı. Salonda hummalı bir çalışma vardı. Bir yanda biraz sonra başlayacak kokteylde ikramlar hazırlanırken, diğer yanda yayınlarımızın teşhir edileceği masalar kuruluyordu. Bir yanda karikatüristimiz İbrahim Özdabak’ın sergisi hazırlanırken, programın yapılacağı salonda da son düzenlemeler yapılıyordu.
Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden gelen okuyucularımız İstanbul’daki okuyucularımızla kucaklaşıp hasret giderirken, yüzlerdeki mutluluk görülmeye değerdi. Gazetecilik hayatımda birçok program, resepsiyon, kokteyle katıldım, ama yüzlerdeki huzur ve mutluluğu hiçbir yerde görmedim. Yeni Asya okuyucusu hakikaten farklı bir okuyucu. Hiçbir gazetenin böyle gazetesini sahiplenen bir kitlesi yok. Buna ne kadar şükretsek azdır.
Programa gelenlerle tek tek selâmlaşmak için iki saat boyunca salonda dolaştım. Ankara’dan geldiğimiz için okuyucularımız son siyasî gelişmeleri, Meclis’te yaşananları, mahallî seçimleri sordularsa da Yeni Asya’yı konuşmayı ve bu günü doyasıya yaşamak için sorulara kısa kısa cevaplar verip, bilgilerimi paylaşmayı tercih ettim.
Programla ilgili gazetemizin Salı günkü nüshasında geniş haberler ve fotoğraflar yer aldı. Gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular ve Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz Yeni Asya’nın 40 yıllık yayın çizgisini anlattılar. Gazetemizin 40 yıllık okuyucuları adına üç okuyucumuzun konuşmalarında verdikleri mesajlar Yeni Asya farkını ortaya koydu. Mü’mine Güneş’in gazetemizin ilk Genel Yayın Müdürü Mustafa Nezihi Polat ile ilgili hâtırası ve 70’li yıllarda gazetemizin Ankara bürosunda çalışan Osman Zengin’in gazeteyi nasıl zor şartlarda basıp dağıttıkları ile hâtıralarını dinlerken 23 yılı aşan bir Yeni Asya çalışanı olarak yaşadığım pekçok hatıra gözlerimin önüne geldi. Gecenin bir yarısında yağmurlu ve karlı havalarda elden dağıtılacak gazeteleri kucağımda getirdiğim günleri, Bediüzzaman için okutulan mevlitlerle ilgili yaşanan baskıları, 1990 yılında 10-15 günde yeni bir gazete çıkarılışını, 28 Şubat’ta uğradığımız haksızlıkları hatırladım.
Programın en önemli sahnesi ise 40 yıldır gazetemizi kesintisiz okuyan ağabeylerimize sahnede “hizmet berat” ı verilmesi oldu. Bu okuyucularımızın yüzlerindeki heyecan, tebessüm, huzur ve mutluluk her şeyi anlatır nitelikteydi. Yönetim Kurulu üyelerimizden beratlarını alan bu vefakâr okuyucularımızın verdikleri “ahirete kadar okumaya devam” ortak mesajı gençlere büyük bir şevk oldu.
Benim için en önemli sahnelerden birisi de şu anda gazetemizin yayınında emeği geçenler arasında sahneye çağrılmam oldu. Genel yayın müdürümüz, yayın koordinatörümüz, yazı işleri müdürümüz, haber müdürümüz ve yazıişleri mutfağında çalışanlar arasında sahneye çağrıldığımdaki heyecanımı anlatamam. Okuyucularımızın karşısındaki o sahnede yer almak hakikaten çok mutluluk verici bir olaydı. Sahnede yerimizi alırken, salondan gelen alkışlara “Asıl siz alkışlanmaya lâyıksınız” dercesine sahnede okuyucumuzu alkışladık. Çünkü asıl alkışlanması gereken onlardı.
Programın hemen sonrasında Ankara’ya büyük bir moral ve dopingle döndük. Başta, Genel Müdürümüz Recep Taşçı, dergiler Koordinatörü Şener Boztaş olmak üzere bu programın düzenlenmesinde emeği geçen herkesi can-ı gönülden tebrik ediyoruz. Gazetemizi bugünlere getirenleri de minnetle, ahirete intikal edenleri de rahmetle yâd ediyoruz.
Hizmet dolu daha niye yıllara… İyi ki varsın Yeni Asya…
Ankara bürokratlarının, Türkiye’de geniş kitleleri etkileyen en derin ekonomik krizleri dahi hiçbir zaman hissetmedikleri, çünkü maaşlarının tıkır tıkır ödendiği ve her türlü masraflarının da hiçbir aksamaya meydan verilmeden karşılandığı hep söylenir.
Yakınlarda Hasan Hüseyin Kemal’in, kendisiyle yaptığı yeni bir röportajını yayınladığımız savunma uzmanı Lale Sarıibrahimoğlu, son yazılarından birinde bu durumun askerî cenahtaki görünümüne dikkat çekmiş (Taraf, 25.2.09):
“Kriz, askerî harcamaları teğet bile geçmedi.”
Savunma Sanayii Müsteşarının, “Sektör krizden etkilenmedi, çünkü kaynakları belli. Bunların da çoğunluğu önceden planlı kaynaklar ve uzun vadeli projeler” sözleri bunun bir ifadesi.
Yazar, bir başka Taraf yazarı olan Süleyman Yaşar’ın—ki Kemal onunla da Yeni Asya için bir röportaj yapmıştı—ilginç sualini aktarıyor:
“IMF silâh alımları için harcanan paralar konusunda niye ses çıkarmıyor?” (a.g.g., 16.2.09)
Yaşar, sorunun cevabını da kendisi veriyor:
“Çünkü silâh satışlarını Amerika, Britanya, Fransa ve Almanya gibi zengin ülkeler yapıyor. Türkiye silâh alımlarını azaltırsa, silâh ihraç eden ülkelerin ödemeler bilânçoları azalabilir.
“İşte bu nedenle IMF ‘Emeklilerin maaşlarını azalt, vatandaşlarına iyi bir gelecek hazırlama, çocuğunun sütünden, eğitiminden kes, ama silâh alımlarından sakın kesme’ diyor...” (a.g.g.)
Sarıibrahimoğlu, bir de askerî projeler üzerinden yapılan “yüzde” toplantılarından bahis açıyor ki, bu da işin irkiltici bir başka boyutu.
Anlaşılan o ki, haksız rant ve kaynak dağıtma mekanizması olarak işleyen iç ve dış ihale düzeninin askerî boyutu başlı başına “ballı” bir iş.
Bu fasıldaki örneklerden yalnızca biri olarak, hakkında pek çok iddia bulunan Ergenekon sanıklarından E. Tuğg. Levent Ersöz’ün, emekli olduktan sonra Rusya ile yapılan silâh ticaretinde yoğunlaştığına ilişkin haberleri hatırlayalım.
Ama işin o tarafına hiç yaklaşılamıyor bile.
Askerî proje, ihale ve silâh-teçhizat alımlarının bir de İsrail boyutu var. Ki, bunlarda ağırlıklı olarak ABD’nin yoğun baskı ve yönlendirmesinin söz konusu olduğu da dile getiriliyor.
İsrail’le askerî ilişkilerin bu derece “sağlam” olmasında ve iki ülke arasındaki en ağır krizlerden bile etkilenmemesinde rol oynayan en önemli faktörlerden biri her halde bu olsa gerek.
Nitekim İsrail Büyükelçisi, Erdoğan’ın Davos çıkışı sonrasında ülkesinden Türkiye’ye turist akışının ciddî biçimde azaldığını söylerken, konu askerî ilişkilere geldiğinde çok farklı konuşuyor:
“Çok güçlü askerî-savunma işbirliğimiz var. Savunma projelerinde Türk ordusunda birçok Yahudi teknisyen çalışıyor.” (Akşam, 25.2.09)
TSK’da çalışan birçok Yahudi teknisyen! Demek ki, artık bu kadar içli dışlı bir hale geldik...
İsrail’le bilhassa 28 Şubat’ta yoğunlaşan askerî işbirliğinin, bütçemize milyar dolarlık hacimlere ulaşan proje ve ihale bedelleri yüklediğini ve havada, denizde ortak askerî tatbikatların herşeye rağmen tamgaz devam ettiğini biliyorduk.
Nitekim Davos ve Mizrahi krizlerinden sonra çıkan haberlerde, İsrail uçaklarının önümüzdeki Ekim ayında Konya semalarında yapılacak yeni bir tatbikata daha katılacakları duyuruldu.
İşin enteresan tarafı, bu konuda Başbakan da Genelkurmay tarafından yapılan açıklamaları aynen tekrarlamak ve “Sadece İsrail değil, başkaları da katılıyor” demek suretiyle, bunun gayet “normal” olduğunu ifade eden sözler söyledi.
Savunma Sanayii Müsteşarı da, İsrail’le askerî projelerin aynen devam ettiğini vurguluyor.
Ancak bu derin ilişkilerde, cevabını bulması gereken birçok soru var. Ve şimdiye kadar bu gibi soruları aklından dahi geçirmeyen Türkiye, yavaş yavaş sormaya başladı. Bu birinci aşama.
Sualler soruldukça cevaplar istenecek. Eğer cevaplar yeterli bulunmazsa, yeni sorular gelecek.