1969 yılı hayatımın dönüm noktası olmuştu. Endüstri meslek lisesinin son sınıfında okuyordum. Kdz. Ereğli ilçe kaymakamlığının eski lojmanı pansiyon yapılmış, diğer öğrencilerle birlikte orada kalıyordum.
Dedem oldukça bilgili bir hoca ve babam da hâfız ve mevlithan olduğu için dindar bir âileden geliyordum. Çocukluk yıllarımdan beri namaz kılsam da yeterli bir şuûra sahip değildim. Gerçi pansiyondaki arkadaşları yakınımızdaki camiye götürmeye çalışıyordum. Fakat, bir çok konularda kafam soru işâretleri ile doluydu. İşte, o senenin Mart ayı ortalarında, camiden tanıştığım Ertuğrul Arpat adındaki bir üniversite öğrencisi “Ben dînî bir sohbete katılıyorum, benimle gelmek ister misin?” diye teklifte bulundu. Kabul ettim ve birlikte gittik. Bir otelin en üst katında küçük bir yeri kiralamışlar. Yaklaşık on beş kadar nur simalı insanlar beni kucakladılar ve tanışarak hâl ve hatırımı sordular. Çok etkilenmiştim. Bir arkadaşımın daha önce verdiği ve kısa bir zamanda okuduğum Minyeli Abdullah romanındaki bir kısım olayların sanki bir bölümünü yaşıyordum. O akşamki yapılan dersi anlayamasam da, yaşadığım huzur ortamı beni iyice rahatlatmıştı.
Cemaatle tanışmamdan bir hafta sonra, Zübeyir Ağabey İstanbul’dan Nejat Usun adında bir vakıf arkadaş göndermişti. Onunla bir gece sabaha kadar özel sohbet ettik. Kafamdaki soruların hepsine cevap verdiğini gördüm. Böylece, Nur Risâlelerinin gücünü daha iyi anladım. Mezun olduktan sonra hemen Ereğli Demir ve Çelik Fabrikasına girdim. İzabe teknisyeni olarak zâten orası için yetiştirilmiştik. 434 kuruş saat ücretiyle çalışıyordum. Tutumluydum ve bir taraftan para biriktirmeye çalışıyordum. Risâleleri düzenli bir şekilde süratle okuyor, derslere katılıyor, haftalık İttihad gazetesini tâkip ediyor ve etrafımızdaki insanları bu hakikatlerden haberdar etmeye çalışıyorduk.
Cemaat olarak böyle hummalı bir çalışma içindeyken bir akşam İstanbul’dan Fırıncı, Birinci ve Kutlular ağabeyler Ereğli’ye geldiler. Günlük bir gazete çıkaracaklarını, bunun için cemaatın hibe veya borç şeklinde desteğini almaya geldiklerini söylediler. Oranın cömert insanları bütün imkânlarını seferber ettiler. O güne kadar biriktirdiğim beş bin liram vardı. Ben de hepsini onlara teslim ettim.
Nihayet, 21 Şubat 1970 tarihinde Yeni Asya adıyla günlük gazetemiz çıkmaya başladı. Cemaat olarak âdetâ bayram yapıyorduk. Şehrin en merkezî yerine altıgen şeklinde, dönebilen bir reklâm panosu yaptırdık. Her gün gazetenin sayfalarını ona yapıştırıp herkesin okumasını sağlamaya çalışıyorduk. Büyük bir hizmet şevki ve heyecanı vardı. Bir yıl sonra 12 Mart Muhtırası verildiğinde gazetemiz çok cesur manşetler atıyordu. Bu arada gazeteyi bir hafta kapattılar. Sonra yine açtılar.
Yeni Asya’nın mânevî mimarlarından ve Üstadın en has hizmetkârlarından Zübeyir Ağabey, o sene 2 Nisan’da vefat etti. Âdetâ, gelen bütün musibetleri bir paratoner gibi üstüne çekti ve gitti. 12 Eylül 1980 ihtilâline kadar çok mücadeleler oldu. Bir taraftan fikir bazında solcular ve diğer din düşmanlarıyla boğuşuyor, bir taraftan da dahilden gelen fitne hareketlerini etkisiz hâle getirmeye çalışıyorduk. Çok yorucu bir mücadeleydi. 1980 ihtilâli daha berbat bir baskı dönemiydi. Doğruları söyleyen en küçük bir muhalefete tahammül edemiyorlardı. Bu yüzden tam 470 gün Yeni Asya kapalı kaldı. Bu olay basın tarihinde bir rekor, fakat fikir hürriyeti noktasından bir yüz karasıydı. Yeni Asya yerine, Yeni Nesil adıyla çıkmış, o da kapatılınca Tasvir gazetesiyle yola devam etmiştik. İzin çıkınca tekrar Yeni Nesil gazetesini devreye sokmuş ve 1990 yılına kadar neşretmiştik. Bu arada dahilî bazı sıkıntıları aşmak için çaba göstermiştik. Her on senede ülkede yaşanan darbeli yılların dalgaları iç bünyeyi de çalkalıyordu. Çileli geçen yılların bir türlü arkası bitmiyordu. Derken, AK Partili iktidarlar geldi. Bu iktidar döneminde de sıkıntılar birbirini tâkip etti. Yanlış tevil ve yorumlar yüzünden iç bünyede yine dalgalanmalar meydana geldi. Çileler birbirini kovalıyordu. Bu imtihanlar ne zaman bitecekti? Ancak, yine biliyorduk ki, aslında bu imtihanlar hiç bitmeyecekti. Zira, burası imtihan dünyasıydı. Altınlarla bakırlar birbirinden bir şekilde ayrışacaktı. Resmî ideolojiyle bir türlü barıştırılamayan bu çizginin mensupları her zaman rahatsız edilecek ve güya canlarından bezdirilip yıldırılacaktı. Fakat, bunlar beyhude gayretlerdi. Çünkü, Yeni Asya hakkın ve hakikatin gür sesiydi ve inâyet altındaydı. Dahilden ve hariçten yapılan tahrip hareketlerine karşı o da dimdik ayaktaydı. Vefakâr ve cefakâr okuyucuları her zaman onun yanındaydı. Zira onlar, Yeni Asya’nın maddî ve manevi hakiki sahipleriydi. Bir zaman gelecek bu şerefli mücadele tez çalışmalarına konu olacaktı.
Pazar akşamı, 40. kuruluş kutlamasını yaptığımız ve Demokrat Misyon temsilcilerinin de katıldığı Yeni Asya etkinliklerini izlerken ben bunları düşünüyor ve çile ile geçen kırk yıl bir film gibi hayalimde canlanıyordu. Sana daha nice kırk yıllar Yeni Asya’m...
26.02.2009
E-Posta:
[email protected]
|