Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi adresine bekliyoruz.
Abdil YILDIRIM
Bediüzzaman çağı
İnsanlık tarihini derinden etkileyen çok önemli sosyal olayların çağları başlattığı bilinmektedir. Buna göre yazının icadı ile ilkçağ başlamış, kavimler göçü neticesinde Batı Roma İmparatorluğunun yıkılması ile Ortaçağ başlamış, İstanbul’un fethi ile Doğu Roma (Bizans) yıkılmış, Yeni Çağ başlamış, Monarşilerin (Krallıkların) yıkılmasını netice veren Fransız ihtilâli ile de Yakın Çağ dediğimiz tarih dönemi başlamıştır..
İnsanların Ay’a ayak basması, Merih’e uzay aracı indirmesi ve uzayın derinlerine el uzatması elbette önemli olaylardır. Diğer taraftan, bilimsel ve teknolojik çalışmaların da hayalin sınırlarını zorlamaya başlaması, kök hücre devrimi, nanoteknoloji gibi önemli gelişmeler de insanlık tarihinde önemli olayların başlangıcı olarak kabul edilebilir. Onun için 20. yüzyıl ile başlayan döneme “uzay çağı” veya “bilim çağı” diyenler de olmuştur. Ama bunlardan çok daha önemli olan, insanların sadece sosyal hayatını değil, düşünce yapısını, inanç esaslarını, fikrî ve zihinsel yapısını da değiştiren ve dönüştüren bir gelişme ortaya çıkmıştır: Bediüzzaman ve Risâle-i Nur Hareketi.
Bu başlangıçla ezberler bozulmuş, istikametler değişmiş, tabular yıkılmıştır. Onun için bu yeni başlangıca “Bediüzzaman Çağı” demek uygun olacaktır.
Şimdi insanlığı Bediüzzaman çağına taşıyan sürece kısaca bir göz atalım:
Fransız İhtilâlinden 20. yüzyıla kadar geçen zaman diliminde insanlık ilim ve teknikte hızla ileri doğru yol alırken, dinlerin sosyal hayatta etkileri silinmek istenmiştir. Kilisenin istibdadından ve cehaletinden kurtulan müsbet ilim, insanlığa yeni ufuklar açarken, İslâm dini de Hristiyanlığın tutucu zihniyetiyle aynı kefeye konulup sosyal hayatta dinin etkisi ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Yani kurunun yanında yaş da yakılmak istenmiş, İslâm’ın taptaze iman esaslarının akla ve ilme verdiği önem görmezlikten gelinmiştir.
Avrupa, tahrif olmuş Hristiyanlığın ve akla muhalefet eden kilisenin istibdadından kurtuldukça ilerlediği için, dinlerin ilerlemenin önünde bir engel teşkil ettiği düşüncesi kabul görmüştür. Diğer taraftan ise, insanlığa eşitlik ve mutluluk getireceği iddiâ edilen komünizm diye bir illet, Asya’nın batısını ve Avrupa’nın doğusunu istilâ ederek, dinsizlik esasına dayanan bir inkâr rejimi tesis etmeye başlamıştır. Komünizm, bütün dinleri bir afyon olarak kabul etmekte ve dinsizliği bir din olarak insanların kafasına yerleştirmeye çalışmaktadır. Bundan, Müslümanlar kadar Hristiyanlar da rahatsız olmaktadırlar ama, onların dinsizliğe karşı istimâl edecekleri bir reçeteleri yoktur. Çünkü zamanında kendi dinlerini de tahrif ederek akıl ve ilmin dışına itmişlerdir. Onların da ümidi, İslâmiyetin sarsılmaz iman esaslarıyla dinsizlik illetine çare olmasıdır.
İşte böyle bir ortamda ortaya çıkan Bediüzzaman, tek başına insanlığın başındaki dinsizlik belâsı ile baş etmiş, yazdığı eserlerle, yetiştirdiği talebelerle ve kurduğu sistemle, dinsizliğin temellerini yıkmıştır. Kalpleri kaplayan gaflet, inkâr ve isyan bulutlarını Kur’ân nuru ile dağıtmış, ruhları daralmadan, akılları boğulmadan kurtarmıştır. Bugün dünyanın her tarafında, kırk dile çevrilen Risâle-i Nur eserleri, insanların akıllarını ve kalplerini aydınlatmaya, imanlarını ilhad yangınlarından kurtarmaya devam etmektedir.
Bediüzzaman’ın bir ömür vererek başarıya ulaştırdığı iman davası ile, İslâm ve Kur’ân, Asr-ı Saadetteki sadeliğine kavuşturulmuş, kalplerdeki ve kafalardaki skolastik yapılar birer birer yıkılmıştır. Bilimi kendisine kalkan yaparak, iman esaslarına hücum eden, yaratılış kanunlarını inkâr ederek evrim kanunları gibi sapık fikirlerlerle kalpleri zehirleyen, servet, şehvet ve şöhret gibi müthiş silâhlarla iman esaslarına saldıran inkâr ve ilhad komitelerinin fikrî temelleri yerle bir edilmiştir. Komünizm yıkılmış, deccalizmin tâkati tükenmiş, dinsizlik dizginlenmiştir. Böylece insanlığa iki cihan saadetinin yolları açılmıştır. Zira bu yol, yüzyılların biriktirdiği cehalet ve istibdat molozları ile kapanmış, geçit vermez hâle gelmişti. İman esaslarının asrın anlayışına uygun olarak izah ve ispat edilmesi ile iman ve marifet yollarındaki atıklar temizlenmiş, akıllara ve kalplere saykal (cilâ) vurulmuştur. Böylece ehl-i ilhadın inadı kırılmış, ehl-i imanın imanı kurtarılmış, aydınlar münevver olmuştur.
Dinsizliğin ve deccalizmin temellerinin yıkılması, Bizansın temellerinin yıkılmasından daha önemlidir. Bu sayede Komünizm çökmüş, kapitalizm ağır yara almış, meydan hakiki adalet ve yüksek medeniyet menbağı olan İslâmiyete kalmıştır. İslâmiyete gebe olan Avrupa ve Amerika’da ise kutlu doğumun sancıları başlamıştır. Bu müjde tahakkuk ettiği zaman, tarihçiler Yakınçağ’ın sona erdiğini ve yeni bir çağın başladığını ilân edeceklerdir. Bu çağa da “Bediüzzaman Çağı” denilmesi hem münasip, hem de müstehaktır.
1969 yılı hayatımın dönüm noktası olmuştu. Endüstri meslek lisesinin son sınıfında okuyordum. Kdz. Ereğli ilçe kaymakamlığının eski lojmanı pansiyon yapılmış, diğer öğrencilerle birlikte orada kalıyordum.
Dedem oldukça bilgili bir hoca ve babam da hâfız ve mevlithan olduğu için dindar bir âileden geliyordum. Çocukluk yıllarımdan beri namaz kılsam da yeterli bir şuûra sahip değildim. Gerçi pansiyondaki arkadaşları yakınımızdaki camiye götürmeye çalışıyordum. Fakat, bir çok konularda kafam soru işâretleri ile doluydu. İşte, o senenin Mart ayı ortalarında, camiden tanıştığım Ertuğrul Arpat adındaki bir üniversite öğrencisi “Ben dînî bir sohbete katılıyorum, benimle gelmek ister misin?” diye teklifte bulundu. Kabul ettim ve birlikte gittik. Bir otelin en üst katında küçük bir yeri kiralamışlar. Yaklaşık on beş kadar nur simalı insanlar beni kucakladılar ve tanışarak hâl ve hatırımı sordular. Çok etkilenmiştim. Bir arkadaşımın daha önce verdiği ve kısa bir zamanda okuduğum Minyeli Abdullah romanındaki bir kısım olayların sanki bir bölümünü yaşıyordum. O akşamki yapılan dersi anlayamasam da, yaşadığım huzur ortamı beni iyice rahatlatmıştı.
Cemaatle tanışmamdan bir hafta sonra, Zübeyir Ağabey İstanbul’dan Nejat Usun adında bir vakıf arkadaş göndermişti. Onunla bir gece sabaha kadar özel sohbet ettik. Kafamdaki soruların hepsine cevap verdiğini gördüm. Böylece, Nur Risâlelerinin gücünü daha iyi anladım. Mezun olduktan sonra hemen Ereğli Demir ve Çelik Fabrikasına girdim. İzabe teknisyeni olarak zâten orası için yetiştirilmiştik. 434 kuruş saat ücretiyle çalışıyordum. Tutumluydum ve bir taraftan para biriktirmeye çalışıyordum. Risâleleri düzenli bir şekilde süratle okuyor, derslere katılıyor, haftalık İttihad gazetesini tâkip ediyor ve etrafımızdaki insanları bu hakikatlerden haberdar etmeye çalışıyorduk.
Cemaat olarak böyle hummalı bir çalışma içindeyken bir akşam İstanbul’dan Fırıncı, Birinci ve Kutlular ağabeyler Ereğli’ye geldiler. Günlük bir gazete çıkaracaklarını, bunun için cemaatın hibe veya borç şeklinde desteğini almaya geldiklerini söylediler. Oranın cömert insanları bütün imkânlarını seferber ettiler. O güne kadar biriktirdiğim beş bin liram vardı. Ben de hepsini onlara teslim ettim.
Nihayet, 21 Şubat 1970 tarihinde Yeni Asya adıyla günlük gazetemiz çıkmaya başladı. Cemaat olarak âdetâ bayram yapıyorduk. Şehrin en merkezî yerine altıgen şeklinde, dönebilen bir reklâm panosu yaptırdık. Her gün gazetenin sayfalarını ona yapıştırıp herkesin okumasını sağlamaya çalışıyorduk. Büyük bir hizmet şevki ve heyecanı vardı. Bir yıl sonra 12 Mart Muhtırası verildiğinde gazetemiz çok cesur manşetler atıyordu. Bu arada gazeteyi bir hafta kapattılar. Sonra yine açtılar.
Yeni Asya’nın mânevî mimarlarından ve Üstadın en has hizmetkârlarından Zübeyir Ağabey, o sene 2 Nisan’da vefat etti. Âdetâ, gelen bütün musibetleri bir paratoner gibi üstüne çekti ve gitti. 12 Eylül 1980 ihtilâline kadar çok mücadeleler oldu. Bir taraftan fikir bazında solcular ve diğer din düşmanlarıyla boğuşuyor, bir taraftan da dahilden gelen fitne hareketlerini etkisiz hâle getirmeye çalışıyorduk. Çok yorucu bir mücadeleydi. 1980 ihtilâli daha berbat bir baskı dönemiydi. Doğruları söyleyen en küçük bir muhalefete tahammül edemiyorlardı. Bu yüzden tam 470 gün Yeni Asya kapalı kaldı. Bu olay basın tarihinde bir rekor, fakat fikir hürriyeti noktasından bir yüz karasıydı. Yeni Asya yerine, Yeni Nesil adıyla çıkmış, o da kapatılınca Tasvir gazetesiyle yola devam etmiştik. İzin çıkınca tekrar Yeni Nesil gazetesini devreye sokmuş ve 1990 yılına kadar neşretmiştik. Bu arada dahilî bazı sıkıntıları aşmak için çaba göstermiştik. Her on senede ülkede yaşanan darbeli yılların dalgaları iç bünyeyi de çalkalıyordu. Çileli geçen yılların bir türlü arkası bitmiyordu. Derken, AK Partili iktidarlar geldi. Bu iktidar döneminde de sıkıntılar birbirini tâkip etti. Yanlış tevil ve yorumlar yüzünden iç bünyede yine dalgalanmalar meydana geldi. Çileler birbirini kovalıyordu. Bu imtihanlar ne zaman bitecekti? Ancak, yine biliyorduk ki, aslında bu imtihanlar hiç bitmeyecekti. Zira, burası imtihan dünyasıydı. Altınlarla bakırlar birbirinden bir şekilde ayrışacaktı. Resmî ideolojiyle bir türlü barıştırılamayan bu çizginin mensupları her zaman rahatsız edilecek ve güya canlarından bezdirilip yıldırılacaktı. Fakat, bunlar beyhude gayretlerdi. Çünkü, Yeni Asya hakkın ve hakikatin gür sesiydi ve inâyet altındaydı. Dahilden ve hariçten yapılan tahrip hareketlerine karşı o da dimdik ayaktaydı. Vefakâr ve cefakâr okuyucuları her zaman onun yanındaydı. Zira onlar, Yeni Asya’nın maddî ve manevi hakiki sahipleriydi. Bir zaman gelecek bu şerefli mücadele tez çalışmalarına konu olacaktı.
Pazar akşamı, 40. kuruluş kutlamasını yaptığımız ve Demokrat Misyon temsilcilerinin de katıldığı Yeni Asya etkinliklerini izlerken ben bunları düşünüyor ve çile ile geçen kırk yıl bir film gibi hayalimde canlanıyordu. Sana daha nice kırk yıllar Yeni Asya’m...
“Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var”1 denilir Lem’alar’da. Utandıracak bir günahı kimsenin görmediği yerde işleyen bir kimse meleklerin görmesinden utandığı için “Melek de yok” deyiverir de farkında olmadan küfre gider. Bazı günahlar da vardır ki insan haramlığını inkâr ederek onu işler, bu da ona küfre götürür. Meselâ içkinin, kumarın haram olduğunu bilerek işleyen kişi günahkâr olur. Ama içkinin, kumarın haramlığını kabul etmeyerek işleyen kişiyi daha büyük bir tehlike bekler; küfre gider. Sihir de büyük günahlardandır. Onu hafife alan ve haramlığını inkâr ederek yapan, yaptıran farkında olmadan küfre girer.
Sihrin küfre, şirke götürmesinin diğer bir sebebi ise, Allah yerine cinlerden, şeytanlardan, yıldızlardan yardım istemek, onlardan meded ummak, onları yüceltmek, onlardan beklemektir.
Sihirbazların gaybı bildiklerinden söz ederek gelecekle ilgili sözler söylemeye kalkmaları da tehlikelidir. Çünkü gaybı ancak Allah bilir. Âyette açıkça, “De ki: Göklerde ve yerde olanlar gaybı bilemez; onu ancak Allah bilir. Onlar ise ne zaman diriltileceklerinden bile habersizdirler”2 buyurulur. Gaybı ancak Allah bildirirse peygamberler bilir, evliyalar bilir. “Zinaya yaklaşmayın”3 yasağında olduğu gibi hangi duygularla içerisine girilirse girilsin, sonu olmayan bir bataklıktır sihir. Büyük bir günahtır. Değil mi ki sihirde ister iki kişiyi bağlama, ayırma olsun, maddeten ve mânen zarar verme söz konusudur. Ona girip de üzerine çamurun sıçramaması mümkün değildir.
Sihiri yapan da, yaptıran da, onu onaylayan da günahta sihirbaza ortaktır ve yerleri Cehennemdir. Selef imamlarından pekçoğu sihirbazların kâfir, sihrin ise küfür olduğu görüşünde birleşmişlerdir. İmam Malik, Ebu Hanife, Ahmed bin Hanbel bu görüştedirler. İmam-ı Şafiî de onu helâl sayarak yapanların küfrüne hükmetmiştir. Herşeyden önce sihirle uğraşan bir kişi dinî sınırları taşmış, dinle diyanetle ilgisi olmayan, âyetleri bile kötüye kullanabilen bir kişidir.
Şirkle, küfürle eş görülen sihri yapan kimseler ise, âyetleri kötüye ve çirkin bir şekilde kullanabilecek kadar insanlıktan çıkmış kimselerdir.
Sihirbaz veya büyücü olabilmek için habis bir ruha sahip olmak, daha açıkçası şeytanlaşmak, şeytanla işbirliği yapmak gerekir. Çünkü yapılanlar, dince kesinlikle yasaklanan şeytanî işlerdir. Sihirbaz bunları yapabilmek için şeytandan veya şeytanlaşmış kötü cinlerden yardım görür de öyle yapar.
Hz. Süleyman (as) bir peygamber olarak şeytanları ve şerli cinleri bukağılara ve zincirlere bağlayarak zorla kendine itaat ettirmişti. Böyle şerli yaratıkların sıradan insanlara gönüllü olarak itaat etmeleri hiç mümkün mü? Şeytanları ve kötü cinleri kullandıklarını söyleyen büyücüler şeytan ve kötü ruhlar tarafından kullanılır, onların maşası olurlar da farkına varmazlar. İsterseniz bir sonraki makalemizde şeytanın büyücüleri nasıl kandırdığı üzerinde duralım.
Türkiye, 1950'deki genel seçimlere "nisbî çoğunluk sistemi" ile girdi. Bu sisteme göre, bir seçim çevresinde en çok oy alan bir parti, milletvekilliklerin tamamını kazanmış oluyordu.
Seçim sisteminin böyle olmasını isteyenlerin başında iktidardaki CHP'nin Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü gelir.
İsmet Paşa, bir önceki seçimlerin sonucuna bakarak, yine kendi partisinin en yüksek oy oranına sahip olacağını, dolayısıyla birkaç istisna dışında vilâyetlerin çoğunda CHP'nin rakipleri olan Demokrat Parti ile Millet Partisini geride bırakacağını düşünüyordu. Bu düşünceden yola çıkarak, aslında rakipleri için bir bakıma seçim tuzağı kurmuştu.
Ne var ki, kendi elleriyle hazırlamış oldukları bu tuzağa kendileri düştü. Üstelik, bir daha da buradan çıkamadılar. Tâ ki, imdatlarına 27 Mayıs (1960) darbesi yetişene kadar...
Ortaya çıkan dehşet tablosu
Nisbî sistemin ne tür sonuçlar doğurduğunu birkaç örnekleme ile netleştirmeye çalışalım.
1) Trabzon'da Demokrat Partinin oyu 60.871 iken, CHP'nin aldığı oy ise 63.684. Aradaki fark, üç bini dahi bulmuyor. Bu arada, bağımsız adaya giden oy miktarı da 6.839.
Bugünkü sisteme göre milletvekillikleri iki parti arasında bölüşülmesi gerekiyor iken, o tarihte geçerli olan nisbî sistem icabı, milletvekillerinin tamamını CHP almış oldu.
2) Pekçok ilde olduğu gibi İstanbul'da da durum tam tersine oldu.
İstanbul'da oyların partilere dağılımı şu şekilde oldu: DP 238.763; CHP 110.299; MP 72.737.
Bu tabloya göre, DP İstanbul'daki milletvekilliklerin tamamını almış oldu.
3) Ülke genelindeki tabloya bakacak olursak, genel durumun şu şekilde neticelendiğini görürüz:
Bu tarihte geçerli olan "Her elli bin seçmene bir milletvekili düşer" hesabına göre, Türkiye genelinde seçilen milletvekili sayısı 487 oldu.
Oyların yüzde 52.68'ini alan Demokrat Parti, Meclis'te 408 üye ile temsil edildi.
İkinci sıradaki CHP, oyların yüzde 39.45'ini almasına rağmen, Meclis'e ancak 69 vekil sokabildi.
Üçüncü parti konumundaki MP ise, oyların yüzde 3.11'ni alarak sadece Kırşehir'de birinci parti oldu ve Meclis'te de bir tek sandalye ile temsil olundu.
Ortaya çıkan nihaî tablo, İsmet Paşa ve partidaşlarını dehşete düşürdü. Zira, seçim kànunu hazırlanırken, böylesi bir neticenin ortaya çıkacağına hiç mi, hiç ihtimal vermiyorlardı.
Hatta, seçimlere iki–üç ay kalıncaya kadar da, durum farklı görünüyordu. İsmet Paşa, Nisan ayı başlarına kadar da bir derece ümitliydi. Zira, MP'nin fahrî başkanı olan Fevzi Paşa henüz hayattaydı.
İsmet Paşanın seçim denklemine göre, kendisine muhalif olan cephedeki oyların DP'nin başkanı Bayar ile MP'nin fahrî başkanı Fevzi Paşa arasında esaslı bir şekilde bölünecekti. Böylelikle, kendisi de aradan sıyrılarak partisini yine birincilik konumunda tutabilecekti.
İsmet Paşa, CHP'nin her halükârda yüzde 35–40 civarında oy alacağını hesaplıyordu. (Ki, bu hesap esasen yanlış da değildi.) Paşa, geriye kalan yüzde 60–65'lik oranın ise, rakipleri olan DP ve MP arasında üstelik eşite yakın bir seviyede bölüneceğine inanıyordu.
Seçime dair bütün planlar bu denkleme göre yapılmış, stratejiler de ona göre belirlenmişti.
Ne var ki, DP'nin oyları bölmede en kuvvetli faktör olarak görülen Fevzi Paşanın seçimlere bir buçuk ay kala hastalanması ve 10 Nisan günü ölmesi, İsmet Paşanın bütün hesaplarını altüst etti. Ölüm hadisesi sonrasında, MP'ye meyyal olan seçmen kitlesi de büyük oranda Demokratlara yöneldi ve bilindiği gibi nihaî tablo 408–69 şeklinde tecelli etti.
İsmet Paşa, rakipleri için kurmuş olduğu seçim tuzağına kendi ayaklarıyla düştüğünü, ancak 14 Mayıs (1950) seçimlerinden sonra anlayabildi.
VATAN gazetesinin seçimlerden bir ay evvel (14 Nisan 1950) yayınladığı ankete göre, seçmenlerin yüzde 28'si Bayar'ı, yüzde 27'si İnönü'yü, yüzde 17'si ise Rauf Orbay'ı Cumhurbaşkanlığı makamında görmek istiyor.
Köşk için en şanslı kişi Bayar göründüğüne göre, Demokrat Partinin başına da Adnan Menderes'in geçeceğine dair bir umumî kanaat uyanmış demektir. Bu zaviyeden bakıldığında ise, vatandaşların partilere olan teveccühlerinde son derece çarpıcı bir tablonun ortaya çıktığı görülüyor. İşte, bu çarpıcı anketin sonuçları: Seçmenlerin yüzde 56.44'ü DP'nin, yüzde 11.24'ü CHP'nin, yüzde 3.91'i ise MP'nin iktidara gelmesini istiyor.
(Not: Bir süredir hasta olan MP'nin fahri başkanı Fevzi Paşa 10 Nisan'da öldüğü için, cumhurbaşkanı adayları arasında ismi geçmiyor. Paşanın bu tarihî seçim arifesinde ölmesi, hem İsmet Paşanın "Karşımdaki oylar bölünür; dolayısıyla, az bir farkla da olsa ben yine öne geçerim" şeklindeki hesabı bozuldu, hem de DP ve MP arasında tereddüt geçirenlerin bu tereddütleri izale olmuş oldu.)
Ahirete iman, sosyal hayatın emniyet ve huzur içinde geçmesini de sağlar. Cemiyet hayatını meydana getiren çocukların, gençlerin, ihtiyarların, fakir ve zayıfların, musibetzedelerin, hastaların o imanla yüzleri güler.
Çocukların nazik ve nazenin kalpleri, etraflarındaki ölümlerden devamlı müteessir olur. Cennete iman, onların o üzüntülerini hafifletir, ruhlarını “cennette buluşma” ümidiyle sükûnete kavuşturur.
Avrupa’da ölümün dehşetini çocuklara anlatmak için yapılan araştırmalar sonucunda bazı metotlar benimsenmiş. Fakat bunlar çocukların hayatını olumsuz yönde etkilemiş. Şöyle ki:
“Ölen, uzun bir yolculuğa çıkmış… Bir daha geriye gelmeyecek…” Çocuk geziye çıkmak istemiyor, yakınlarını da göndermiyor…
Bir başka çocuğa: “Ölen, derin bir uykuya dalmış, bir daha uyanmayacak!” Çocuğun uykusu kaçmış. Anne babasını da uyutmuyormuş. “Ya, ben de, anne babam da uyur da uyanamazsak…” düşüncesi, hayatını zehire çevirmiş.
Oysa ahirete iman, çocuklara şu telkini verir:
“Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Ve validem öldü, fakat rahmet-i İlâhiyeye gitti, yine beni cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.
Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’ân dersiyle temkin verir.
Diğer taraftan ahirete iman, yalnız çocuklara değil, toplumun bütün katmanlarına teselli verir:
Deli dolu, heyecanlı, güçlü kuvvetli gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Aklını başlarına getirir.
Zalime der: “Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir.
İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, baki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış.” Ağlamasını gülmeye çevirir.
Ahirete iman, gençlerin taşkınlık ve galeyanda olan duygularını ancak cehennem korkusu ve hesap verme inancıyla sükûnete kavuşturur. Böylece gençler zulmetmekten çekinirler: “Zalimlerin hakkı şüphesiz ki pek acı bir azaptır...” “Oraya atıldıklarında Cehennemin gürleyişini işitirler ki, kaynayıp duruyor... Neredeyse öfkeden parçalanacak!”
İhtiyarlar en çok sevdikleri gençliğin yok olması karşısında acı çekip dururlarken, ahirete iman gelir onları yatıştırır, ebedî bir gençliğin kendilerini beklemekte olduğunu müjdeler ve hassaslaşmış ruhlarını sükûnete kavuşturur, taşkınlık ve hırçınlıklarını önler.
Hastalar, hele hele bıktırıcı derecedeki hastalıklara yakalanmış olanlar, ebedî âlemde kavuşacakları sonsuz sıhhati düşünüp öyle teselli bulur, sabrederler.
Zayıflara, haksızlığa ve zulme uğrayanlara, bir gün haklarını alacaklarını hatırlatan “Kim zerre kadar kötülük yaparsa, onun cezasını görür” hakikati gönüllerine su serper.
Zenginler, kuvvetli olanlar da ahirete imandan paylarına düşenleri alırlar; zenginlik, güç ve kuvvetleriyle gururlanıp insanlara tepeden bakmaya, fakirleri sömürmeye, zayıfları ezmeye kalkmaz, hak ve adalet ölçüleriyle hareket eder, iyi ve güzel ne ise onu yapmaya çalışırlar.
Anayasadan aldığı ‘yetki’yle halkın din konusundaki ihtiyacını karşılama yönünde çalışmalar yapan ya da yapması gereken Diyanet İşleri Başkanlığı, camilerde okuttuğu hutbelerle bunu gerçekleştirmeye çalışıyor. Ancak, hutbe için seçilen bazı konular bazen yeni tartışmaları beraberinde getiriyor.
Bilhassa ‘ara dönem’lerde, milletin ihtiyacından ziyade ‘başkaları’nın ihtiyacına göre hutbe konusu seçilmektedir. Bunun en bariz örneği, 12 Eylül 1980 sonrası okutulan bazı hutbelerdir. Mutlaka daha eski tarihlerde de bunlar yapılmıştır, ama biz 12 Eylül sonrası hutbelere şahit olduğumuz için onları hatırlatmak istedik.
Geçen gün ‘ajans’lardan gelen ‘müjde’li bir habere göre önümüzdeki ayın sonlarına doğru camilerde “Vergi kutsaldır” başlıklı hutbe okutulacakmış. Sözkonusu hutbede vergilerin zamanında ve eksiksiz ödenmesinin dinî ve millî bir görev kabul edilmesi gerektiği vurgulanıyormuş. (AA, 23 Şubat 2009)
Tabiî ki cami cemaatinin her konuda bilgilendirilmesi, aydınlatılması bir ihtiyaçtır. Ancak bunu yaparken ‘keser’ gibi sadece bir yöne yontmak fayda verir mi? Cemaate ‘vergi vermenin kutsal olduğunu’ anlatanlar, çok daha önemli konularda niçin vaaz vermezler?
‘Cemaat’in daha öncelikli irşad edilmesi gereken konuları vardır. Haftada bir camiye gidenleri de düşününce, o mekânlarda çok daha önemli ve öncelikli konuları anlatmak gerektiği aşikârdır. Yeri geldiğinde ‘cemaat’in din konusunda bilgisiz olduğundan şikâyet edenler, hutbe ya da vaazlarda öncelikli olarak bu konulardan bahsetseler daha faydalı olmaz mı?
“Vergi kutsaldır” hutbesini hazırlayan ya da hazırlatanlara şunu sormak isteriz: Bu hutbeler ilk defa okutulmadığına göre, cemaatin bu ve benzeri hutbeleri nasıl karşıladığını hiç araştırdınız mı? Bu güne kadar böyle bir araştırma yapılmadıysa, bu defa yapılmasını teklif ediyoruz. Eminiz ki büyük bir çoğunluk, bu ve benzeri konuların ‘hutbe’ olarak okutulmasına razı değildir.
Razı değildir, çünkü çok daha önemli konular vardır ve insanlar bu konularda aydınlatılmaya muhtaçtır. Düşünün, cemiyet öyle tehlikelerle karşı karşıyadır ki bu ‘tehlike’leri burada sıralamaya bile imkânımız yok. Hemen her gün bütün bir milleti şok eden cinayetler, akla ve hayale gelmedik ‘hata’lar işleniyor. Bu aşırılıkların temelinde, insanların yeteri kadar irşad edilmemesi vardır. Belki ‘vergi hutbesi’ de okunabilir, ama acaba böyle bir hutbe kaçıncı sırada yer alabilir?
Geçmiş dönemlerde de şahit olunduğu üzere, böyle hutbeler müsbet değil, çoğu zaman menfi tesir icra ediyor. Camiye gelen ve hutbelerden istifade etmek isteyenleri kızdırmaya ya da küstürmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.
Önceliğin, İslâm dininin güzellikleri ve hayatı kucaklayıcı prensiplerine verilse yeridir...
Türkiye Hollanda’da düşen uçak kazasıyla siyasî gerilime mola verdi. Ne var ki mahallî seçimlere bir ay kala siyaseti şirâzesinden çıkaran polemik politikalarla, Türkiye’nin iç ve dış en önemli gündeminin güme gitmesinin önü alınamıyor.
Bir siyasî sarhoşluk var. Bu durum ekonomik krizin yanısıra en çok kendini demokratikleşme ve dış politikada hissettiriyor.
Bu süreçte mahallî seçimlerden sonra “yeni anayasa” tartışmasını gündeme getireceklerini söyleyen Başbakan’ın meseleyi yine “CHP’nin mutâbakatı”na havale edip bu konuya bir tek kelime etmeyip susmasıyla bariz bir biçimde gözükmekte.
Ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in peşinden gelen açıklamaları, hükümetin bu konudaki gevşekliğinin, çelişkili kırılganlığın boyutunu su yüzüne çıkarmakta.
1982 Anayasasının “güvenlik öncelikli” olduğu için hak ve özgürlükleri ikinci plâna ittiğini belirten Çiçek, bir yandan “bu anayasanın değişmesi gerektiğini” belirtiyor; diğer yandan başörtüsüne kilitlenen tartışmalar üzerine iktidar partisinin akademisyenlere hazırlattığı taslağı 184 imzayla Meclis’e veremediklerini anlatıyor. Peşinden de “Anayasa’yı değiştirecek olan TBMM’dir, hükümet işi değildir” deyip hükümet olarak işin içinden sıyrılmaya çalışma manevrasını yapıyor…
“Anayasa değişikliğini Türkiye’nin parlamentosunun dışında yapacak güç yoktur” diyen Çiçek, hükümetin ve iktidar partisinin bu meselede kamuoyunun önüne bir hazırlık ve irade koyması gerektiği hususunu “teğet” geçiyor.
Aslında, hükümet sözcüsünün sözkonusu açıklamasında “Görünen o ki böyle bir değişikliği yapma imkânı yani yeni bir anayasa yapma imkânı gözükmüyor” cümlesi, her şeyi ortaya koyuyor. (Akşam, 23.9.2009)
“YENİ ANASAYA” İMKÂNSIZMIŞ…
Bu arada daha “yeni anayasa” iradesini ortaya koymadan “rejim kavgası çıkmasın” diye ilk dört maddeye ilâveten 12 Eylül İhtilâli Konseyinin anayasanın koruması ve kollaması altına soktuğu kadük “devrim kanunları”na dair 174. maddenin bir kelimesine, “Türkçesine” bile dokunmayacaklarını açık açık deklâre eden Çiçek’in bu konuda “sorumluluk CHP’nindir” demesi çarpıcı.
Belli ki AKP siyasî iktidarı daha işin başında “yeni anayasa olmayacağı” zâfiyetini kamufle cümlelerle bir nevi alıştıra alıştıra kamuoyuna kabul ettirme peşinde.
Ancak Çiçek’in “bu şartlarda yeni anayasa imkânının görünmediğini” ilân etmesinin ardından “Bir kısım konular var ki artık yeni anayasa yapılamayacaksa bile muhakkak surette küçük paketlerle değişikliklerin yapılması Türkiye’yi rahatlatacaktır, parti olarak buna hazırız” sözü, hükümetin “yeni anayasa”da yeniden yan çizme taktiğinin açık sinyalleri oluyor.
Siyasî polemikler ortasında âdeta üstü örtülen ve gözardı edilen bir diğer önemli konu da Türkiye’nin dış politikasındaki tıkanma. Başbakan’ın “Davos çıkışı” unutuldu; ne iktidar ne de muhalefet Davos’un akıbetini sormuyor.
İsrail Kara Kuvvetleri Komutanının Türkiye’yi soykırım yapmakla suçlayan hakaretine karşı Ankara’nın istediği ve Dışişleri Bakanı Babacan’ın “gelirse iyi olur” diye temennisini dile getirdiği Ankara’nın Telaviv’den istediği “izâhât” şimdiye kadar gelmiş değil.
Şu işe bakın; Hollanda’da İsrail ordusu sözcüsüne ayakkabı fırlatılıyor. Kanada’da İsrail üniversitelerinin boykotu tartışılıyor; üniversitelerin İsrail ordusuna yarayacak herhangi bir araştırma ya da yatırımı sonra erdirme çağrısında bulunuluyor. Uluslararası Af Örgütü, Birleşmiş Milletler’e, İsrail’in savaş suçu işlediğini Güvenlik Konseyi’nin Hamas’la birlikte İsrail’e insan haklarını ihlâlde kullanılan silahlara âcilen ambargo uygulanmasının gerektiğini bildiriyor. Fakat Türkiye’den Davos’taki “çıkış”ın altını dolduracak en ufak bir diplomatik tepki ya da yaptırım yok…
İSRAİL’LE İLİŞKİLERE DOLU DİZGİN DEVAM
Görünen o ki Türkiye başta silâh alımı ihâleleri, askerî ve savunma işbirliği anlaşmaları olmak üzere İsrail’le bütün ekonomik ve stratejik ilişkiler dolu dizgin devam ediyor. Dahası, bu ihâle ve ilişkileri gözden geçirme irâdesini bile gösteremiyor. Savunma Sanayii Müsteşarı Murad Baydar’ın, “İsrail’le yürüyen projelerde bir problem yok, hiç bir değişiklik yok. Bunlar uzun vadeli projeler ve bu projelerde son halinde bir değişiklik yapamayız” ifâdesi, bunun açık bir teyidi…
Diğer taraftan yeni Amerikan Başkanı Obama’nın söz verdiği plânla işgalci Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilip Kuzey Irak’ta konuşlanmasıyla Irak’ın bölünmesi ve kuzeyde kukla devletin resmen ilânı eş zamanlı yürütülmekte.
Kış aylarında terör eylemlerine taktik gereği “mola” verildiği, Türkiye’ye karşı şantaj olarak her an terör olaylarının yeniden başlatılabileceği belirtiliyor. Bu maksatla “stratejik müttefik” ABD’nin kontrolündeki Irak’ta elebaşlarını teslim etmediği ve bir türlü tasfiye etmeye yanaşmadığı PKK terör örgütünün bölgedeki terörist kampları Türkiye’ye karşı yönelik eylemler için gerektiğinde kullanılacak bir koz, tehdit ve şantaj aracı olarak hazır tutuluyor. En vahimi de başta Musul ve Kerkük’ün peşmergelere teslimi olmak üzere Türkiye’nin “kırmızı çizgileri”nin bir bir çiğnenmesinin ardından Kuzey Irak’ta kurulacak kukla devletle birlikte Güneydoğu Anadolu’nun Barzani üzerinden “federasyon” tartışmasının içine itilmesi plânı. Ankara, tamamen fitne ve tefrikayı hedefleyen bu “ecnebî politikası”na karşı eli kolu bağlı bekilyor.
İktidarıyla, Meclis’teki muhalefetiyle, bu emr-i vakilerin hiçbiri siyasetin gündeminde yok. Bir tek akıbetsiz “dosya savaşları” ve millete karşı karşılıklı siyasî gerilimi tırmandıran ve seçmeni ayrıştırarak kutuplaştırıp paylaştıran siyasî salvolarla, millete faydası olmayan “siyasî düello” ve meydan okumalar var.
Türkiye siyasetinin Türkiye’nin gerçek gündeminin dışında dolanması, kaybettiriyor…
Amerika’daki neo-konservatifler bugünlerde kırmızı kart görmüş gibiler... Bunlardan eski Cumhuriyetçi başkan adayı Alan Keys gibiler ise çizmeyi oldukça aşarak Başkan Barack Obama’nın bir komünist olduğunu iddia ediyor. Keys’e göre Obama’nın icraatları Birleşik Devletleri bir sosyalist-komünist topluluğa dönüştürecek.
Bu türden konuşmalar Başkan Obama’nın seçimleri kazanmasından sonra dozunu arttırdı. Beyaz Hristiyan topluluğun çoğunluğu halen Obama’nın başkanlığı kazandığı gerçeğiyle yüzleşemedi ve bu sebeple de sinirli. Şimdi ise tarihî gerçekleri çarpıtırcasına sanki ekonomik problemler Barack Obama’nın seçilmesiyle birlikte başlamış gibi Obama’yı karalamaya kalkıyorlar.
Bankaları kurtarma planına karşı olağanüstü bir tepki sözkonusu ve Amerikalıların hepsinin, ABD’yi 2 trilyon dolarlık bütçe batağına sokan kişinin eski Başkan George W. Bush olduğunu bilmesine rağmen, Obama’yı eleştiren ve kınayanlar da çoğunlukta.
Bush iktidarda iken onun kapitalist destekçileri hükümetin kurtarma planlarına asla karşı çıkmıyordu. Hatta, şimdi ortalığı ayağa kaldıran konservatif medya o dönemde kurtarma paketlerinden gelen paraya el uzatanların başında geliyordu.
Şimdi ise başkan Obama ve bu Hristiyan pro-kapitalist yandaşlarının çoğu, güçsüz Amerikan ekonomisi yüzünden Obama’yı suçluyor hem de bunu yaparken hükümetin kurtarma paketlerinde dağıttığı paralarla elde ettikleri ve ağızlarının kenarına bulaşan krema ve çikolata artıklarını unutuyorlar.
Bu bankalar vergi mükelleflerinin paralarıyla beslendiler, gerçekten trajikomik, zira kendimi hiç bir bankanın sahibi gibi hissetmiyorum. İşte sosyalizm bu olmalı, değil mi? Kâr üreten kaynaklar halkın eline geçmiş olacak. Ve bu sebeple de bankacıların aldıkları kararlar genelde herkesin hayrına olacak.
Neo-conlara göre ise bu mümkün değil. Çünkü onlara göre Amerika böyle olamaz. Amerika’da olması gereken vahşi kapitalizmdir ki büyük burunlu yöneticiler büyük kârlar elde etmeye yönelik analizlere göre kararlar alsın ve sihirli bir şekilde paradan para üretmeye devam etsinler. İşte tam bu sebeple, biz Amerika’da hep benzin canavarı, sportif arabalar üreten araba firmalarına, hep oteller ve gazino-kumarhanelerle dolu şehirlere, dört aileye yetecek büyüklükte devâsâ evlere, çöküşün eşiğinde bir ulaşım sistemine, bataktaki okullara ve dünyanın geri kalanının satın almak isteyeceği herhangi bir şey üretemeyen felaket bir ekonomiye sahibiz.
Hepimiz biliyoruz ki son olarak planlanan nakit paketi Amerika’daki finansal sistemin tıkanıklığını gidermek için kullanılacak ancak bu ne yazık ki çeyrek trilyon dolar tutarında, hiçbir bankanın elde edemeyeceği bir kaynağı çarçur etmekten öte birşey değil...
Belki de bankalar kendilerini batmaya sürükleyen para çarçurunu yapmadan önce, Amerikalılar Kongre’nin bu harcamaların önüne geçmesi konusunda ısrarcı olmasını sağlayabilir, böylece bankalar üst düzey yöneticilerine yüksek maaş artışları ve özel emekli ikramiyeleri vermemeyi öğrenebilir.
Bu şekilde bir kamulaştırma yahut özelleştirmenin sağlayacağı tek şey vergi mükelleflerinin paralarının boşu boşuna harcanması ve Amerika’yı bu felakete sürükleyen insanların zenginliklerine zenginlik katılmasından başka birşey değildir.
Eğer bu bankaların sosyal sahipleri biz olacaksak, o zaman bıraksınlar da onların kontrolünü de biz yapalım!
Yeni nesil ve bu gazetenin yeni okuyucuları bilmelidir ki, kırk yıllık okuyucuların anlattıkları, sadece dillendirilmesinde sakınca görülmeyenlerdir. Yoksa anlatılacak o kadar çok şey var ki, değil bir makaleye, bir kitaba bile sığmaz. Onun başına gelen herşeyi dile getirmeye dilimiz varmıyor, gönlümüz razı olmuyor. Aslında Yeni Asya’nın doğuşundan bugüne kadar, ömrünün her karesi kutlanmaya, tebrike değer. Mânâ ve muhteva olarak onun birinci yılıyla kırkıncı yılı arasında bir fark yoktur. Hatta onun doğuşu ve birinci yılı, çocukluk ruhumuzla buluşan bir safiyetle, daha bir heyecan verici, daha bir sıcak. Bir ortaokul öğrencisi olarak, dâva nedir, risale nedir, Bediüzzaman kimdir, bilmeden, tanımadan; satır satır, çizgi çizgi, renk renk okuduğum haftalık İttihad’ı hâlâ ne kadar özlediğimi tahmin edemezsiniz. Yeni Asya’nın ilk sayısını bize ulaştıran gazetemiz, ümit ederiz ki İttihad’ın da ilk sayısını bir gün bize ulaştırır. “Bâb-ı Âlide sabah oldu, şimdi gündüzdür/ İttihad âleme nur saçan aydın yüzdür.”
Muhterem Ali Oktay kardeşimizin, “Aşk mıdır ki?” albümünde üçüncü sırada yer alan “Allah’a yönel” adlı şiirimiz, İttihad’ ın birinci sayfasında, sarı renkli bir çerçeve içinde haftanın şiiri olarak çıkmıştı. Van’da bir hizmet gezisinde Bekir Berk ağabey, o şiiri hizmet kafilesine marş olarak söyletmişti. Ah o günler ah... Hatırladıkça, Cennetten esintiler estiriyor.
Zübeyir Ağabeyin, “Lahana yaprağı kadar da olsa” diyerek, günlük bir gazeteye olan ihtiyacı dile getirdiğini, bütün cemaatin ve Üstadın fiilî hizmetkârlarının bu ihtiyaç meselesinde ittifak ettiklerini ve daha birçok meseleyi, ben gazetenin çıkışından birkaç yıl sonra duyanlardanım. 21 Şubat 1970’te günlük Yeni Asya’yı alıp okuduğum zaman bile, onun hasretle beklenen bir gazete olduğunu bilmiyordum. Bugün Yeni Asya’yı, hep o yıllardaki aynı duygu, aynı safiyet, aynı sevinç, aynı heyecan ile karşılamayı, doğrusu, çok isterim.
***
Aslında kırk yıl aynı gazeteyi elden bırakmamak, ona gönül vermek, ona koşmak yahut her gün onun yolunu gözlemek, başlı başına dikkate değer bir husustur. Sosyologların, araştırmacıların kafa yormasına değer bir hâdisedir. Her sene, her ay, hatta her gün gazetesini değiştirenlere çokça şahit olursunuz. Tuttuğunu bırakmanın, vazgeçmenin bir marifeti, bir değeri yoktur. Hatta değersiz bir alan haline gelen günümüz siyasetinde bile, elbise değiştirir gibi parti değiştirenlere değer verilmez. San’atta, müzikte ve sporda bile kendi tarzında, üslûbunda ve tuttuğunda sebat edenler makbuldür. Yenilemek ve yenilenmek adına nice değerlerimizin kaybolup gittiği, kimlik bunalımının yaşandığı bir devirdeyiz. Şöhret budalası olup kanaldan kanala atlayanlar, zaten bahsimizden hariçtir.
Günübirlik siyasetlerin, sun’î gelişmelerin, gizli tezgâhların bombardımanında, iman ve Kur’ân dâvasının safvetini, Bediüzzaman’ın fikirlerini bütün berraklığıyla ortaya koymanın zorluğunu ve mes’uliyetini Yeni Asya kadar omuzlarında taşıyan bir başka gazete gösterilebilir mi?
Yeni Asya da eğer bugünün Cumhuriyet Türkiye’sinde, her gün milliyet diye diye, nelere tercüman olduğunu bile bilmeyerek, nefis ve siyaset hürriyetiyle, zamana uyarak vakitsiz bir ötüşle yoluna devam etseydi; maazallah yeni bir şafağa veya başka bir sabaha kalmadan millî bir merasimle manevî ve fikrî istikamete veda etmişti..
***
Bilmem, dilimin varmadığı bir hakikate hafiften bir değinsem mi? Diyorum ki, bu gazete, ülkenin ve milletin muhtaç olduğu değerleri savuna savuna, mukaddes dâvânın tercümanına tercüman ola ola yol alırken, kırk yılın her birisinde, bilhassa her on yılda bir yediği darbeler esnasında gazetenin gür sesine, cesaretine ve doğruda sebatına tahammül edemeyen, duruşuna eyvallah diyemeyen, yarıştan çekilen ya da başka dolmuşlara binmeyi tercih eden....
Her neyse, cümlemi tamamlamaya dilim varmıyor. Ama siz pekâlâ anladınız ki, “Şimdi gazetenin tirajı bir milyondan fazla olurdu” dediğinizi duyar gibi oldum. Yok yok, o kadar da fazla olmasın. Çünkü o kadar fazla tirajın, virajı da fazla olur. İstikameti muhafaza edelim de... Ve unutmayalım ki, aynı istikamette yol alabilecek o kadar çok insan var. Ama hâlâ habersizdirler. Onları bulalım, onlara ulaşalım. Gayret bizden, tevfik Allah’ tan.. Gazetenin mazisine ve mücadelesine bakıldığında, bilhassa şu soru, herkesin kafasında şimşek gibi çakıyor:
-Bütün bu yaşananlara rağmen, nasıl oluyor da, hâlâ ayakta kalabiliyor, hâlâ adından söz ettirebiliyor ve en önemlisi de, hâlâ istikametini muhafazada bir numara olabiliyor? İşte cevabı:
-Çünkü bu gazete; İslâmiyet ve insaniyet adına, dünya ve ahiret adına; insan hakları, adalet, meşveret, hürriyet ve demokratlık adına savunduklarını, şaşmaz bir hakikate, mukaddes bir kaynağa dayandırıyor. Çünkü onun fikir Üstadı tam yüz sene önce şöyle demişti:
“Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mâzi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i Şeriatla dâvet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim.”(Divân-ı Harb-i Örfî, s. 50-53)
Ve hâlâ bu gazetede bir köşe yazarı gibi, mübarek simasını ve bakışlarını resmiyle de olsa bizden esirgemeyen ve hakikaten de esirgemediğine ve bizi bırakmadığına inandığımız o büyük Üstâdın hayat hikâyesi ve muazzam eserleri meydandadır. Öyle bir hayat ki, filminden bile âciz kalınıyor. Onun filmini yapmak, en usta rejisörlerin en büyük hayalidir.
Son olarak birşey söylemek istiyorum:
Yeni Asya’yı yolundan ve istikametinden caydırmak emelinde ve arzusunda olanlar, hele hele bundan sonra hiç heveslenmesinler, boşuna uğraşmasınlar.
Çünkü o artık kırk yaşında!
“..Ve keza yaş kırka baliğ olduğunda iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz.”
Hafta başında Yeni Asya’nın “Kim bu MGK yetkilisi?” başlığıyla yayınladığı haberde, MGK’dan bir yetkilinin İsrail gazetesi Haaretz’e yaptığı açıklamalar vardı.
Buna göre, söz konusu yetkili, Başbakanın Davos çıkışını takip eden süreçte, İsrail Kara Kuvvetleri Komutanının provokatif sözleriyle tırmanan kriz bağlamında kendisinin İsrail’e yaklaşımını anlatırken ilginç şeyler söylemiş.
Söz gelişi, “Biz Türklerin bölgeye karşı hâlâ Osmanlıcı bir bakışımız var” demiş ve İsrail’e yakın duruşlarının gerekçesini buna bağlamış.
Sözlerinin devamında, “Arapların Osmanlıya ihaneti hâlâ bilinçaltımızda yatıyor” diye ekleyip, “Bu yüzden Araplarla değil de İsrail’le bağlarımız olması çok doğal. İsrail ve Yahudiler bizim gerçek müttefikimiz” ifadelerini kullanmış.
İsrail muhabbetini Osmanlıcı bakışla gerekçelendirmek, birkaç noktadan son derece tuhaf.
Bir defa, Osmanlıyı çöküşe götüren en önemli sebeplerden biri, Filistin’de bir Yahudi devleti kurma yolundaki ilk teşebbüsün Sultan İkinci Abdülhamid tarafından reddedilmesi değil mi?
Yine Osmanlının çöküş sürecinde, hem Balkanlar’daki ihtilâlci komiteleri tahrik edip yönlendiren, hem de İttihadçılara nüfuz edip onları saptıran mason localarının rolü olmamış mıydı?
Bu tarihî gerçekler ortadayken, “Osmanlıcı bakışa sahip olduğumuz için İsrail’e yakın duruyoruz” demenin nasıl bir mantıkî izahı olabilir?
MGK yetkilisinin sözlerindeki bir başka garabet, İsrail sevgisini izhar ederken, iliklerine işlemiş “Arap nefreti”ni açığa vurması ve bunu, klasik tekerleme olarak hep tekrarlanagelen “Osmanlıya Arap ihaneti” nakaratıyla dile getirmesi.
İngiliz casus Lawrence’in başını çektiği dessas iğvalara kapılarak isyan eden küçük grupların yanlışını bütün Arap âlemine teşmil ederek ve Türk ırkçılığı namına Arapları karalayarak bugünlere gelen bu söylemin, derin bürokrasi cenahında hâlâ seslendirilmesi ne anlama geliyor?
Hele Türkiye’nin Arap ülkeleriyle de ilişkilerini geliştirmeye çalıştığı, hattâ küresel krizin olumsuz etkilerini hafifletmek için Arap sermayesinden medet umduğu bir dönemde Ankara bürokratı nasıl oluyor da böyle konuşabiliyor?
Ve bu çeşit durumlarda hep yapılagelen, kimliğini gizleyerek korsan mesajlar verme densizliğinin bir kez daha tekrarlanması karşısında, hükümetin yapması gereken birşeyler yok mu?
Bu MGK bürokratının sözleri, Türkiye’nin bölgeye ağırlığını koyan bir “yumuşak güç” haline gelme ve bunu her ülkeyle iyi ilişkiler tesis ederek başarma politikalarına indirilmiş bir iç darbe ve kasıtlı bir suikast değilse ne olabilir?
“Araplarla düşman olmadan İsrail’le dost olunamaz” deniliyorsa o başka. Ama bu düşünce Türkiye’nin resmî politikasını yansıtıyor olamaz. O zaman da, bir MGK bürokratı, etik dışı bir yöntemle, kimliğini saklayarak, devletin politikasıyla çelişen çarpık görüşlerini seslendiremez.
Bir diğer nokta; İsrail’e yakınlığını Osmanlı vizyonuna dayandıran kafanın, gerçekte cumhuriyetten beri reddedip yerden yere vurduğu Osmanlıya karşı derin bir nefret besliyor olması.
Bilhassa Yavuz’un hilâfeti devralmasından sonraki Osmanlı dönemini her fırsatta karalayan; “Osmanlı Türklerin millî kimliğini bozdu” iftirasını ağzından düşürmeyen; “Ne işimiz vardı Mekke’de, Medine’de, Yemen'de Arap çöllerinde?” diyerek, cihan devleti Osmanlının “hâdimü’l-haremeyn”lik misyonuyla oralara hizmet götürmesini diline dolayan kafa şimdi ne oldu da, “Osmanlıcı bakışa sahibiz” demeye başladı?
Sebep, İsrail muhabbetini izah için kullanılan “ulusal çıkarlar” gerekçesinin yetersiz kaldığının görülmesi üzerine kitlelerdeki Osmanlı sevgisinin istismarından medet umulur hale gelinmesi mi?
Bu durum, yine piyasaya sürülen “neo-Osmanlı” modasındaki İsrail parmağını ele vermiyor mu!