Siyasî partiler tarihimiz boyunca var olan ve toplum yapımızın derinliklerine kök salmış partilerle, olağanüstü şartların ve toplum mühendisliği projelerinin ürünü olarak ortaya çıkarılmış konjonktür partileri arasındaki en önemli ve ayırd edici farklardan biri “kalıcılık” noktasında kendisini gösteriyor.
12 Eylül kabinesinde görev aldıktan sonra askerî idarenin icazetiyle parti kuran rahmetli Özal’ın ANAP’ı, ikinci gruptakilerin tipik örneği.
Özal, konuyu görüştüğü cunta yönetimini, “Siyaset emir-komutayla tanzim edilmez. Siz bu işi bana bırakın. Geçmişten bugüne belli çizgilere dayalı olarak gelen siyaset tarlasını düm düz edip, onun üzerine yep yeni bir siyasî yapı ikame ederim” diyerek ikna ettiğini söylemişti.
Partisini oturttuğu temeli ise, meydanlarda iki elini birleştirerek havaya kaldırmak suretiyle yaptığı meşhur işaretin anlamı olan “dört eğilimi birleştirme felsefesi” olarak deklare etmişti.
Kendisi, Devlet Planlama Teşkilâtının, laikçi CHP çizgisi tarafından “takunyalılar” olarak anılıp “irtica” ile suçlanan ekibindendi. 1977 seçiminde MSP’den aday olmuş, kazanamamıştı.
12 Eylül öncesindeki AP azınlık iktidarında Başbakan Demirel’in müsteşarı konumundaydı.
ANAP’ta ise, parti kurucusu ve kabine üyesi olan yakın çalışma arkadaşları içinde MSP, CHP, MHP ve AP kökenli isimler vardı. Böylece dört eğilimi birleştirdiğini fiilen de göstermiş oluyordu. Ama partisini asıl oturtmak istediği toplumsal taban, DP-AP çizgisine oy verenlerdi.
Birleştirdiğini öne sürdüğü eğilimleri temsil eden partilerin cunta kararıyla kapatıldığı ve lider kadrolarına konulan siyaset yasağının devam ettiği bir ortamda böyle bir iddia ile ortaya çıkmak, herşeyden önce ahlâkî açıdan problemli, oportünist, fırsatçı bir yaklaşımın ifadesiydi.
Yasaklar kalkıp eski siyasetçilerin geri dönmesinden sonra, iktidarda olmanın da avantajından istifade etme düşüncesiyle ANAP çatısı altında geçici bir koalisyon oluşturan farklı eğilimler kendi aslî adreslerine avdet etmeye başladılar.
İki seçim döneminde iktidar olan, üç başbakan ve iki cumhurbaşkanı çıkaran ANAP, 1991 seçiminde iktidarı kaybettikten sonra gerileme ve dağılma sürecine girdi. 1995 seçimini takiben DYP ile kurduğu hükümet çok kısa bir süre sonra çöktü. Sonrasında da 28 Şubat hükümetlerinde başrol oyunculuğu ve figüranlık yaptı.
2002 seçiminin sandığa gömdüğü partilerden biri oldu. Ama sonra, ağırlığını AKP’den ayrılanların oluşturduğu isimlerle Mecliste yeniden temsil edilir hale geldi. Başına da, AKP hükümetlerinde bakanlık yapmış olan bir isim geçti.
İlginçtir; 12 Eylül’ün ürünü olarak ortaya çıkan, 28 Şubat politikalarının hayata geçirilmesinde aktif rol üstlenen bu parti, 27 Nisan sürecinde de “misyon”una uygun şekilde davrandı.
Son dönemde medyada yer alan ses kayıtlarıyla açığa çıktığı üzere, askerî cenahtan gelen talimatlara uyarak, cumhurbaşkanı seçiminde Meclise girmedi ve tam o günlerde yine asker patentli bir proje olduğu şimdi daha iyi anlaşılan “DP-ANAP birleşmesi” tezgâhıyla DP’yi de aynı tuzağa düşürerek son marifetini sergiledi.
Gelinen son noktada ANAP, Türkiye siyasetinin genleriyle oynayıp kimyasını bozma niyetiyle hazırlanan ve uygulamaya konulan bir toplum mühendisliği projesinin ürünü olarak, siyaset sahnesinde yer aldığı andan bugünlere kadar geçen çeyrek asrı aşkın zaman zarfında hep antidemokratik dayatmaların aleti oldu; bunun için kullanıldı ve artık sekerat halinde olduğu şu son demlerinde bile kullanılmaya devam ediyor.
Ancak son kullanma tarihi fazlasıyla geçtiği için, bundan sonraki süreçte bir varlık göstermesi beklenmiyor. 28 Şubat’ın yan ürünlerinden olup, 29 Mart seçimine katılmama kararı alarak altı yılda teslim bayrağı çeken Genç Parti gibi, ANAP da bu seçimden sonra siyasî ömrünü bitirip partiler mezarlığındaki yerini alabilir.
05.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|