“AKP merkez sağı doldurmuştur ve kalıcıdır” iddiasını seslendiren Prof. Fuat Keyman, hemen sonra, bu hükümle çelişen bir değerlendirme ile devam ediyor:
“AKP gitse bile yerine gelen parti artık ANAP ya da DP türü bir parti olmaz.” (Vatan, 2.3.09)
Keyman’ın iki cümleye sığdırdığı hükümler çok iddialı, ama aynı derecede çelişkili ve sathî.
Bir defa, AKP’nin doldurduğundan bahsedilen “merkez sağ,” siyasetin hangi gerçeğine tekabül ediyor? “Merkez” ne, bunun “sağ”ı ne?
Siyaset literatüründe “merkez,” devlet ve ona hakim olan çekirdek kadroyu ifade ederken, toplum için “çevre” kelimesi kullanılıyor. Ve demokrasi, çevrenin merkezi etkileyip şekillendirebildiği sistemin adı olarak da niteleniyor.
Milletle devlet, çevre ile merkez arasındaki ilişkiyi sağlayan köprüler olarak tanımlanan partiler, güçlerini çevreden alıp, merkez adına uygulanan politikaları belirlemek için kurulurlar.
Ama bu, gerçek bir demokrasi için geçerli.
Türkiye örneğinde ise, çevreden aldıkları güç ve destekle iktidar olan partiler, daha sonra merkeze eklemlenir ve değiştirmeyi taahhüt ettikleri merkezin parçası ve aracı haline gelirler.
Keyman’ın kastı bu ise, bu kısır döngü AKP için de işledi. Hem de aldığı oyla orantılı şekilde.
Yani, ikisi genel, biri yerel olmak üzere, şimdiye kadar girdiği üç seçimde oylarını ne kadar arttırdıysa, o nisbette merkeze boyun eğdi AKP.
Özellikle kapatma dâvâsı sonrasında.
Önceki dönemlerde ise, merkezin güdümüne girmeyi kabul etmeyen demokrat iktidarlar, bunun bedelini üç darbeyle indirilerek ödediler.
80’li ve 90’lı yıllarda bu çizginin yine aynı duruma düşmeme kaygısıyla merkeze yanaşan politikalar izlemesi ise, çevreyle arasının açılmasına, halktan aldığı desteğin azalmasına yol açtı.
Sanıyoruz, özellikle 12 Eylül ürünü ANAP’ın sahneye çıkmasından sonra kullanılmaya başlanan “merkez sağ” tabiri, “orta sağ” olarak da ifade edilen ana kitleye hitap etme çabasındaki partilerin merkeze eklemlenme olgusuna; “merkez sol” da bunun ağırlıklı olarak CHP tarafından temsil edilen diğer ayağına tekabül ediyor.
İkisinin ortak paydası, devletin resmî ideolojisi ve kırmızı çizgileri. Ve bu durum, bir bakıma “partilerin devletleştirilmesi” anlamına geliyor.
AKP’nin geldiği nokta da bu. Ve şimdi Türkiye’de, çevrenin duyarlılıklarını merkeze yansıtacak ve gerek devlete, gerekse iç ve dış irtibatlı diğer güç odaklarına karşı milletin hukukuna samimiyetle sahip çıkacak bir parti boşluğu var.
Ama bu boşluğun lâyıkıyla doldurulması için, evvelâ kafa karışıklığına ve kavram kargaşasına yol açan merkez sağ ve merkez sol gibi tabirlerin terk edilip, “demokratlık” temelinde yeni bir siyasî terminolojinin geliştirilmesi gerekiyor.
Siyaseti merkeze bağlayan, onunla ilişkisine dayalı bir tanıma oturtan söylem artık bitmeli.
Onun yerine, partiler sözcülüğüne ve temsilciliğine talip oldukları toplumun talep ve beklentilerini önceleyip esas almalı, onları seslendirmeli ve politikalarını buna göre belirlemeli.
Yani, gerçek anlamda “halkın partisi” olmalı.
Ancak bu, CHP’nin, yıllardır üzerine yapışık duran, ama son dönemdeki “açılım”larıyla kurtulmaya çalıştığı izlenimi verir gibi olduğu “halka rağmen halkçılık” anlayışı tarzında olmamalı.
Siyasette halka dayalı bir kalıcılığın şartı bu.
Aksi halde, müdahale ortam ve süreçlerinin biriktirdiği öfke ve tepki patlamalarıyla konjonktürel rüzgârlar, son seçimlerde olduğu gibi büyük seçim “başarı”ları getirebilir; ama benzer şartların ters yönde tahakkuku halinde, seçmenin dün zirveye çıkardıklarını yarın kuyunun dibine indirmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.
Bu noktada önemli ölçülerden biri, iktidarken sahip olunan gücün, muhalefete düşüldüğünde de korunup korunamadığı. Ve AKP henüz bu kriter eksenindeki bir sınavdan geçmiş değil.
Dolayısıyla “AKP kalıcı” iddiası için erken.
06.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|