Taklitten tahkîke giden yolculuk
Bugünkü yazıma temsilî bir hikâyecikle başlamak istiyorum.
Bir zamanlar iki kardeş varmış. Kardeşlerden birisi dağlarda çobanlık, diğeri de şehirde kundura tamirciliği yaparmış. Bir araya geldikleri zaman çoban kardeş gösterdiği kerâmetlerden bahsedermiş. Bu arada kundura tamirciliği yapan kardeşine söz dokundurmayı da ihmal etmezmiş.
Bir gün çobanlık yapan kardeş, şehirdeki kardeşini merak etmiş ve ziyaret etmek istemiş. Eli boş gidecek değil ya! Ne götüreceğini düşünmüş. Aklına süt götürmek gelmiş. Koyunlarından sağdığı sütü mendiline koymuş, elinde mendil şehrin yolunu tutmuş. Kundura tamircisi kardeşinin dükkânına girmiş, mendilini duvardaki askıya asmış. Kendisine gösterilen iskemleye ilişmiş. Bu arada ayakkabısını tamir için bir kadın gelmiş. O da başka bir iskemleye oturmuş, ayakkabısını çıkarmış ve beklemeye başlamış. Biraz sonra askıda duran mendilden süt damlamaya başlamış. Sütün damladığını gören çoban şaşırmış. Ayakkabısının tamiri biten kadın ayakkabısını giyip gitmiş. Tamirci kardeş çoban kardeşine:
“Dağ başında kerâmet göstermek kolaydır. Marifet şehirde kerâmet göstermektir!” demiş. O da çoban kardeşine bir ders vermiş. Çoban buna karşılık söyleyecek bir söz bulamamış!
Ben bu temsilî hikâyeciği niçin anlattım?
Her ne ise!..
“Merak ilmin hocasıdır!” derler ya!.
Biz de merak ettik. İlim öğrenmek için yollara düştük, değişik okullarda yıllarca okuduk.
Merhum annem okumayı ve okuyanları çok severdi. Ama ümmî idi. Yani yazıdan ibaret sayılan okumayı bilmezdi. Kimi görse “bana oku!” derdi. Namaz vakti girince nerede olsa hemen kılardı. Namaz kılanları da çok severdi. Namaz konusunda tembellik eden merhum babamla tartıştığı da olurdu.
Altı yaşımda okula başladım. O günkü zorluklar bir tarafa kısa zamanda okumayı ve arkasından yazmayı öğrendim. Elime ne geçerse okumaya başladım. Yerde bulduğum kâğıt parçalarını ve duvar yazılarını da merakla okurdum.
Daha çok merhum annemin teşvikleriyle namaza başladım. Namazlarımı camide kılmayı çok severdim. Cami cemaati de beni çok sevdi. Bazıları beni hızlı görüp:
“Kısa zamanda usanırsın, senin gibi nicelerini gördük!” dedikleri de oldu. O sözlere kulak asmadım.
O tarihlerde henüz bir saate bile sahip değildik. Köyümüzde saati olan her halde birkaç kişi vardı. Onlardan birisi de köyümüzün imamı idi. Elektrik olmadığı için ezanlar minarede okunurdu. İmamımız minareye biraz erken çıkar, orada nefeslenirdi. Cebinden çıkardığı köstekli saatine bakardı. Biz de ezan okuma vaktinin yakın olduğunu anlardık. İmamımız ezan okuyup ininceye kadar cemaat camiye yetişirdi.
Özellikle öğle namazına yetişmek benim için ayrı bir zevkti. Okul çıkış zili ile öğle ezanı hemen hemen aynı dakikalara rastlardı. Ezan sesini duyunca koşarak camiye giderdim. Cemaate yetişirdim. Öğle namazını cemaatle kılardım. Bu benim için tarif edilmez bir mutluluk verirdi. Öğle namazının arkasından yemeği yiyip bu sefer okula koşardım. Çünkü o tarihlerde öğrenim tam gündü.
Öğleden sonra iki ders yapılırdı. Bazen son ders çıkış ikindi namazına rastlardı. Yine bir koşuşturmaca daha başlardı. Diğer vakit namazlarını da camide kılmaya gayret ederdim. Bazen sabah namazını kaçıracağım korkusuyla uykumu kaçırdığım olurdu. Bunları tahdis-i nimet olarak anlatıyorum. İnşallah gurura, riyaya sebep olmaz. Daha sonra Üstadımdan aldığım derslerde farzlarda riya olmadığını öğrendim.
İlkokuldan sonra devlet parasız yatılı sınavlarını kazanarak Adana’da okumaya başladım. Üç yılım Adana’da geçti. Bu benim için hayatımın bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Öğrencilik hayatımın daha sonraki yıllarını Ankara’da devam ettirdim.
Bu zaman içinde bol bol okuma fırsatım oldu. Okulun kütüphanesi yetmedi. Dışarıdan kitap, gazete alıp okumaya başladım. Okudukça okuma merakım arttı. Gazetelerden ilgimi çeken kısımlarını kestim, yaz tatillerinde köyüme getirdim. Fırsat buldukça okumak istiyordum.
Köyümde bunların kaybolduğunu görünce çok üzüldüm. Ne olabilirdi ki?
Anneme sordum:
“Oğlum! Ocağı tutuşturmak için yaktım!” demesin mi?
En iyi yakacak o günlerde odundu. Odunu tutuşturmak için de çıra gerekiyordu. Ormandan çıra getirmek zor olduğu için yerine kâğıt da kullanılırdı.
Gerçi bir yanlışlık olmuştu. Annemdi, ama ne yapabilirdim? Üzüntümü ona yansıtmamaya gayret ettim. Yumuşak sözlerle, kalbini de kırmamaya çalıştım. Yavaşça:
“Anneciğim! Ben bunları saklamak ve ara sıra okumak için getirmiştim!” dedim. Annem:
“Oğlum! Ne bileyim senin bunları sakladığını. Ben zannettim ki, bana ocak tutuşturmak için getirmişsin” dedi. Ben de:
“Anneciğim, bak burada yakabileceğin başka kâğıtlar var ya!” dedim. Annem:
“Yavrum! Onları yakarsam beni çarpar!” dedi.
“Niçin?” diye sordum. Annem:
“Onlarda Kur’ân yazısı var da!” dedi.
“Onlar benim Arapça ders notlarım, bir şey olmaz!” dediysem de kalbi pek kanaat etmedi.
Merhum annemin okuması yoktu, ama Kur’ân yazısına saygısı çoktu. Onları görünce âyet zannederek yerden alır, öpüp yukarılara kordu.
Daha sonraki yıllarda eline kitap, kâğıt, defter geçince bana gösterirdi. Eğer ben “yakabilirsin” dersem yakardı. Demezsem yakmazdı.
Adana’da okul hayatım devam ediyordu.
…ve bir gün Risâle-i Nurlarla tanıştım. Risâleleri okumaya başladım. O zamana kadar meğer başkasını, uzakları okuyormuşum. Hâlbuki benim, kendimi okumam gerekiyormuş. Risâlelerden kendimi okumayı öğrendim. Üstad Bediüzzaman:
“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimâli var”1 demiyor muydu?
Risâle-i Nurları okudukça okuma şevkim arttı. Belki dünyaya, olaylara bakış açım değişmişti. Karamsarlık ve ümitsizliklerim birer birer kaybolmaya başladı. Hayata yeni bir ümitle bağlandım. Nurlu insanlarla tanıştım. Risâle-i Nurları okumadığım, nurlu insanları görmediğim zaman kendimde bir şeylerin eksildiğini hissettim.
Taklitten tahkike giden bir yolculuktu bu.
Geleneksel Müslümanlıktan gerçek Müslümanlığa doğru yolculuk yaptım.
Dipnot:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 1121
|