Eskişehir’den Süleyman Akkın geçen hafta bu köşede çıkan “40 yaşa enfüsi bakış” başlıklı yazımızı tebrik ediyor ve benzeri yazıların devamını beklediğini yazıyor.
“Avusturya Mektubu” yazarımız Mikail Yaprak da “O yazıdan sonra size ve herkese hakkımı helâl ediyorum, siz de bana helâl edin” diyor.
Anlaşılan o ki, o yazıda ifade etmeye çalıştığımız mânâlar, ortak kanaat ve hissiyatın ifadesi.
Özellikle 40’ı devirip “zamanı azalanlar” grubuna dahil olanların, samimî bir nefis ve ömür muhasebesine olan ihtiyacı son derece aşikâr.
Esasen dinimizin bize verdiği “istiğfar” dersinin gereği olarak, birçok yerde beş vakitte kılınan farz namazlardan hemen sonra, selâm vermeyi müteakiben istiğfar duâsı okunması ve bazı yerlerde Cuma geceleri bunun tecdid-i imanı da içeren daha kapsamlı bir duâ şeklinde yapılması, “istiğfar kültürü”nün günlük hayatımıza ne kadar yerleşmiş olduğunu gösteren örnekler.
Her gün defaatle okunan aşir, tesbihat ve duâ metinlerindeki gufran talepleri de aynı şekilde.
Namazlarda sıklıkla okuduğumuz Nasr Sûresinin mesajı da bu bağlamda çok dikkat çekici:
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği; ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, Rabbine hamd ederek Onu tesbih et ve mağfiretini dile. O, tevbeleri kabul edicidir.”
Medine’de nâzil olup, Mekke’nin fethini ve sonraki fetihleri müjdeleyen bu sûredeki âyetler, zafer ve fütuhat sonrasında mü'minlerin takınması gereken tavrın zafer sarhoşluğuna kapılmak değil, hamd, tesbih ve istiğfar olduğu ikazında bulunarak, “Kavuşacağınız zaferleri kendinizden bilmeyin, Allah’ın yardımı olmazsa hiçbir fethe kendi gücünüzle erişemezsiniz, sizin göreviniz Rabbinize hamd, tesbih, istiğfar eksenli ubudiyet vazifenizi ifadır” mesajı veriyor.
Burada özellikle şu nokta çok dikkat çekici:
Zafer psikolojisinin coşkusu yerine istiğfar!
Çünkü o coşkunun, insanı ubudiyet imtihanında en tehlikeli vartalardan biri olan gurur ve enaniyete sevk edip, fena halde başını döndürüp, “Ben yaptım, bu zafer benim sayemde kazanıldı, bunun tadını çıkarmak da hakkım” dedirtme tuzaklarına düşürme riski son derece yüksek.
İşte bu tehlikeye karşı, “Sana verilen hasenat Allah’tan, işlediğin seyyiat kendi nefsindendir” İlâhî ikazıyla da dile getirilen hakikatle bağlantılı olarak, fetih ve zafer müjdesinin hemen akabinde hamd, tesbih ve istiğfar dersi veriliyor.
Bütün Kur’ânî mesajlar gibi bu dersin de birinci derecedeki muhatabı olarak gereğini en mükemmel şekilde yerine getiren Peygamber Efendimizin (a.s.m.) günde en az yetmiş defa istiğfar ettiğini beyan buyurması ne kadar ibretli.
Kâinat onun yüzü suyu hürmetine yaratılan o Zat-ı Nurânînin en önemli vasıflarından birinin “ismet,” yani masumiyet, günahsızlık olduğunu biliyoruz. Ama buna rağmen her gün yetmiş defadan fazla istiğfar etmek suretiyle bize son derece önemli ve anlamlı bir ders daha veriyor.
Esasen istiğfar, insan ruhunun her an ihtiyaç duyduğu, “kendisini rahatsız eden manevî yüklerden kurtulup arınma ve böylece rahatlama” psikolojisinin de bir gereği. İnsan fıtratında bu ihtiyaç da derc edilmiş. Hıristiyan geleneğindeki “günah çıkarma” uygulaması, bunun o cenahtaki yansıması. Ama orada araya ruhban sınıfı, papazlar girdiği için, Yaratıcıyla doğrudan irtibat kurulamıyor. Oysa İslâmın öğrettiği istiğfarda herkes için Allah’a yakarma yolu açık.
Tesiri, imanın kuvvetine ve derinliğine göre teşekkül edecek samimî bir istiğfar, insanı Rabbine daha çok yaklaştıracak bir vasıta olurken, aynı zamanda yaratılmışlarla olan hukukundaki muhtemel ihlâllerin tortularını temizleyecek bir helâlleşmenin de manevî temelini oluşturuyor.
İstiğfar ve helâlleşme, birbirini tamamlıyor.
Birinci Şuâ’daki On Dokuzuncu Âyetin tefsirinde Nur talebelerinin “istiğfar dersi” vereceğinden bahsedilmesi ise bu bağlamda çok manidar.
08.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|