Artık yetti: Andıç için kimse özür dilemeyecek mi?
Genelkurmay eski Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın, Milliyet yazarı Taha Akyol’a yazdığı mektup olmasa, büyük olasılıkla bu yazıyı yazmayacaktım. Ancak, doğrusu artık çok ağırıma gittiği için, içimden haykırmak geliyor:
“Ayıptır. Yaptıklarınız yetmiyormuş gibi, şimdi de üç maymunu oynuyorsunuz...”
Özellikle Karadayı’ya hiç yakıştıramadım.
Bugüne kadar ANDIÇ olayını hiçbir zaman kullanmadım. Fazla da düşünmedim. Zira ben geçmişte yaşamam. Daima ileriye bakarım. Hayatımın en güç günlerini yaşamış olmama rağmen, Çevik Bir’e dahi düşmanlık duymadım. Bugün herhalde geri dönüp yaptıklarına bakınca, mutlaka pişman oluyor ve “saçma sapan hareket etmişim”diyordur.
Beni isyan ettiren nedir biliyor musunuz?
Koskoca bir eski Genelkurmay Başkanı’nın kalkıp , Andıç olayından hiç haberi yokmuş gibi davranmasıdır. Türk Genelkurmay Başkanlığının nasıl çalıştığını birazcık bilen en deneyimsiz kişi dahi, ANDIÇ gibi bir planlamanın 1 inci Başkanın haberi olmadan yapılamayacağını bilir.
Sayın Karadayı eğer merak ediyorsa, bu işleri kimlerin yaptığını hemen söyliyeyim...
Dönemin Genel Sekreteri Erol Özkasnak, bir albayın cenaze töreninde yaptığı konuşmada kameraların önünde “Cengiz Çandar ve M.Ali Birand gibi hainler içimizde yaşıyor” dediği için yolladığım şikayet faksını “Siz kim oluyorsunuz da, Genelkurmay Başkanına faks yollamak cesaretinde bulunuyorsunuz“ diye basbar bağırmış ve sinirime hakim olamayıp, “Asıl siz kim oluyorsunuz?” diye elimdeki telefonu duvarda parçaladığımı anlatsam, inanır mısınız ?
Aynı kişinin “Komutanım adına sizi arıyorum. M.Ali Birand’ın 32.Gün programını ekranlarınızda görmek istemiyoruz” diyerek, defalarca Show TV’ nin o dönemlerdeki sahibi Erol Aksoy’u aradığını söylesem ne dersiniz? Aksoy buralarda. Sorun size anlatacaktır.
Özkasnak’ın “Komutanım” dediği kişi, İkinci Başkan Çevik Bir idi.
Başka tanık istiyor musunuz?
Sabah gazetesinin o dönemdeki Genel Yayın Yönetmeni Zafer Mutlu’ya sorun...O dönemde Sabah’ın Ankara temsilcisi olan Fatih Çekirge’ye sorun. Size kimlerin ne dediğini anlatacaklardır.
10 yıldır aldırmıyorum, ancak artık bu kadarı da fazla geldi.
10 yıldır gelip geçmiş Genelkurmay Başkanlarından hiçbiri basit bir özür dileme nezaketini dahi göstermediler. Sanki yapılanlar çok doğalmış, gerekirse yine yapılabilirmiş gibi bir yaklaşımla, ANDIÇ olayını görmezden geldiler. Şimdi de kalkıp emri kimin verdiği tartışması yapılıyor.
Yeter artık.
Hiç değilse bir hata yapıldığını kabul edin.
Karadayı’dan bunu beklerdim. Yaşını başını almış, olgun bir Komutan olarak eski defterleri kapatabilirdi. Hadi o yapmadı, bugünkü Genelkurmay da hiç düşünmedi mi?
Genelkurmay Başkanı Başbuğ, herhangi bir konuşmasında bu talihsiz olaya değinip, nezaket içinde tüm mağdurlardan özür dilemesi, bazı yanlışlıkların yapıldığını söylemesi hoş olmaz mı?
Böyle bir jest TSK’yı küçültmez, aksine büyütür.
Asker kadar bazı
gazeteciler de sorumludur
Bu konuya bir daha geri dönmek istemiyorum, ancak iki kelime de kendi meslektaşlarıma edeceğim.
28 Şubat döneminde kendini askerden de daha asker gören kimi meslektaşlarımın yazılarında veya programlarında, bizleri nasıl yerden yere vurduklarını hiçbir zaman unutmayacağım. Bunlardan bazıları özür dileme büyüklüğünü gösterdiler. Ancak bir bölümü var ki, o günlerde yapmadıkları kalmadı, oysa bugün Ergenekon olayında mağdur duruma düşünce “Nerdesiniz, neden bizi yalnız bırakıyorsunuz” diye bağırıyorlar.
Arkadaşlar, bu iş böyledir işte.
Devlet bugün bana bu muameleyi layık görürse, yarın senin de sıran gelir.
İyisi mi, gelin hep birlikte ilkeleri savunalım. Gazeteciysek, gazeteciliğimizi bilelim. Partileri veya Güvenlik Kuvvetlerinin üzerinden politika yapmaya kalkmayalım.
Ben hep gazetecilik yaptım ve o sayede bugün hala mesleğimin tepesindeyim. Bir dönem hayatımı zehir eden askerler ise emekli köşelerinde günlerini geçiriyorlar.
Nihayet içimi döktüm ve rahatladım.
İyi hafta sonları...
Posta, 7 Mart 2009
|
Mehmet Ali Birand
08.03.2009
|
|
‘İstemezseniz de büyük güç olacaksınız’
Yazının başlığına çıkardığım sözleri “dünyaca ünlü stratejist” olarak takdim edilen George Friedman, geçenlerde İstanbul’da verdiği konferansta sarf etmiş. “Yeni dünya düzeni ve yeni dönemde Türkiye’nin ekonomik ve politik konumu” konulu bu konferans pek çok açıdan üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.
Bir kere her şeyden önce, Türkiye’de büyük çoğunluğunu bu ülkeden insanların oluşturduğu bir topluluk karşısında nasıl olup da “İstemezseniz de büyük güç olacaksınız” gibi laflar edilebildiği üzerinde düşünmek gerekiyor. Adamın biri karşısına aldığı bu topluluğa “güney petrolleri”nden bahisle “Güneye gitmek için ekonomik ve siyasi nedenleriniz var. Bu sefer bölge zaten sizin arka bahçeniz. Türkiye hükümetinin politikası nedir bilemem, ama siz güneye gideceksiniz çünkü buna mecbursunuz” türünden laflar edebiliyor.
Karşısındaki topluluğu ve de dışarıdaki toplumu son derece aşağılayan bir “yol haritası” ile karşı karşıya olduğumuz muhakkak. Tamam, bu lafları eden konferansçının aklının köşesinde vardır bir takım niyetler-beklentiler; ama insaf, “jeo-stratejist”liğin saygısızlığın ve kafasızlığın bu kadarına tahammülü var mıdır?
Neler demiyor ki Friedman? Hem de öngörülerinin üzerine “mal bulmuş” gibi atlayanları birkaç boy daha şişirerek.
“Burada mantık herkesin önce kendini kurtarması. Türkiye için de aynı şey söz konusu. (…) Avuçta ulus devlet kaldı bir tek çözüm olarak.” Bu lafları eden kişinin “ulus-devlet”e yabancı bir ülkeden geldiğini unutmayın…
“Ben Türkiye’nin son 5 yılda ekonomideki değişimine bakınca, AB’ye üye olsaydı bu kadar başarılı olacağını düşünmüyorum. Bütün bunların sonunda AB’ye üye olmak istemenin faydasının ne olacağını çok net göremiyorum.”
Görüyorsunuz; “AB’nin mahzurları” konusunda fikir beyan etmeyen bir o kalmıştı, sonunda o da tamam oldu…
“(Türkiye) Avrupa ülkeleriyle kıyas bile kabul etmez. Bankacılık sisteminiz güçlü. Siz krizden daha güçlü çıkacaksınız. Halen çok büyük bir askeri gücünüz var.”
Hakkını yemeyelim, “ünlü stratejist”in son tespiti yerinde doğrusu. Ama ya “krizden daha güçlü çıkacağımız” öngörüsü? Bizimle dalga mı geçiyor nedir?
“Siz bu bölgeyi şekillendirebilecek ama bunu istemeyen bir güçsünüz. Ama artık bu Türkiye’nin direnebileceğinin ötesine geçmiş durumda.” Demek öyle, demek artık mesele “direnemeyeceğimiz” bir noktaya geldi. Madem o kadar ısrar ediyorsunuz, bölgeyi “şekillendirelim” bari…
Friedman buna niçin “mecbur olduğumuzu” Osmanlıyı hatırlatarak temellendirmeye çalışıyor: “Söylediklerimin çoğunu Osmanlı İmparatorluğundan hareketle söyledim. Türkiye her yöne genişliyor ve etrafında çok zayıf güçler var. (…) En büyük paradoks, bu güce inanmakta en çok zorlananlar Türklerin kendileri.”
Neler diyor bu adam, “ser-hôş” mudur nedir? Durduk yerde bu Osmanlı aşkı, bu garip “paradoks”lar da nereden çıktı şimdi?
Konferansçının sadece Türkiye değil, dünya ve Avrupa’nın geleceğine ilişkin öngörüleri de çok tuhaf. Şu öngörüye bakın mesela: “Güney Kore gibi ABD’nin stratejik ortağı olan Polonya, Fransa ve Almanya’nın dinamizmini kaybettiği Avrupa’da ortaya çıkacak yeni güç olacak.” (Dünyanın gelecekteki yeni hâkimlerinin hep “ABD’nin stratejik ortakları” arasından çıkması dikkatinizden kaçmıyordur.)
Konferansçıya önerim en yakın zamanda Varşova’da da bir konferans ayarlayıp bu öngörüsünü Polonyalılara da aktarması. Mutlaka onların içinden de bu hayale bayılacaklar çıkacaktır. Daha fazla vaktinizi almayayım. Ama bitirmeden, Akif Emre’nin konuya ilişkin yayımladığı “Ismarlama Osmanlı haritası” başlıklı yazısından (5 Mart) şu güzel satırları almayı da ihmal etmeyelim: “Bir yanda anlamından boşaltılmış bir Osmanlıcılık piyasaya sürülürken diğer tarafta yeni haritalar gösteriliyor. Türkiye’yi parçalayan haritalardan felaket tellallığı yapanlar bu kez Osmanlı haritasının başına geçip ‘fetih düşü’ kuruyorlar.”
Yazarımızın şu önemli tespitini de unutmayalım:
“Özellikle muhafazakar ve İslamcı geçmişleriyle bilinen kesimin bu sahte gerçekliğe ram olma riski çok yüksek.”
Yazarımız inşallah yanılıyordur. Çünkü bu “sahte gerçekliğe ram olabilen” bir toplum bırakın “tarih bilinci”ni, her şeyden önce “gerçeklik ilkesi”ni yitirmiş demektir.
Yeni Şafak, 7 Mart 2009
|
Kürşat Bumin
08.03.2009
|
|
Bedelli askerliğe kim karar verecek?
AKP’li TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu günlerdir kamuoyunu meşgul eden bedelli askerlik tartışması için şunları söyledi: “Genç nüfus çok fazla, bedelli çıkarsa iyi olur.” Konuya olumlu bakan çevreler, şu anda doktora, yüksek lisans yapan, işini gücünü kurmuş birçok genç insanın askerlik nedeniyle sıkıntı içinde olduklarını ifade ettiler. Bedelli askerlik fikrine olumlu bakanların sayısında artış var. Bazı ekonomistler, bu sayede birkaç milyar dolarlık gelir elde edilebileceğine dikkat çekiyorlar. Bedelli askerliğe alternatif olarak düşünülen fikirlerden biri de, askerlik süresinin kısaltılması.
CHP İstanbul Milletvekili Bihlun Tamaylıgil ise “Bedelli askerlik teknik bir konu... Benim bu konudaki yorumum bedelli askerlikle ilgili Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’nın öneri ve kararlarını dikkate almaktır” dedi. Bedelli askerlik konusu CHP milletvekilinin iddia ettiği gibi teknik bir konu mudur? Bedelli askerliği, teknik bir konu olarak görenlerin düşünce tekniklerinde bir çarpıklık yok mudur? Bir insanın beş ya da 15 ay süreliğine işinin başından alınıp hayattan soyutlanması, basit bir teknik mesele midir? Bir ülkenin nasıl bir savunma stratejisi izleyeceği kararını kim verir? Siyasi irade mi, askeri bürokrasi mi? Bu sorulara verilecek cevaplar, bir ülkenin siyasi yapısı, demokratik olgunluğu gibi konular açısından gösterge niteliği taşırlar.
Bir demokratik ülkenin savunma siyasetini siyasi irade kararlaştırır. Asker, seçilmiş iradenin saptadığı doğrultuda ülkenin savunmasını üstlenir. Bir ülkenin Genelkurmay Başkanı dahil ordunun üst yönetimini siyasi irade belirler. Birkaç yıl önce İsveç Savunma Bakanı’yla yaptığım söyleşide, bakan, bana albay dahil bütün üst kademe subayların terfilerini bizzat kendi bakanlığının belirlediğini anlatmıştı.
***
Türk Silahlı Kuvvetleri bir NATO ordusu. NATO ülkeleri içinde ABD’den sonra en çok asker sayısına sahip olan ülke Türkiye. Nüfusumuza ve milli gelirimize göre Batı ülkeleri içinde silahlanmaya en çok para harcayan ülkelerin başında geliyoruz.
Bütün bu tabloyu incelediğimiz zaman görürüz ki, Türkiye’deki ‘bedelli askerlik’ tartışması, yalnızca bu tartışmayla sınırlı olmayan bir ortama ışık tutuyor. Güneydoğu’da ‘faili meçhuller’ döneminin ‘etkin’ askerlerinden emekli albay Erdal Sarızeybek, bakın bu konuda neler söylüyor: “Bizim milletimizde askerliğin yeri ayrı ve kutsaldır. Namus borcu olarak görülen bir görevdir. Böylesine önemli bir kavrama sahip ulusun, para vererek askerlik yapmaması ne kadar doğru?” Bu türden tutum içinde olan çevreler, bu tartışmanın ülkemizin sivilleşmesiyle ciddi bir ilgisi olduğunu da dolaylı yoldan itiraf etmiş bulunuyorlar. Bir kesim, bu konuyu ‘kutsal’lar arasına koyuyor ve tabu olarak görüyor. Onlar şu anda işlerini güçlerini bozmamayı, aksatmamayı önemsiyorlar, ülkelerine icra ettikleri meslekle hizmet ettiklerini düşünüyorlar ve bedelli askerliğin bu açıdan gerekli olduğuna inanıyorlar.
***
Türkiye’de askerlik hizmetinin otoriter niteliği ve baskıcı koşulları da gençlerin askere gitmek istememelerinde önemli rol oynuyor. Koşulların oldukça değiştiğini sandığımız son dönemde bile askere giden yakın çevremizden gençlerin anlattıkları, hâlâ anlamsız baskıcı uygulamaların sürdüğünü gösteriyor. Birçok yakınımızın çocuğu askerlik sonrası rehabilitasyon ihtiyacı hissetti.
Türkiye, kendisini bir Avrupa ülkesi olmaya hazırlıyor. Avrupa’da ‘vicdani ret’ hakkı olduğu gibi, askerlik yapmak istemeyene kamu hizmeti seçeneği sunuluyor. Ayrıca askerlik hizmeti göreceli olarak çok daha olumlu ve insani koşullar altında gerçekleştiriliyor. Bizdeyse askerlik hizmetinin cep telefonu, internet gibi temel iletişim ve haberleşme olanaklarının yasaklandığı bir ortamda, otoritenin bireyi ezdiği bir ‘kurumsal ruh’ altında yapılıyor olmasının sorgulanamamasının yanı sıra, hâlâ konunun tek karar vericisi olarak Türk Silahlı Kuvvetleri görülüyor. Bunlar demokratik bir ülkede düşünülemez. Bedelli askerlik kararını, sivil siyasi iradenin vermesi gerekiyor. Bu, aynı zamanda, demokrasiye olan namus borcumuzun gereğidir.
Radikal, 7 Mart 2009
|
Oral Çalışlar
08.03.2009
|