Güneşimiz uçsuz bucaksız uzayda maddî âlemimizin merkezi konumunda. Bu Kâinatın Sahibi onun etrafa yaydığı nuru bütün hayat sahipleri için vazgeçilmez bir unsur olarak tayin etmiş.
Bu hakikat, güneşin dürülüp kaldırılacağı Kıyamet Gününe kadar da değişmeyecek.
Güneşi çıplak gözle görebilmemiz mümkün değil. Onun etrafa yaydığı ısı ve ışık, varlığının en büyük delili.
Aynen öyle de Peygamber Efendimiz (asm), Sultanından getirdiği mesajlarla maddî ve manevî hayatımızın merkezi ve nuru hükmünde.
Evet, eşsiz elçinin (asm), Sultanından getirdiği mesajlar hayatımızı ısıtan, bizlere yol gösteren, bilinmezlerle dolu kâinat denizinde bize varlığın sırrını anlatıp açan düsturlar ihtiva ediyor.
Bir an onun getirdiği nurun olmadığını düşünelim. Pusulasını yitiren gemiler misâli, hayat denizinde hâdisât dalgaları bizi oradan oraya amaçsız nasıl da savurur, değil mi?
Sünnet-i Seniyeye tembellik ve gaflet yüzünden uyamadığımız zamanlarda bu savrulma, hatta dibe vurma hâlini yaşamıyor muyuz? Ama o (asm), Merhametlilerin En Merhametlisi olan Sultanın öylesine şefkatli bir elçisi ki, böyle zamanlarımızda da ne yapmamız gerektiğini, âdeta can simitleri ya da oksijen maskesi hükmünde olan hükümlerle bize anlatıyor. O hükümleri öğrenip, can havliyle uyguladığımızda rahatlıyor, derin bir nefes alıyor ruhumuz.
Kâinat sarayının mimarı ve her an gözeticisi olan Zâtın geniş yetkilerle donattığı, en sevdiği, en sevgili, en son elçisi (asm) bize her yönüyle önce Saray Sahibini tanıtıyor ve sevdiriyor. Elinde kırk yönüyle olağanüstü mesajlarla donanmış bir fermanla, Sultanının nihayetsiz hâkimiyetini, rahmetini, adaletini, hikmetini, fânî bu dünyaya bedel, ebedî âlemlerini anlatıyor, anlatıyor…
Sultanımızı, elçisinin (asm) ağzıyla dinleyip de sevmemek mümkün mü?
Binler salât ve selâm sana Ey Rabbimizin en son elçisi!
İsyan-ı nisvan
Kadınların isyanı.
Şimdilerde 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla gösterime giren bir filmin adı olan bu başlık, aslında feminizm kavramını da çok özetlemekte.
Batı dünyasında Sanayi Devriminden sonra fabrikalarda erkeklerle birlikte çalışan kadınlar aynı işi yapmalarına rağmen daha az ücret almaktaydılar. O dönem “Eşit işe, eşit ücret” sloganını benimsedi feministler. Ardından “Bedenim benimdir” sloganlarıyla cinsel özgürlük, doğum kontrol yöntemleri ve kürtajın serbest bırakılması noktasındaki çalışmalarıyla gündeme oturdular. Şimdilerde ise ortaya çıkan kara tablodan memnun kalmamış olunacak ki, ev kadınlığı ve annelik kimliğini yeniden sorgulamaya başlamış durumdalar.
Vahşi kapitalizm ve kadın
Daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz Alman Televizyoncu ve yazar Eva Herman, feminizmi kıyasıya eleştirenlerden bir tanesi…
Vahşi kapitalizmin kadını kullandığını ifade eden Herman, kadının annelik kimliğine sık sık vurgu yapmakta. “Çocuk yuvaları çocuklarını başlarından savmak isteyen ailelere hizmet ediyor” diyen Herman, çocuk yuvalarının gereksiz kurumlar olduğunu düşünüyor. Alman işletmelerin annelerin ilk 3-4 yıllarını bebekleriyle geçirmelerini sağladıklarını, hatta evden çalışabilmeleri için çeşitli imkânlar verdiklerini söyleyen Herman, “Bir anne öğretmendir, doktordur, teselli edicidir, nasihatçidir, danışmandır ve menajerdir. Bütün bu özellikler bir işletmenin çok işine yarar. Bunları bilen işletmeler kadınları kullandılar” diyor. Kadınların farklı donanıma sahip olduklarını ve erkek egemen bir dünyayla baş edemediklerini belirten Herman, “Toplumun korunması çok mühimdir. Feminizm ve kadın özgürlüğü hareketleri buna engel oluyor” diyerek ev kadınlarına devletin belirli bir ücret vermesi gerektiğini de savunuyor.
Fıtrat, fıtrî olmayanı reddediyor. Kadın fıtratı da öyle. Feminizmin şimdilerde yine Batılı mütefekkir kadınlarca eleştirilmesi bunun bir delili.
Evet, şefkat kahramanı olan kadınların annelik özelliğinden kaynaklanan menfaat beklemeyen şefkate bütün insanlığın ihtiyacı var. Hele de bu şefkat ihlâsla, Yaratıcının rızası ve Sünnet-i Seniyye dairesinde kullanılırsa, kadınları kim tutar?
08.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|