|
|
Mikail YAPRAK |
Demokrasiyi “su-i tefsir” etmeyelim |
|
Avusturya’da İslâm dersi öğretmenlerine sunulan bir ankette, belli bir oranda, demokrasinin İslâmiyetle bağdaşmadığı iddia edilmiş. Gerçi bu anket sonuçlarının doğruluğu tartışılıyor. Bu ankete istinaden devletçe alınmak istenen tedbirler de “antidemokratik” bulunuyor. Her ne ise..
Acaba, demokrasi ismine duyulan antipati; onun tatbikatında ve yaygınlaşmasında, onun yakasını bırakmayan, onu adım adım takip eden ve onu tehdit eden tehlikelerle, rizikolarla, vartalarla ve mânâsına taban tabana zıt dönüşümlerle iç içe, yana yana yol almasından mıdır? Ki, demokrasinin düşmanları diyebileceğimiz bu zıt kavramlar, demokrasiyi hiç de kendi haline bırakmazlar. Adım adım, sinsice takip ederler. En küçük bir fırsatta onun ayağını kaydırmaya, yere yatırıp ona zıt bir elbiseyi giydirmeye çalışırlar. Bundandır ki, onu “su-i tefsir” edenler kervanına Batının sosyolog ve filozofları da katılmıştır.
Thomas Hobbes’e, “Demokrasi, nutuk atanların egemen olduğu bir aristokrasiden başka birşey değildir” dedirten de, olsa olsa, yine bu demokrasiyi rahat bırakmayan, onun hoşgörüsünden ve toleransından faydalanıp onu yolundan saptırmaya çalışan fesat komiteleridir.
“Demokrasi despotizme dönüşür” diyen eski Yunan filozofu Eflatun, kendi felsefesinde târif ettiği, ancak hayalde mümkün olabilen fazîlet şehrine acaba hangi sistemle ulaşılabileceğini tasavvur etmiş? Elbette ki onun tasavvuru Bediüzzaman’ın tasavvur ve tefsirine yetişemezdi ki, bakınız ne diyor:
“İslâmiyet ise, insaniyet-i kübra ve şeriat ise, medeniyet-i fuzla (en faziletli medeniyet) olduğundan, âlem-i İslâmiyet, medîne-i fazıla-i Eflatuniye olmaya sezadır.”
Bu sözün sahibi Bediüzzaman’ın takip ettiği çizgiye ve eserlerindeki apaçık beyanlara bakıldığında, o neticeye hangi yolla varılacağını anlamak hiç de zor olmuyor. Saltanat, istibdat, hürriyet, meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasi dönemlerinde onun takındığı tavır ve yazdıkları meydandadır. Su-i tefsire (yanlış yoruma) hacet yoktur. Onun, “Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz (yanlış yorumlamayınız), tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin (kokuşmuş) olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın” şeklindeki ikazına istinaden, biz de, “Demokrasiyi su-i tefsir etmeyiniz” diyemez miyiz? Ve birşey daha soralım kendimize:
Demokrasinin handikapları, vartaları ve rizikoları vardır diye, ondan vaz mı geçmeli, yoksa ıslahına çalışarak, hakiki mânâsıyla hayata mı geçirmeli? Eğer Üstad Hazretleri bunu yapmaya çalışmışsa, ki öyledir, talebelerine de aynı vazife düşmez mi?
Üstadımızın, “hürriyet, meşrutiyet ve demokratlık” adına serapa hakikat olan beyanlarının, demokrasi meselesine tatbiki neden hakikata aykırı düşsün ki.. İşte, “Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet” ifadesi de Bediüzzaman’a aittir. İsim ister meşrutiyet, ister demokrasi olsun, müsemma ve mânâ aynıdır. Hatta demokrasi, meşrutiyetin daha ilerisindedir, denilebilir. Meşrutiyette, Meclis-i Meb’usan, Padişahın gölgesinde kalıyordu. “Eski hal muhal..” diyen Üstad ise, bize daima ileri hedefleri göstermişti. Demokrasinin bir adım ötesinin İslâmiyet olduğunu ise, Kur’ân’ı ve Asr-ı Saadetteki uygulamaları dikkate alan İngiliz filozof Bernard Shaw söylüyor. Ki, Üstad da, "hakaik-ı meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu" ifade buyuruyor.
Yine onun, "Hususan oradaki eski tahribatı tamirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine çok dua ediyorum. İnşaallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar" beyanı da bize apaçık bir yol gösteriyor. Yani dünya, İslâmiyet hakikatına bu zamanda demokratik zeminde ulaşabilir.
Bundan olsa gerektir ki, Osmanlının demokrasiye geçişi, başka milletlerin, bilhassa Batı dünyasının demokrasiye geçişinden çok daha kolay olmuştur. Ama önce meşrutiyet istasyonundan yola çıkılmıştır. Ülkelerin hiçbiri aynı yoldan demokrasi istasyonuna vâsıl olmamışlardır. Amerika neredeyse zahmetsizce, Almanya ve İtalya yıkımdan sonra, Japonya işgalden sonra, vesaire..
«««
O büyük Üstadın, İstanbul’daki ve Ankara’daki şa’şaalı hayata, Van’daki sade ve saf hayatı, hatta Van’daki şehir hayatına Erek dağındaki mağarayı neden tercih ettiği bugün daha iyi anlaşılıyor. Neden devlet adamlarıyla, komutanlarla ve ulema ile beraberliğine, oradaki samimi dost muhatapları tercih ettiği daha iyi anlaşılıyor. Hatta savaş ve esaret yıllarından öncesine gidersek, onun, İstanbul’daki hürriyet ve meşrutiyet çalışmalarına katıldıktan sonra, doğuya gidip dağ havasını soluklayan o insanlara hürriyet ve meşrutiyet dersleri vermesinin sırrı şimdi daha iyi anlaşılıyor.. O zaman ona, “Bize ne getirdin?“ diye soranlara da, “Size müjde getirdim“ dememiş miydi?
O derslerdir ki, “Münazarat“ adını alıp, bütün dünyada, milletiyle barışık devlet olmak isteyenlere yardımcı olacak bir eser olarak meydandadır.
Ve yine Hz. Üstadın, hürriyet ve meşrutiyeti en güzel mânâsıyla takdim etmesine ve istikbal müjdelerine itiraz eden muasırlarına, "Öyleyse sizinle konuşmuyorum, şu tarafa dönüyorum" diyerek, istikbalde onu gerçekten anlayanlara hitap etmesinin sırrı şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Ne mutlu onu hakikaten anlayanlara!
12.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AKP giderse... |
|
Demokratların AP çatısı altında toplandığı dönemlerde bu bütünlüğü korumak ve bozulmasının CHP’ye yarayacağı gerçeğine dikkat çekmek için kullanılan “Oylar bölünmesin, aksi halde CHP aradan sıyrılır” söylemini şimdi AKP için tekrarlayanlar var.
Özellikle DP’ye verilecek oyların ziyan olacağı ve daha ötesinde, bilhassa kritik olan yerlerde CHP’nin hanesine yazılacağı iddiası dile getiriliyor. Ama SP ve BBP gibi partiler söz konusu olduğunda nedense aynı hassasiyet gösterilmiyor.
Haddizatında, bu argümanın değişik yönleriyle iyice irdelenip tartışılmasına ihtiyaç var.
Bir defa, AKP açısından işin bu noktaya getirilmesi, bu partinin topluma ümit verme pozisyonundan uzaklaşıp, “Ben gidersem CHP gelir” noktasına kaydığını gösteriyor. Ve bu, AKP için tükeniş sürecinin başladığına da işaret ediyor.
İkincisi; oyların üç seçimdir ağırlıklı olarak AKP’de toplanması Türkiye’ye ne fayda sağladı ki, bu tercih 29 Mart seçiminde de devam etsin?
Üçüncüsü; AKP iktidarı başından beri temel politikalarda hep CHP’nin onay, rıza ve iznini almaya itina gösterdi. Onu dışlayarak adım atmaya kalkıştığı nadir hallerde de sıkıntıya girdi.
Geçen yıl başörtüsü yasağını üniversitelerle sınırlı olarak anayasa değişikliğiyle kaldırma girişiminin, AKP’ye açılan kapatma dâvâsıyla sonuçlanması, bunun en tipik örneklerinden biri.
Bu dâvâda AKP’yi kapatmayan, ama ağır ihtar veren mâlûm kararın çıkması, her meselede partinin elini kolunu bağlayan bir süreci başlattı.
Öyle ki, AKP 29 Mart sonrasında yeni bir anayasadan değil, mevcut anayasada ufak tefek değişiklikleri gündeme getirme niyetinden bahis açarken bile “CHP’siz olmaz” mesajı veriyor.
Bunun sonucu, yaklaşık altı buçuk yıllık AKP iktidarında, CHP destekli 28 Şubat uygulamalarının yer yer daha da şiddetlenerek devamı oldu.
Bir bakıma, görünüşte iktidar AKP’de, ama fiiliyatta CHP politikaları uygulanıyor. Böylece bu politikalara karşı halkın tepkisi de dizginleniyor.
Böyle bir maskeli balo devam ederken, “AKP giderse CHP gelir” iddiasının geçerliliği kalır mı?
Dördüncüsü; oy tabanı giderek daralan ve gelinen noktada eski katı politikalarıyla daha fazla yol alamayacağını görerek yumuşama sinyalleri vermeye mecbur kalan CHP münferit ve mevziî seçim başarıları elde ettiği takdirde, önceden olduğu düzeyde tahripkâr icraatlar yapabilir mi? Yoksa tahribatı—mecburen—tamire mi çalışır?
Beşincisi; başörtüsü, imam hatip, Kur’ân kursu konularındaki sancıları dindirmek için hiçbir şey yapamayan veya yapmayan AKP’nin, Yaşar Kemal ve Çetin Altan gibi isimleri ödüllendirmek, Nazım Hikmet’in kabrini Türkiye’ye nakil girişiminde bulunmak gibi jestlerle sola kucak açması ve Erdoğan’ın “sola açılım” sürecine direnen parti teşkilâtlarını fırçalaması ne anlama geliyor?
Altıncısı; 60’lı ve 70’li yılların gerçeklerine göre doğru ve isabetli olan “Oylar dağılmasın, AP’de toplansın, CHP'nin kanadı altında komünist kuvvetin bu vatana hakim olmasına geçit verilmesin” tavsiyesini bugünün şartlarında AKP’ye uyarlamanın geçerliliği olur mu?
Yedincisi; gerek esas olarak ve doğrudan kendisini hedef alan haricî şartların, gerekse dahilî hataların bugünkü noktaya getirdiği ve samimî bir özeleştiri ile o hatalarını düzeltip, yine insafsız bir şekilde, tamamen imha etme kastıyla üzerine çullanan haricî husumetlere karşı tekrar ayağa kalkma mücadelesi veren DP, siyasetteki misyonunu sürdürme iddiasını ispatlamaya her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç duyduğu kritik bir dönemeçte niye teslim bayrağı çeksin?
Sekizincisi; “Merkez sağ zaten bize geliyor” rahatlığı içerisindeki Erdoğan’ın “Merkez solu da istiyorum” tavrı karşısında, köklerine dönüp istikametini doğrultma sinyalleri veren bir DP’yi sağlıklı bir alternatif olarak kuvvetlendirmek gerekirken, inişe geçmiş AKP’nin ömrünü uzatmak için kurban vermenin bir mantığı var mı?
Sonuç: AKP giderse CHP değil, DP gelsin.
12.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Mescid yok, ‘duâ odası’ verelim! |
|
Türkiye’de mescid eksiği, ihtiyacı ya da sıkıntısı olduğu söylense elbette pek çok kişi itiraz edecek. Ama itirazlar gerçekleri değiştirmeye yetmez ki!
İlk bakışta böyle bir ihtiyacın, eksiğin ve sıkıntının olamayacağı haklı olarak akla gelebilir. Öyle ye 70 bin caminin olduğu, devletin resmî bir kuruluşu olan Diyanet İşleri Baş-kanlığının faaliyette olduğu ve her fırsatta ‘Fazla cami yapıldı, yeter, biraz da okul yapın” diye çağrıların duyulduğu bir ülkede böyle bir eksiklik ve ihtiyacın olmaması lâzım.
Fakat gelin görün ki böyle bir eksiklik, sıkıntı ve ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaç dile getirildiği halde çare bulunmamaktadır. Türkiye’yi idare edenler ya da idarecilerin yaptığı her işte bir ‘hikmet’ arayanlar bu ihtiyacı görmese ya da inkâr etse de durum değişmiyor: Pek çok alışveriş merkezi ya da otel gibi, insanların çokca bulunduğu yerlerde mescid ya da başka bir ad ile hizmet veren ‘ibadet mekânı’ yok!
En büyük şehrimiz olan İstanbul’u ele alalım. Son aylarda açılan bazı otelleri tam bilemediğimiz için değerlendirme dışında tutarsak, 5 yıldızlı ‘lüks’ otellerin sadece birinde (Cevahir Otel/Okmeydanı) mescid vardır. Meselâ, Taksim’in göbeğinde yer alan otellerde ya da Dolmabahçe’nin üstünü ‘süsleyen’ lüks otellerdeki görevlilere ‘Mescid var mı?’ diye sorsanız, sadece ‘Üzgünüz, yok’ demekle kalmazlar; “5 yıldızlı otelde mescid mi olurmuş? Bu soru da nereden çıktı? Namaz kılacaksınız camiye gidin” diye ters ters yüzünüze bakarlar.
“Yok, hiç değilse bir eziklik hissederler, ‘Buyurun, mescidimiz yok, ama sizin namaz kılmanız için bir yer ayarlayalım’ derler” diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çünkü pek çok defa bu hadiseyi yaşamış ve ‘yetkililer’den ‘olumsuz cevap’ almışız. Sizin için namaz kılınabilecek bir yer ayarlamak yerine çok güzel akıl verirler: “Sonra kılarsın abi! Kazaya bıraksan ne olur ki! Benim babam da hacıdır!” derler ve demişlerdir. Tıpkı, ‘namaz molası’ vermek istemeyen ve bu talep karşısında bir anda ‘müftü’ olup fetva veren şoförler gibi!
Geçen gün bir vesile ile İstanbul’daki büyük alışveriş merkezlerinden biri olan ‘İstinye Park’a yolumuz düştü. Devasa binadaki dükkânları gezerken ikindi vaktinin geçmek üzere olduğunu fark ettik. “Acaba bu alışveriş merkezinde mescid var mı?” diye düşündük ve ‘İhtimaldir ki, mescid yok, ama bir soralım da yoksa bile bir mescid açsınlar’ niyetiyle bir ‘yetkili’ye sorduk. ‘Yok’ cevabına hazırlanırken, ‘Var abi!” dedi ve bir yeri tarif etti. Tarif edilen yere gittik ve “Dua odası” yön levhasını gördük. Biz ‘mescid’ yazısı bekliyorduk, ama buna da şükür diyerek ‘dua odası’na yöneldik. ‘Mescid’e doğru yürürken karşılaştığımız başka ‘görevli’lere de “Biz dua edecektik, dua odası nerede?” diye bir defa daha sorduk. Neyse tarif edilen yeri bulduk ve abdest alarak namazımızı eda ettik, Allah kabul etsin.
Elbette ki ‘İstinye Park’ yöneticilerine bu duyarlılıkları için teşekkür ederiz. Ancak ‘Mescid’e mescid demeyip, ‘Dua odası’ denilmesini de biraz yadırgadık. Gerçi isimlerin değişmesiyle hakikat değişmeyceğine kaniyiz, ama Türkiye’de de mescide ‘mescid’ denilmeyecekse nerede denilecek? Acaba bu tavır, bir tür ‘mahalle baskısı’nın göstergesi midir?
Her ne ise. İstinye Park’ın yöneticileri tebrik ediyor ve mescidi olmayan bütün otel, motel, alışveriş merkezlerinin bir an önce bu ihtiyacı karşılayacak şekilde mescid ya da ‘dua odası’ açmasını hasseten rica ediyoruz.
Madem konumuz ’mescid,’ bir paragraf da İstanbul-Fatih Belediyesi için açalım. Bizzat şahit olanların bize aktardığına göre, Fatih Belediyesinin yeni açılan ’hizmet binası’nda müstakil bir mescide yer verilmemiş. Namaz kılmak isteyenlere binanın yakınlarında bulunan camiler tarif ediliyormuş. Mütedeyyin yöneticilerin görev yaptığını bildiğimiz bu belediyenin kos koca binasında bir ‘dua odasına’ bile yer verilmemiş olması bizi cidden üzdü. Korku mudur, birilerine hoş görünmek için midir, bilemiyoruz, ama bir kez daha hatırlatalım. Aç canavara tahabbüb (muhabbet) onun iştihasını arttırır.
Diyanetten de bir ricamız var: Bu konuda da bir ‘hutbe,’ ve ‘resmî girişim’ bekliyoruz!
12.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bediüzzaman ve müspet hareket |
|
Bediüzzaman’ın müspet hareket çerçevesinde sivil itaatsizliğe kazandırdığı prensip ve formüller gerçekten harikadır. Herbirisi hem üstün formüllerdir, hem de hâlen güncelliğini devam ettiriyor. Bazılarını şöyle maddeleştirebiliriz:
* Müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek. Yani, Allah’ın rızasını düşünerek sırf iman hizmetini yapmaktır.1
* Müstebit, diktatör, insan hak ve hürriyetlerini reddeden rejimle barışmamak gerektiğini söyleyen Bediüzzaman, meseleyi şöyle açar:
Bu rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var. Ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır… Risâle-i Nur’un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif, rejim müessesesini tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Fikir ve vicdan hürriyeti onları temize çıkarır.2
* Siyasî literatürde, demokrasinin temel esaslarına aykırı olmamak şartıyla laiklik, devletin her türlü inanç, düşünce karşısında tarafsız kalmasıydı. Jakoben laikliğe sahip çıkmayan Bediüzzaman, lâik cumhuriyeti ise, dini dünyadan ayıran, dini reddetmeyen, ancak, dinsiz olmayan, dine tarafsız kalan bir sistem olarak kabul eder. Cumhuriyetin laik mânâsı da bîtaraf (tarafsız) kalmak, yâni hürriyet-i vicdân düstûruyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişilmez bir hükûmet telâkki eder.3 Ancak, ona göre, bu devlet, sosyal bir olgu gereği fıtraten dindar olan milleti yönetmek için elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi gerekir. Hem madem, laik cumhuriyet, prensibiyle bîtarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemeli.4 Bediüzzaman, tek partili devreleri de, “laiklik dinsizlik olarak tatbik edildi”5, “Dinsizlik laiklikten istifade ile kuvvet buldu”6 sözleriyle eleştirir.
* Bir şahısın kendi namına hazm-ı nefs edebileceğini (kendisini yerebileceğini), tefahur edemeyeceğini (övünemeyeceğini); millet (ve cemaat) namına ise tefahur edebileceğini (gurur duyabileceğini), fakat hazm-ı nefs edemeyeceğini ifade eder.7
* Hayat, vahdet ve ittihadın (birlik ve beraberliğin) neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad (uyum içinde birlik) gittiği vakit, mânevî hayat da gider. Tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar.8
* Cüz’î hukuku (basit, küçük hakları), hatta hayatı, haysiyeti ve dünyevî mutluluğu kuvvetli rabıta olan güçbirliği için fedâ etmek. Ve tartışmalı mevzularda meşveret etmek.9 Yani, fikir birliğine varmak için, çoğunluğun görüşünü benimsemek.
* Asâyişe (sosyal düzene) zarar verecek hareketlerden kaçınmak.10 Bütün kuvvetiyle milleti anarşilikten muhafaza ve emniyet ve âsâyişi temin etmek için çalışmak.
* Kur’an’ın, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenemez”11 âyeti sırrınca, yani “suçların şahsiliği” prensibince, dahilde asla güç, şiddet kullanmamak.12
Dipnotlar: 1-Emirdağ Lâhikası, s. 455. 2-Kastamonu Lâhikası, s. 206. 3-Tarihçe-i Hayat, s. 187, 332.; 4-Age, s. 194. 5-Tarihçe-i Hayat, s. 195.; 6-Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 97. 7-Sünûhat, s. 20. 8-Barla Lâhikası, s. 87. 9-Kastamonu Lâhikası, s. 181.; 10-Şualar, s. 429. 11-Kur’an, En’am, 164. 12-Emirdağ Lâhikası, s. 455.
12.03.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
12 Eylül'ün siyasî tasarrufu |
|
Boğazına kadar siyasete bulaşmış olan muhtıracıların (12 Mart 1971) bölüp parçaladığı siyaset, Ahrar–Demokrat fedâilerinin yoğun gayretleri sayesinde dokuz–on yıl sonra yeniden derlenip toparlanmaya başladı.
Siyaset, fıtrî bir seyirle 1980'e doğru tam rayına oturarak yoluna devam ediyor derken, bizzat darbecilerin teşviki ve tahrikiyle olduğu anlaşılan anarşi belâsı, Türkiye'yi bunaltıcı bir kaosun eşiğine getirdi.
Askerî cunta, anarşiyi bahane ederek darbe yaptı. Ancak, asıl maksat başkaydı. Darbeciler, yakınlaşan genel seçimlerde Adalet Partisinin tek başına iktidara geleceğini anladılar. Esasen, müdahaleyi de bu maksatla yaptılar: Demokratlar bir daha iktidara gelmesin, gelemesin diye...
Evet, darbecilerin asıl maksadının bu olduğu, bilâhare yaşanan tüm hadiselerin şehadetiyle sabittir.
Darbeciler, 82'deki Anayasa Referandumundan hemen sonra, iki hususta şaşırtıcı bir tavır sergilemeye başladılar.
Birincisi: Sosyal ve eğitim hayatındaki başörtüsü düşmanlığı. Evet, gayet iyi hatırlıyorum. O dönemde henüz üniversite talebesiydim. Referandumdan hemen sonra (yani, oylarını da aldıktan sonra), üniversitede okuyan başörtülü kız öğrencilere karşı amansız ve acımasız bir baskı ve yasaklama sürece başlatıldı.
İkincisi: Eski partilere ve başındaki politikacılara yasak getiren darbeciler, 1983'te yeni partilerin kurulmasına izin verirken, özellikle Demokrat Parti geleneğini sürdürecek olan partilere karşı yine amansız ve insafsızcasına bir tavır sergiledi. Bu tavrın gereği olarak, Büyük Türkiye Partisi kapatıldı ve yöneticilerine de sürgün cezası verildi. Yine aynı vahşî anlayışın bir neticesi olarak, 1983 seçimlerine hazırlanan Doğru Yol Partisinin kadroları da veto darbesiyle biçildi ve seçimlere sokturulmadı.
Haliyle, meydan Özal'a ve onun şahsıyla kaim olan ANAP'a kaldı.
Bir teknokrat olarak AP hükümetiyle de çalışan Turgut Özal, siyaseten—tıpkı kardeşi Korkut Bey gibi—Erbakan'ın Millî Selametine yakındı. Nitekim, 1977 seçimlerinde MSP'nin İzmir listesinden milletvekili adayı olmuş, ancak kazanamamıştı.
1983'te ANAP'ı kuran ve aynı yıl yapılan genel seçimleri yüzde 45'lik oy nisbetiyle kazanarak tek başına iktidara gelen Özal, her ne kadar "dört temayül"den dem vuruyor olsa da, hakikatte hem kendisi, hem de partisinin çekirdek kadrosu eski Millet Partisi geleneğiyle bağlantılı olan kimselerdi.
Bu tarz–ı siyasetin Türkiye'de hayat bulması ve meydan alması, esasında darbecilere akıl veren stratejistlerin de işine geliyordu. Zira, onların yegâne gayesi, bir misyon sahibi olan Demokratların önünü kesmek ve onları siyaset sahnesinde tüketmekti.
Nitekim, bu maksatla hareket ederek "Biz hiçbir partinin devamı değiliz" diyen Özal'ın önünü açtılar, siyaset meydanını ANAP'a peşkeş çektiler ve eskileri kötüleyip karalamak üzerine yeni politikalar geliştirdiler. Özal ve partisi da, bu kirli ve kinli siyasete tam mânâsıyla âlet oldu.
Öte yandan, ANAP'ın diğer kurucu üyelerine ve özellikle Özal'ın has adamlarına baktığınızda da, yine eski Millet Partisi ile Millî Selamet Partisinin izlerine ve Millî Mücadeleciler ile Millî Görüşçülerin has isimlerine rastlarsınız.
Meselâ, MSP eski Konya Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler, aynı görüşten Vehbi Dinçerler, Abdülkadir Aksu, eski Millî Mücadelecilerden Cemil Çiçek, A. Talip Özdemir, Millet Partisinin milliyetçi kanadından Mehmet Altınsoy, Halil Şıvgın, Güneş Taner gibi isimler, ANAP'ın hangi siyasî temayül esas alınarak kurulduğunu açıkça gösteriyor. Başka temayülden trasfer edilenler, bir figüran veya bir vitrin malzemesinden öteye gidememiştir.
TASARRUF DEVAM EDİYOR
ANAP'tan sonra parlayan Erbakanlı RP ile FP, Millet Partisi orijinli olduğu gibi, gerçekte aynı geleneğin son versiyonu olması hasebiyle AKP de bir yönüyle 12 Eylül Darbesinin siyasî tasarrufu altında bulunuyor: "Demokratları iktidara getirtmeme" inadına dayanan bir tasarruf...
Demokratların önünü kesmek için CHP'yi iktidara getirmenin imkânsızlığı, 1977 genel ve 1979 ara seçimlerinde adeta tescillenerek anlaşıldı.
Bu gerçeği üzülerek gören darbeciler, 1983'ten sonra taktik değiştirdiler ve Demokratların önünü Halkçılarla değil, bu kez Milletçilerle kesmenin yolunu tuttular. Yani, Demokratları İsmet'in Halkçı partisiyle yenemediklerini anlayınca, bu kez Fevzi Paşanın Milletçileriyle bertaraf etmeye koyuldular.
Bu zaviyeden bakıldığında, bugünkü AKP'nin de ANAP'ın devamı mahiyetinde ve Millî Görüş geleneğinin gömlek değiştirmiş bir versiyonu olduğu kolaylıkla görülebilir.
Meselâ, ANAP'ın kurucu üyelerinden olan Adâlet Bakanı Cemil Çiçek (1984'te Yozgat Belediye Başkanı), aynı zamanda yıllardır AKP hükümetinin sözcülüğü görevini de yürütüyor.
Keza, 1985'te "yılın bürokratı" seçildikten sonra ANAP'a, 1996'da RP'ye ve bu partinin kapatılmasından sonra FP'ye, oradan da AKP'ye geçen Abdülkadir Aksu, yıllarca İçişleri Bakanlığı yaptı; halen, AKP Genel Başkanı ve Başbakan Tayyip Erdoğan'ın parti yönetimindeki en yakın (Mir Dengir'in yerine geçen) siyaset arkadaşıdır.
Yani, bu iki şahsiyetin de siyasî hayatı, hep Millet Partisi geleneğini sürdüren bir çizgide devam edegelmiştir. Dolayısyla, 12 Eylül'ün "anti–Demokrat" zihniyetine dayanan bir tasarrufun el'an devam ettirilmeye çalışıldığı da anlaşılmış oluyor.
12.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Gökçe OK |
O kırk yılın, yirmisinde ben de vardım… |
|
Evet, çok şükür o kırk yılın yirmisinde ben de vardım. Ergenlik dönemi problemlerinin zirve yaptığı yıldı. Arayış, arayış ve yine arayış… Çıldırtan bir arayış, hedefsiz bir arayış. Savrulan, savuran, mutsuz bir arayış. Tam bir çile ve ıztırap hâli. Halbuki nereden bileceksiniz, o an için bir davetin geldiğini, bir çağrının önlenemez girdabına, anaforuna sürüklendiğinizi. Hepsinin üzerine tuz biber gibi gelen başarısız bir okul yılı ve canımdan öte aziz bildiğim babacığımla olan sürtüşmelerimiz.
Neye el atsam elimde kalıyor, kime sığınsam üzerime çöküyordu. En büyük destekçim, anneciğim bile artık güven bunalımı yaşıyordu bana karşı. Ben ne olacaktım, bu rüzgâr,—ne rüzgârı fırtına—bu bora, bu tipi, bu tufan nerede ve ne zaman sonlanacaktı? Hiçbir şeyin lezzet vermediği ve yüreğimdeki yangını söndürmediği ve beynimde kımıldaşan soru kurtçuklarını teskin edemediği bir koca yıldı.
Okuduğum kitabın, katıldığım toplantının haddi hesabı yoktu. Ama çare? Çare benden çok uzakta, arayış yüreğimde, ta can evimdeydi.
O günlerde, refikimiz Zaman gazetesi yayın hayatına yeni başlamıştı. Başyazarı Fehmi Koru’nun, ‘Hem Türk, hem Müslüman, hem muhafazakâr, hem batılı ve çağdaş, hem gelenekçi, hem ilerici, hem laik, hem de Atatürkçü’ bir gazete oldukları meâlinde ve fikir akımı olarak da bu çizgiyi temsil edeceklerine dair bir makalesini kesip ajandamın sayfa aralarında sakladığımı hatırlıyorum. Ben, taze bitmiş bir filiz, yeni umut bir genç, bu mu olmalıydım? Bugün bile anlamakta zorlandığım bu tanımın ve bu fikrî çizginin kalıplarına mı dolmalıydım?
Babamın kitapları yetişti imdadıma. Aslında sadece onun kitapları değil. Kaderin dantellediği bir kaneviçe sarmalamıştı yollarımı. O sene sınıfta kalmıştım. Sıra arkadaşım, Nuri Erdem oldu. Mahallemize, Zerafet Halı Sarayı açıldı, Hacınebioğlu ailesi komşum oldu. Babamın kütüphanesindeki Yavuz Bahadıroğlu serisi ise yoldaşım. Romanlardan birinin arka sayfalarındaki reklâmdan bulduğum, Yeni Asya Yayınları İzmir bürosu adresi ise rotam…
Sonrası malum, arayışa, çileye, ıztıraba, acıya, gözyaşına son veren bir büyük kavuşma. Ben Nurları ve Nurcuları tanıdıktan hemen hemen bir ay sonra Yeni Asya yeniden yayınlanmıştı 1990’da.
Şimdi geriye dönüp bakıyorum ve şükrediyorum: O kırk yılın, yarısında, yirmisinde ben de varım, çok şükür.
Kırk yıllık nurlu mazimizi, birikimimizi, haklı hizmetimizi ve şerefli dâvâmızı 21 Şubat’ta devrettik ve 22’sinde İstanbul’da, çok lâtif bir programla kutladık.
Cemiyetin içindeki yerimi, konumumu, fikir bahçeme hâkim olan düşüncelerimi, hissiyâtımı, heyecanımı, inancımı, sosyal ve siyasî hayattaki tavrımı, aile saadetimi gazeteme borçluyum. Şimdi geriye dönüp bakıyorum ve şükrediyorum: O kırk yılın yarısında, yirmisinde ben de vardım, sonsuz şükür…
12.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Onuncu Söz’de haşir |
|
Ahmet Bey: “Onuncu Söz’ün On Birinci Hakîkatında belirtilen; insanın, mahlûkâtın tarz-ı tesbîhât ve ibâdetine müdâhalesi ne demektir?”
Bilindiği gibi Onuncu Söz, Haşr’e dâirdir. Haşir; yediden yetmişe, kadın-erkek, beyaz-siyah, mü’min-kâfir ayırt etmeksizin bütün insanları çok yakından, tâ can damarından ilgilendiren bir Ebediyet bâdiresidir. En çetin hesap, en girift sorgulama, en ince muhâsebe, en âdil muhâkeme oradadır! Günahkârlar için rahmetten yana tercih kullanan şefaat-i Resûl (asm) oradadır! Allah’ın adâleti, hâkimiyeti, mağfireti ve merhameti orada kâmilen tecellî edecek; Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaati–inşaallah—orada vâki olacak; insanların ebediyet yolculuklarına nerede devam edecekleri–dünyevî amellerine göre—orada belli olacaktır.
Bu insan ne talihsizdir ki, böyle bir çetin muhâkemenin vukûuna inanıp inanmamayı sadece “tartışmakla” bir ömür tüketiyor! Oysa aslında Kur’ân’a ve Kur’ân Peygamberine (asm) îtimatsızlığın faturasını çok ağır ödüyor! Çünkü yarın, haşir hakîkatına başını vurunca her şey geçmiş oluyor. Halbûki Kur’ân ne kadar açık bir habercidir! Resûlullah (asm) ne kadar net bir uyarıcı ve müjdecidir!
Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, Haşrin vukûunu iki kere iki dört eder derecede ispat ettiği ve Mahkeme-i Kübrâ için On İki basamaklı burhan gösterdiği Onuncu Söz’ü, yalnızca bir tek âyetin tefsîri olarak kaleme alır. Âyet, Rûm Sûresi 50. âyetidir ve meâli şudur: “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine. Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir!” âyeti, ehl-i aklı, ehl-i fikri, ehl-i tefekkürü, ehl-i şuuru düşünmeye ve akıl yürütmeye dâvet ediyor. Her kışta ölen yeryüzü canlılarının, her baharda nasıl diriltildiğini ısrarla nazara veren Kur’ân âyeti, bunu yapan Kudret için insanları diriltmenin hiç de zor olmayacağını, insanların dirilmeye daha lâyık bulunduklarını kaydediyor.
Fakat görüyoruz ki, en çok akıllarına güvenen felsefeciler de dâhil ulemâ, ekseriyetle bu konuda akıl yürütmekten kaçınmışlar; haşrin bir nakil meselesi olduğu, aklın bu yolda yürüyemeyeceği ve sadece îmân etmekle iktifâ edilmesi gerektiği kanaatini izhar etmişlerdir.1 Oysa Kur’ân, “Allah, ölüleri nasıl diriltiyor; rahmet eserlerine bir bakınız!”2 âyetiyle, akıldan, öldükten sonraki dirilişi “anlamayı” istiyor. Demek, “bu bir nakil meselesidir” diyerek “taklidî îmâna” râzı olmak, Kur’ân’ın akıldan ve kalpten istediği şeyi anlamamak demektir! Sırtını ilk çağ Hıristiyan felsefesine dayayarak, maddenin ezelî olup olmadığı, Allah’ın cüz’iyâtı bilip bilmediği, Allah’a sıfat izâfe etmenin câiz olup olmadığı gibi, kahir ekseriyeti hiç ilgilendirmeyen nazarî meseleleri tartışanların; “Haşir” gibi herkesi çok yakından alâkadar eden ehemmiyetli bir meseleyi nakle havâle ederek yetinmeleri ve haşrin vukûunu “akıl” gündemine almamaları ne kadar garip değil mi?
İşte Risâle-i Nûr, bin yıllık bir boşluğu doldurarak, Onuncu Söz’le Kur’ân’ın bu âyetine cevap vermekte; Öldükten Sonra Dirilmek, Haşir ve Mahkeme-i Kübrâ konularında Kur’ân’ın işâret ettiği veçhile, aklın ve kalbin de kavraması gereken ipuçları, deliller, burhanlar ve hakîkatlar olduğunu dünyaya îlan ve ispat etmektedir. Onuncu Söz; On İki Sûret ve On İki Hakîkat ile dünyadan kabre, kabirden dirilişe, dirilişten Haşir Meydanına ve Mahkeme-i Kübrâ’ya, oradan da Cennet ve Cehenneme giden yolları akıl, mantık, idrâk ve şuur sahiplerine çok net biçimde ispat etmektedir.
Bu ispattan sonra, Haşir Müellifi der ki: “Eğer, haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi, kat’î bir sûrette anlamak istersen; haşre dâir ‘Onuncu Söz’ ile ‘Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkat ile bak; gör! Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok!”3
Onuncu Söz’ün On Birinci hakîkatı, “İnsaniyet bâb”ı ve “Hak” isminin cilvesidir. Her ismin ism-i azamlık mertebesine mazhar bir ahsen-i takvimde yaratılan, yer ile gökler ve dağların yüklenmekten çekindiği Emânet-i Kübrâyı uhdesine alan, yeryüzündeki bütün bitkiler ve hayvanların düzen ve tanzimleri hakkında söz sahibi olan ve onların tesbîhat tarzlarına ve ibâdetlerine müdâhale eden, meleklere tercih edilerek hilâfet rütbesini giyen insana, saadet-i ebediyenin verilmemesinin hiçbir şekilde kâbil ve mümkün olmadığını4 ispat ediyor. Burada geçen müdâhale ile; insanın, hilâfet rütbesi gereği, sâir mahlûkât üzerindeki tasarruf yetkisi vurgulanmıştır. Yani ekseriyetle insan nereye isterse, bitkiyi ve hayvanı oraya taşıyabilmekte; netice itibariyle bitki hayvan da orada sergisini açmakta, orada zikrine devam etmektedir.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 89
2- Rûm Sûresi, 30/50
3- Sözler, s. 106
4- Sözler, s. 83, 84
12.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Kadın hakları |
|
Kadın hakları hayatımızda önemli bir yer tutar ve en çok tartışılan konulardan biridir: Kadın mı üstün, erkek mi?
Bu konu hissî yaklaşımla ele alıdığı zaman neticeye ulaşmak zordur. Konu, öncelikle ilmî ve dinî açıdan ele alınmalıdır.
Aslında kimse kimseden üstün değildir. Kadın olsun, erkek olsun kendi alanında ve kendi konumlarında daima üstündürler.
Kadın kadındır, erkek erkektir.
Kadınların da, erkeklerin de kendi alanlarında iyileri ve kötüleri vardır.
Kadın erkeksiz, erkek de kadınsız yapamaz. Cenâb-ı Hak erkek ile kadını birbirine yardımcı olarak yaratmıştır.
İslâmiyet bunu en ince ayrıntılarıyla belirlemiştir.
Kadının en önemli özelliği şefkatidir.
O annemizdir,
O ninemizdir,
O teyzemizdir,
O halamızdır,
O kızımızdır,
O hayatımızdır.
Sevgi ve kederlerimizi onlar ile paylaşırız.
Gözyaşlarımızı onlara saklarız.
Yazık ki, medeniyetin çirkin yüzü, kadını bir obje olarak kullamaktadır.
Kadının da erkek muhataplarına karşı sorumlulukları ve kesin çizgileri vardır.
Bunun ayrıntılarını âyet ve hadislerden bulabiliriz.
Kadının en önemli özelliği ve güzelliği ise, iffetidir.
12.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
“Cenâb-ı Hak, havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır ve müşkil ve elim ve azap yapmak için vermemiştir.”
Said Nursî
Çok şey var ki yerinde ve zamanında kullanılmazsa hayatı felç eder. Meselâ bir hastalığın dermanı başka bir hastalığa zehir olabilir. Meselâ gecikmiş adalet, adalet değildir. Haddini aşan her şey zıddına inkılâb eder. Optimal düzey fıtratın sessiz gücüdür. İlâhî kanun bu güç üzerine işler. Yaratılış hamurunda “miktar” ve “denge” hâkim unsurlardır.
Fıtratta israf yoktur!
Yaratılışta israf yerine adalet, ifrat ve tefrit yerine vasat tercihi yapılmıştır. İslâmiyet bu sessiz gücün sesi ve dengenin dile gelişidir. Dolayısıyla İslâmiyete uygun davranış, üzerimize bir emirdir. Bu emre cevap vermek üzere yaptığımız her davranış, hayatı kolaylaştırır ve mutlu kılar. Eşya, olaylar ve davranışlar bu optimal noktadan saparsa kaosa sürüklenir. Fertler ve cemiyetler işleyişlerinde bu İlâhî kanunun dışına taşmamalı. Ferdî ve sosyal hayatı şekillendiren kurumlar (siyaset, ekonomi, vb.) bu denge üzerine işlerse payidar olurlar. Bir örnekle konuyu somutlaştırayım; korku! Said Nursî, başından geçen bir olaydan hareketle İlâhî kanunların fert ve toplum hayatında nasıl işlemesi gerektiği bilgisini verir. Yıllar önce.… Said Nursî önemli bir arkadaşı ile Eminönü’nden Eyüp’e gideceklerdir. Araba yok, kayığa binmek lâzımdır. Fakat yanındaki mühim arkadaşının kayık fobisi vardır. Arkadaşı Said Nursî’ye: “Kayığa binmekten korkuyorum!” der. Sebep olarak da batma ve ölme ihtimalini gösterir. Dilerseniz diyaloğun devamını 29. Mektub’dan okuyalım: Ona dedim: Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var? Dedi: Belki bin var.
Ona dedim: Senede kaç kayık gark olur (batar)?
Dedi: Bir iki tane. Bazı sene de hiç batmaz.
Dedim: Sene kaç gündür?
Dedi: Üç yüz altmış gündür.
Dedim: Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden birtek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da olamaz!
Hem ona dedim: Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun? Dedi: Ben ihtiyarım. Belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır. Dedim: Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var. Öyleyse, üç bin altı yüz günde hergün vefatın muhtemel. İşte, kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla, vasiyet et, dedim.
Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim.
Said Nursî’nin olaydan hareketle insanlığa verdiği ders ise yazının üst kısmına aldığım harika cümlesidir. Evet insanlar yerinde ve zamanında korkabilir, bu normaldir. Peki ya devletler korkarsa ve varlığını korku siyaseti üzerine kurarsa ne olur? Veya bir devlet kendi vatandaşlarını korkutarak ve şiddet kullanarak kontrol altında tutmak isterse… İşte bu en büyük tehlikedir!
İnsanların korkularını ihtimal üzerine kurması hayvanlıkla eşdeğerse, devletlerin korkusu ancak sosyal cinnet ve ideolojik çılgınlık olur.
Mezarlarında baykuşların öttüğü mazinin korku imparatorluklarına bakın, karşınıza şu kavramlar çıkar: Korku, kuvvet, keskin kılıç ve katı kalp!
Payidar olan memleketlere bakın, karşınıza hak, akıl, marifet, kanun (hukuk) ve efkâr-ı âmme çıkacaktır. Kaç nesildir bizi korkuttukları şeylere bakın: Laiklik, rejim, irtica…
Ermeni, Rum, Yahudi…
Suriye, İran, Arabistan, Yunanistan, Avrupa…
Her şey ve herkes düşman…İç ve dış korkularla donatılmış reaktif bir tepki siyaseti.
Hep böyle müebbet mi kalacak zulmet-i âlem? Elbette hayır. Baksanıza korku imparatorluklarının surları nasıl da patır patır dökülüyor.
Ergenekon ülkesinin ve 28 Şubat devrinin çıplak kralları gerçek sahneye hoş geldiler!
Evet gerçekten bir geçiş dönemi yaşıyoruz.
Bu geçişin sancısız olmasına çok dikkat edilmelidir. Saltanatlarını kaybedenlerin taşkınlıklarına dikkat edilmeli ve kontrol altına alınmalıdır:
Cevdet Paşa der ki, “Toplumlar için büyük tehlike, geçiş dönemlerinde dengeyi kaybetmektir… Değişmemekte ve statik kalmakta direnen memleketler kadar dengeyi kaybedenler de tarihin harabelerine gömülmüştür.” Evet dengeyi korumak çok zordur ama bu toplum bunu başarmak zorundadır. Herkes zihnindeki “put”u yıkmak zorundadır. Kendi tarihimizin çarkını şiddet, kavga ve kaosla değil, olgunluk, sabır ve muhabbetle çevirelim… Said Nursî der ki: Âlem-i İslâmiyet, Medine-i Fazıla-i Eflatuniye olmaya sezadır. (Tarihçe-i Hayat, s. 65)
12.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|