Yazar Fikret Başkaya, “Ergenekon çetesinin şimdilik bu kadarının deşifre edilmesi, demokrasi güçlerinin dayatması sonucu ortaya çıkmış birşey değil. Daha çok devlet içi hesaplaşma ve ‘temizlik’ hareketi gibi görünüyor” dedi.
Ergenekon istisna değil, kuraldır
Yeni kurulan cumhuriyetin bir “darbe” olduğunu söylüyorsunuz? Bu nasıl bir darbedir. Hangi sistemin devamını sağlamak üzere gerçekleştirilmiştir?
Sultan III. Selim zamanından başlayarak imparatorluk yönetici elitinin Batıya [sömürgeci/emperyalist Avrupa’ya] bakışı değişti. Fakat Osmanlı yönetici elitinde de bir dönüşüm başladı. Batı ile temas halinde olan ve/veya Batı eğitimi almış kesim, devlet yönetiminde giderek etkinliğini arttırdı. İşte Tanzimat, Islahat, Meşrûtiyet bu sürecin aşamalarıydı. Fakat değişim sadece bürokrasi içi bir değişim değildi. Bürokrasi ile padişah arasında da padişahın etkinliğini azaltan bir durum söz konusuydu. Elbette bununla daha önceki dönemde padişah ‘mutlak hakimdi’ demek istemiyorum. Meselâ I. Meşrûtiyet olarak da bilinen Kanun-i Esâsî [1876], ülkeyi demokratikleştirmekten çok, ‘yenilikçi-Batıcı’ bürokrasinin padişahı by-pass girişimiydi. Bu konuda Prens Said Halim Paşanın tesbitini hatırlamak, ne demek istediğime açıklık getirebilir. Said Halim Paşa, Buhranlarımız başlığını taşıyan eserinde şöyle diyor: “O halde ‘93 senesi mücedditlerinin takip ettikleri hareket tarzının sebep ve hikmeti ne idi? Her halde şu idi ki, onlar, Kanun-i Esâsî gereği kendisine yüklenen vazifeleri milletin yerine getirmekteki aczi sâyesinde, bu hak ve hürriyetlerden daha birçok seneler, milletin değil, kendilerinin istifade edeceğine kanaat getirmiş bulunuyorlardı. Buna göre, mutlakiyet idaresi temsilcilerinin hürriyet taraftarı olmalarının gerçek sebebi, taşıdıkları “devletin mümessili” sıfatına, bir de “hukukun ve milletin koruyucusu” sıfatını ilâve etmekti. Böylece hükümdara karşı milleti kendilerine âlet ediyorlardı” diyor. Başka türlü ifade edersek, resmî ideolojinin ve resmî tarihin yaydığı tevâtürün aksine, ‘yenilikçi’ denilen Batıcı Osmanlı yönetici bürokratik elitinin, demokrasi, özgürlük, sivil haklar gibi kaygıları yoktu ve hiçbir zaman da olmadı, olması da mümkün değildir. Neden değildir sorusunun cevabını burada vermek uygun değil… Dolayısıyla, meşrûtiyet tam bir retorikti ve gerçek dünyada bir karşılığı yoktu. II. Meşrûtiyet denilen 1908 İttihatçı darbesinden sonra söz konusu yönetici elit, bütünüyle bağımsızlaştı. Başına buyruk bir iktidara dönüştü. 29 Ekim 1923 de, öncekiler ve sonrakiler gibi bir darbeydi. Amaç Batı’cı yönetici elitin iktidarını takviye etmekti. Biliyorsunuz Saltanatın ilgası 1 Kasım 1922’dir. Saltanat ilga ediliyor, ama Cumhuriyetin ilânı tam 11 ay sonra gerçekleşiyor? Neden? Bu zaman zarfında darbeye uygun ortam oluşturuluyor. Birinci Meclis’te “II. Grup” denilen Mustafa Kemal’e muhalif unsurlar vardı. Bu Meclisle Lozan Antlaşmasının o haliyle kabul edilmesi zordu. Bu zaman zarfında Birinci Meclis fesh ediliyor, CHF [CHP] kuruluyor, yeniden seçimlere gidiliyor, Mustafa Kemal tarafından muhalefetin olmadığı bir Meclis oluşturuluyor ve cumhuriyet ilân ediliyor. Velhasıl cumhuriyet peşpeşe darbelerin ve politik manipülasyonların sonucunda ilân ediliyor. Cumhuriyet ilân ediliyordu, ama adından başka cumhuriyete benzeyen bir tarafı yoktu. Eğer bu dünyada her kavramın bir içeriği olması gerekiyorsa…
Kurulan yeni cumhuriyet rejimi insanlara umut vaad etti mi?
Dediğim gibi kurulan yeni cumhuriyetin yegâne kaygısı Batıcı yönetici sınıfın iktidarını güvence altına alıp pekiştirmekti ki, bu amaç hasıl oldu. Osmanlı İmparatorluğunda [ve aynı aileye mensup imparatorluklarda] köklü bir halk/devlet yabancılaşması söz konusudur. İlişkinin yönü de ‘devletten halka doğrudur...’ Cumhuriyet döneminde ilişkinin yönü aynı kaldı, halk işe karıştırılmadı, ama mahiyeti biraz değişti. Cumhuriyet yönetici elitinin halka bakışı ‘eski rejim’ dönemindekinden bir yerde ayrılıyordu. Cumhuriyet yönetici eliti “halkı adam etmek gibi” bir misyon üstlenmişti. Bu “kendi” halkını sömürgeleştirmektir, “kendi” halkını sömürgeleştiren tuhaf bir rejim söz konusuydu. Biliyorsunuz halkı adam etmek, ‘uygarlaştırmak’, bir koloniyalizm yöntemidir…
Devrimler hakikaten halkın huzurunu ve hayat kalitesini yükseltmeye yönelik devrimler miydi, yoksa başka bir amaç var mıydı?
Sorunuzu nüanse etmek gerekir. Bir kere yapılanlar devrim kavramıyla ifade edilebilir şeyler değildi. Biliyorsunuz o zaman ‘inkılâp‘ deniyordu ve inkılâpların amacı yönetici sınıfın konumunu güçlendiren, dolayısıyla devleti halka karşı techiz eden bürokratik düzenlemelerdi. Halkın yaşamını, refahını doğrudan angaje eden şeyler değildi…Devrimden söz edebilmek için halkın sürece müdahil olması gerekir. Ve Eski rejimin tasfiye edilip, yerine yenisinin kurulması gerekir… Durum böyleydi, ama devleti takviye amacıyla yapılan bürokratik düzenlemeler ‘müstesna şeyler’ olarak sunuldu. Böyle yaygın bir yanılsamanın ortaya çıkmasının nedeni, bu düzenlemeleri yapanların aynı zamanda yaptıklarının ne olduğuna da kendilerinin karar vermelerinden kaynaklanıyordu. Adını kendileri koyuyorlardı. Bu durumu teşhir edecek, olup-bitenlerin kimin için ne anlama geldiğini ortaya koyacak eleştirel bilince sahip unsurlar, gerçek entelektüeller ve bilim insanları yok gibiydi. Öyle olunca da ‘köpeksiz köyde değneksiz gezmek’ kolaylaşıyordu…
Cumhuriyet döneminde devlet gücünün “şiddet”e başvurduğunu söylüyorsunuz. Nasıl bir şiddetti bu ve insanlar bu şiddete nasıl karşılık verdi?
Söz konusu olan bir dikta rejimiyse ki, öyleydi, onun şiddete dayanmaması mümkün mü? Toplum bütünüyle örgütsüzdü. Atomize edilmiş durumdaydı. Her türlü talep ve muhalefet şiddetle eziliyordu. Uygulanan şiddetin nasıl olduğunu Kürt isyanlarının bastırılış tarzına bakarak anlamak mümkündür.
Eğer başka bir amaç rejime hizmet ediyorsa burdan nasıl bir tarih çıkarıldı ve insanlara öğretildi? Ismarlama bir tarih diyorsunuz kime
ısmarlandı bu tarih?
Eğer bir şeyi yapan onun ne olduğuna, ne anlama geldiğine de kendisi karar veriyorsa, orada bir sorun var demektir. Şeylerin hikâyesini anlatma görevi devletin resmî tarihçilerine, memur tarihçilere kaldı. Biliyorsunuz bürokrattan bilim insanı olmaz. O, başka çıkarların ve başka bir mantığın hizmetinde olduğu için. Resmî tarih devletin ‘sadık’ memurları tarafından o dönemin egemenlerinin ihtiyacına uygun olarak ‘imâl edildi’… Devlet, tarih yazma işini kendi memuruna havale etti. Onun dışında hiçbir girişime izin verilmedi. Ve ortaya işte böyle bir ‘resmî tarih’ çıktı… Biliyorsunuz resmî tarih, “ egemen sınıfın [sınıfların] ihtiyacı olan bir tarih versiyonudur”… Resmî tarihçinin misyonu tarihi tahrif etmek, yalan, tevatür, tahrifat, yok sayma üzerine bir tarih versiyonu üretmektir… Bu da boşuna yapılan birşey değildir elbette… Zira toplumun bu gününe egemen olmak istiyorsan, dününe, geçmişine egemen olman gerekir. Bunun yollarından biri de kolektif hafızayı yok etmektir. Bu yüzden ben resmî tarihin teşhir edilmesini çok önemsiyorum. Zira, ancak tarih bilincimiz bizi özgürleştirebilir…
İttihatçılar bu tarihin neresinde ve ittihatçılar içinde bir ayrışma var mı? Bazı tarihçiler meselâ Ermeni Tehcirini masonluğa bağlı İttihatçıların
planladığını söylüyorlar. Bu doğru mu?
İttihatçılar ve onların zihniyeti bu tarihin tam da göbeğinde yer alıyordu. Bu gün de Türkiye’de geçerli olan genel anlayış İttihatçı geleneğin devamından başka birşey değil. Elbette son dönemde kayda değer bir aşınmadan söz edebiliriz. Ermeni Tehciri’ne gelince bu işi yapanların mason olup-olmaması sanıldığından çok daha az önemlidir… Kaldı ki, İttihatçıların çoğu Mason Locasına mensuptular. Biliyorsunuz İttihatçılığın asıl merkezi Selânik'ti ve Mason Locasına mensup olanlar kahir ekseriyetteydi. Şahsen masonluğun öneminin abartılmasının doğru birşey olduğunu düşünmüyorum…
Resmî tarihin yalanlar çöplüğü olduğunu söylüyorsunuz. En büyük yalanlar neler? Hâlâ gerçeğini bilip de konuşamadığımız bir yalan var
mı? Var ise eğer biraz da olsa açıklar mısınız?
Evet, gerçekten tam bir yalan çöplüğü. Tahrifata uğramamış birşey yok. Bir kere ‘Millî Mücadele’ ile igili tam bir yalan ve efsane üretilmiş durumda. Diyorlar ki, bu tarihte bir ilk, dünyanın ilk anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşı… Oysa Millî Mücadeleyi yürütenlerin anti-emperyalizm türü kaygıları yoktu. Ortada bir ulusal kurtuluş mücadelesi de yok. Emperyalist savaşa katılan, antlaşmaların altına imza atan bir devlet yerinde duruyordu… Ulusal kurtuluş savaşı tanımı, Cezayir için, Endonezya için, vb. uygundur ama adı TC’ye dönüşen devlete uygun değildir. İnkılâpların yüceltilmesi, Mustafa Kemalin putlaştırılması da bu bağlamda zikredilebilir.
Resmî tarihin dışına çıktığımızda neyle
karşılaşacağız?
Resmî tarihin dışına çıkmak, ‘mayınlı alana’ girmek demek. İşinden atılmak demek, hapishane demek, vatan haini ilân edilmek demek, vb. Ama artık resmî tarihteki ve resmî ideolojideki aşınmanın hızlandığını söylemek mümkün…
M. Kemal kültü bu tarihte nasıl bir şahsiyet olarak yer alacak?
Zamanı geldiğinde “gerçek” bir Mustafa Kemal biyografisi yazılacak ve her şey olabildiğince yerli yerine oturacak. Zira kişi kültünü ve kişiye ait yalanları ilelebet sürdürmek mümkün değildir.
Türkiye’deki insanların eşit haklara sahip, sınıfsız yurttaşlar olduğuna inanıyor musunuz?
Türkiye’de insanların eşit haklara sahip yurttaşlar olabilmesi, rejimin gerçek anlamda cumhuriyet [republica] olması durumunda mümkündür, ama yukarıda da söylediğim gibi bizdeki cumhuriyetin adından başka cumhuriyete benzeyen pek bir tarafı yok ve hiçbir zaman da olmadı… Osmanlı döneminin reayası hiçbir zaman gerçek anlamda yurttaş olamadı. Söylediğinizin mümkün olabilmesi için, birincisi, rejimin cumhuriyet olması; ikincisi de insanların yurttaş bilincine sahip olması gerekiyor. Oysa buradaki ortalama insanın ortalama bilinci, misafir, mülteci, sığıntı bilincinin bir tür aritmetik ortlaması gibi… Bu son derecede önemli bir sorun ve bunun tarihsel, sosyal, politik, kültürel bir geri planı var, ama burada bu konuya girmek uygun olmaz…
Darbeler bu resmî tarihin ve ideolojinin korunması için mi yapılıyor?
Toplum sürekli değişen, yenilenen dinamik bir ‘zatiyettir’, varlıktır, süreçtir. Resmî ideoloji toplumu bir cendere içine alıp sıkıştırıyor, ama dinamik olan toplumsal süreç kaçınılmaz olarak o kalıba sığmaz duruma gelince, bir ‘uyumsuzluk durumu’ oluşunca, bir darbe yapılarak resmî ideoloji takviye ediliyor…,
Sizce bugün halk resmî tarih ve resmî ideolojiyle hesaplaşma noktasına geldi mi?
Bu alanda son dönemde önemli bir mesafe kaydedildiğini söyleyebiliriz. Resmî ideoloji ve resmî tarihin pabucunun dama atılması uzun sürmeyecek sanıyorum. Zira, bir kere yol açıldı mı arkasının gelmesi doğaldır…
Seksen yıllık süreç halkla bir bilek güreşi miydi?
Bir tür ‘halkı adam etme girişimiydi’ demek mümkün, ama sonuç ortada…
Bir de hep yüzde doksan küsürü Müslüman olduğu söylenen Türkiye’de din devletin düşmanıymış gibi aksettirildi. Bu bağlamda resmî
görüşün ne gibi yanlışları var?
Eğer Türkiye’deki rejim gerçekten laik olsaydı, bir dizi saçmalık yaşanmazdı. Biliyorsunuz en genel anlamında laiklik, siyasetin [devletin] din alanına müdahale etmemesi, hiçbir dinî işlev üstlenmemesi, onun dışında kalması, dinin de hiçbir biçimde siyaset alanına girmemesi politik bir işlev üstlenmemesi demektir. Oysa Türkiye’de bırakın siyasetin dine karışmamasını, dinler, inançlar, v.b. karşısında taraf olmamasını ve bunlara eşit mesafede durmasını, din tam da devletin göbeğine yerleşmiş durumda. Din oldum olası devlet tarafından kullanılıyor, devlet [siyaset] tarafından manipüle ediliyor. Dinin ihtiyaca göre manipüle edildiği bir ortamda bütün bunlar şaşırtıcı değil. Sorun dostluk/düşmanlık meselesi değil… Sorun rejimin laik olup/olmamasıyla ilgili…
Sizce Türkiye’de İslâm kendi gelenekselliği içinde hayat bulabildi mi? Devletin dine yaptığı müdahale Anadolu’da birlikte yaşama kültürüne katkı sağladı mı? Çünkü İslâm her zaman rejim açısından radikal ve bölücü bir şey olarak lanse edildi?
Din devletin ihtiyaçlarıyla uyumlandırıldığı sürece, dine müdahale edildiği sürece, elbette söylediğiniz mümkün olamazdı… Siz dine karışırsanız işin doğası gereği din de size karışır. Aslında İslâmın devlet düşmanı olması mümkün değildir. Ama orada nüanse edilmesi gereken önemli birşey var: Eğer söz konusu olan politik İslâmsa iş değişir. O zaman başka bir şeyden bahsediyorsunuz demektir… Nitekim politik İslâm [siyasal İslâm] demek, dinin politik amaçlar için, iktidarı ele geçirmek için araçlaştırılması demektir. O zaman sorun din alanından politika alanına kaymış olur. Kimi milliyetçiliği, kimi laikciliği bayrak ederken, birileri de dini bayrak ederse, o farklı birşeydir artık.
Bunun yanında uluslar arası camianın Türkiye’deki İslâmla oynadığını düşünüyor musunuz?
Uluslar arası camia değil de emperyalist güçler demek gerekir. Onlar da İslâmı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktan geri kalmadılar. Bunun son örneklerinden biri bildiğiniz “Yeşil Kuşak Doktrini” dahilinde dinin araçlaştırılmasıdır. Ama politik İslâm denilen de bizzat İngiliz oryantalistlerinin bir fabrikasyonuydu. Dolayısıyla sorun sadece Türkiye’yi angaje etmiyor…
Bu konulardan sonra daha güncel bir alana gelerek Ergenekon yapılanmasını bu resmî tarih ve yapılanma içerisinde nereye oturtmak
gerekir?
Bana göre “Ergenekon” bir istisna değil, kuraldır. Adı değişse de benzer yapılar ve örgütlenmeler her zaman var oldu. Dolayısıyla adı ne olursa olsun, bu tür örgütlenmeleri ne Raison d’ État ile ne de Gladio ile açıklamak mümkün değil. Kaldı ki, Raison d’État’nın olduğu rejim gerçek anlamda cumhuriyet olamaz. Bizdeki, devletin yapısı ve mantığına içerilmiş, Türkiye’deki rejime özgü birşey ve süreklilik arz ediyor. Başka türlü söylersek, bu tür örgütler İttihatçı devlet geleneğinde mündemiç olan birşey. Eğer rejim gerçekten cumhuriyet olsaydı bunlar olmazdı. Dolayısıyla rejimin niteliğinde köklü bir değişiklik olmadığı sürece, devlet içindeki bu tür çeteler ve örgütlenmeler, devlet çeteleri var olmaya devam eder. Onun için benim ısrarla söylediğim şeyi yapmak gerekiyor: Rejimin niteliğini tartışmaya cüret ve cesaret etmek. Bu da ancak devlet gibi düşünmeyenlerin, gerçekten bilimsel/entelektüel kaygıları olanların yapabileceği birşeydir…
Ergenekon üzerinden Türkiye’deki demokratik güçlerle militer anlayıştaki güçler arasında bir hesaplaşma mı yaşanıyor? Size göre Türkiye Ergenekon yapılanmasının üstesinden gelecek güce sahip midir?
Aslında Ergenekon’un “açığa çıkarılması” konusuna biraz farklı yaklaşmak gerekiyor. Çetenin şimdilik bu kadarının deşifre edilmesi, demokrasi güçlerinin dayatması sonucu ortaya çıkmış birşey değil. Daha çok devlet içi hesaplaşma ve “temizlik” hareketi gibi görünüyor. Buradan giderek kötülüğün kaynağına inileceğini umut etmek iyimserlik olur. Yine de iyi bir başlangıç, dolayısıyla bu kadarının ortaya çıkması bile son derecede önemli. Zira, istenmeyerek de olsa, ‘operasyon’ ilk defa birçok şeyi açığa çıkardı. Gerçi ilgili ve duyarlı sınırlı bir çevre tarafından az-çok bilinen şeylerdi, ama şimdi durum farklı. Bir zaman geliyor mızrak çuvala sığmaz oluyor. Ruhları çağıranlar onu geri gönderemiyor… Türkiye’nin Ergenekon türü musibetlerden kurtulmasının yolu, halkın bu amaçla sokağa dökülmesi, rejimi değiştirecek bir iradenin kendini dayatması durumunda mümkün. Bu potansiyel olarak mümkün, ama gerçekleşmesi bir çok faktöre bağlı… Her şeye rağmen önümüzdeki dönemde hak, haysiyet, sosyal eşitlik, özgürlük ve demokrasi bilincinin güçleneceğini umut edebiliriz…
Fikret Başkaya kimdir?
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler İktisat ve Maliye bölümünü bitirdi. Paris ve Poitiers Üniversitelerinde doktora öğrenimini tamamladı. Emperyalizm üzerine çalışmalar yaptı. Türkiye’ye döndüğünde askerliğini yaptığı yedek subaylık döneminde sakıncalı er sayılarak Oltu’ya sürgüne gönderildi. Abant Izzet Baysal Üniversitesi İktisat Bölümü öğretim üyesi iken resmî ideolojinin eleştirisini içeren Paradigmanın İflâsı adlı kitabından ötürü Terörle Mücadele Yasasına muhalefetten 20 ay hapis cezasına çarptırıldı. Haymana Kapalı Cezaevinde cezasını çekti. 2004’te, 1994 yılında Gündem gazetesinde yayımlanan ve hiçbir adlî işleme konu olmayan makalelerine Akıntıya Karşı Yazılar adlı kitabında yer veren Doç. Dr. Fikret Başkaya’nın, “devletin manevî şahsiyetine hakaret ettiği” gerekçesiyle 3 yıl hapsi istendi. Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesinde görülen dâvâda Başkaya’nın ‘eleştiri sınırları içinde kaldığı’na hükmedilerek hakkında beraat kararı verildi (2005). 2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı, Başkaya’nın ‘Paradigmanın İflâsı’ adlı kitabına sesli kitap projesinde yer verdi. Fikret Başkaya 2007 yılı itibariyle Özgür Üniversite’nin başkanlığı görevini sürdürmekte ve bu kuruluşta gönüllü olarak ders vermektedir.
|