Bizzat yapmakla mükellef olduğumuz işleri dahi başkalarına havale etmek, çoğu zaman nefs-i emmaremizin hoşuna gider. Sorumluluktan hep kaçmayı âdet edinen kör nefsimiz; neredeyse doğrudan yüce Allah’a karşı olan vazifelerini bile başkalarına yüklemeye, havale etmeye çalışır. Abd olmanın bir gereği olarak kulluk vazife ve sorumluluklarını dahi birilerinin yapmasını arzu eder. Doğrudan yapmakla mükellef olduğu, yerine getirmek zorunda olduğu dinî vecibelerini yerine getirmemenin suçunu, başka yerlerde aramaya kalkışır. Veya kendisinden başka hiç kimsenin yapmak zorunda olmadığı, yalnız ve yalnız kendisinin sorumlu olduğu şahsî vazifelerinin zahmetinden, külfetinden kurtulmak için kendince, hiç inandırıcı olmayan bazı çarelere başvurur.
Böyle garip ve enteresan bir hâlet-i ruhiye içinde olan günümüz insanının çoğu, bilhassa mânevî alanda yaşanmakta olan problem ve menfîliklerin çare ve çıkış yollarını da hep başkalarından bekler maalesef. Bu noktada sorumluluklarını hiç hatıra getirmeyen, hep kenardan seyirci olmayı yeğleyenler, birilerinin gelip ortalığı düzeltmesini, rayından çıkan işleri yoluna koymasını beklerler. Bu mantığa göre; dejenere olan mânevî hayatın, yozlaşmaya yüz tutan ahlâkî değerlerin düzelmesi, ancak dışarıdan birilerinin, gerekirse zor kullanarak, müdahale etmesine bağlıdır. Bu faraziyeye göre, insanların dinî vecibelerini yerine getirmeleri için de böyle zorakî, cebrî tedbirler şarttır. Yani, deyim yerindeyse gerektiğinde millete zorla veya kanunla namaz kıldırmalı, oruç tutturmalı, zengin ise kanunî bir düzenleme ile zekâtını almalı, hacca göndermeli...
Bize tuhaf da gelse, garip de karşılasak, ehl-i dinden bir çok insanın böyle bir anlayış içerisinde olduğu acı bir gerçektir. “Dinde hassas, muhâkeme-i akliyede noksan”, fakat iyi niyetle hareket ettiklerinden emin olduğumuz bu kardeşlerimizin, kendilerine göre dinî bazı hassasiyetler içinde oldukları da diğer bir gerçek. Bunun bir sonucu olarak, siyasî tercihlerinde de çoğu zaman dinî hassasiyetleri ön plana çıkardıkları... Rey kullanırken de her defasında, dindar görünen veya mânevî argümanları ön plana çıkaran siyasî kadroları tercih ederler. Halkın bu özelliklerini, bu duyarlılıklarını çok iyi bilen siyasîler de, seçmenin reylerini almak için, kâinatta hiçbir şeye âlet edilmemesi gereken dinin o yüce değerlerini, hiç çekinmeden siyasî emellerine—bilerek veya bilmeyerek—âlet ederler.
Gelin görün ki, milletimizin “dine ve dindarlara iyi hizmet ederler, mânevî değerleri koruma altına alırlar” niyetiyle reylerini vererek iktidara getirdiği sözde muhafazakâr kadrolar, saf milletimizin bu beklentilerini ve temennilerini her seferinde boşa çıkarır. Bu gerçek, yakın veya uzak siyasî tarihimizi bilenlerin malûmudur. Böyle dindar görünümlü siyasî hükümetler zamanında, dine ve dindarlara hizmetten çok, o güne kadar kazanılmış bazı hakların dahi elden çıktığına bu millet şahittir.
Bu meyanda Bediüzzaman’ın; bir asır önce, tıpkı şimdi olduğu gibi, sözde dinî hassasiyetleri öne çıkararak “Dine zarar olmasın, ne olursa olsun” diyerek endişelerini dile getiren bazı şarklı insanlara verdiği cevap mühimdir:
“İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.”
Bediüzzaman, bu sözüyle, dinin yüceliğini ifade ederek, söndürülmesinin mümkün olmadığını; bu bakımdan Allah’ın koruması altında olduğunu, dolayısıyla bazı siyasîlerin bekçiliğine, muhafızlığına da ihtiyacı olmadığını beyan eder.
15.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|