"Gerçekten" haber verir 15 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Süleyman KÖSMENE

Kıyamet haberleri - 1



İsveç’ten okuyucumuz: “Kıyamet nasıl kopacak? Merak ediyorum; koptuğu zaman ve hemen sonrasında neler olacaktır?”

Her canlı nasıl doğuyor, büyüyor ve ölüyor ise; kâinatın da doğumu, genişlemesi ve ölümü elbette söz konusudur. Kıyâmetin kopma emrine muhatap olması ve gerekli emirleri uygulaması için Cenâb-ı Hakk’ın “İsrâfil” isimli büyük meleği görevlendirdiğini biliyoruz. Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Sûr sahibi İsrâfîl sûr’u ağzına koymuş, kulağını da Allah’ın emrine açmış; ne zaman üflemekle emrolunsa derhal üfleyecek halde beklerken ben nasıl sevinebilirim?” Bu söz Ashab-ı Kirâma çok ağır gelince, Peygamber Efendimiz (asm): “‘Hasbünallahü ve ni’me’l-Vekîl’ deyiniz” buyurdu.1 Demek, o büyük dehşetin korkusundan kurtulmak için, Allah’a sığınmaktan başka çâremiz kalmaz.

Kur’ân, kıyâmetin kopuşu ile ilgili en yoğun haberlerin kaynağıdır. Kur’ân’ı dinleyelim:

1- Kıyâmetin ne zaman kopacağını Allah bilir: “Sana kıyâmetin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: ‘Ona dâir bilgi ancak Rabbimin katındadır. Ondan başkası Onun vaktini açıklayamaz. Kıyâmet, gökler ve yer için çok büyük bir olaydır! Size ansızın geliverir.”2

* “İnsanlar sana kıyâmetin vaktini soruyorlar. De ki: ‘Ona dâir bilgi Allah katındadır.’ Nereden bileceksin? O çok yakındadır.”3

2- Kıyâmetin kopuşu dehşetlidir: “Ey İnsanlar! Rabbinizden korkun! Kıyâmet Gününün zelzelesi pek büyük bir şeydir! Onu gördüğünüz an, her bir emzikli kadın emzirdiğini unutur. Her bir hâmile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş görürsün. Hâlbuki onlar sarhoş değillerdir. Lâkin Allah’ın azabı şiddetlidir.”4

3- Kıyâmetin kopuşu ile yeryüzü ve gökyüzü dağılacaktır; o gün yalanlanamaz: “Size vaad olunan muhakkak gerçekleşecektir. Yıldızlar karardığında, gökler yarıldığında, dağlar dağıldığında, Peygamberler ümmetleri hakkında şâhitlik etmeye çağırıldığında; bu şahitlik hangi güne bırakıldı? Hüküm gününe. Hüküm gününün ne olduğunu bilir misin? Yazıklar olsun o günü yalanlayanlara!”5

* “Sûr’a bir defa üfürüldüğünde, yeryüzü ve dağlar yerinden kaldırılır, birbirine defalarca çarpmakla darmadağın edilir. İşte o zaman olan olmuştur. Gök yarılmış, intizamından çıkmıştır.”6

4- Kıyâmet gününde insan ancak Rabbine sığınır:

* “‘Kıyâmet günü ne zamanmış?’ derler. Gözler kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman. İşte o gün insan, ‘Kaçacak yer neresi?’ der. Hayır; sığınılacak hiçbir yer yoktur. O gün varılacak yer, ancak Rabbinin huzurudur. Yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı her şey o gün insana bildirilir.”7

5- Kıyâmet, Sûr’un birinci defa üflenmesiyle kopar, her canlı dehşete kapılır: “Sûr’a üfürüldüğü gün, Allah’ın dilediklerinden başka göklerde ve yerde olan herkes dehşetle korkar. Hepsi de boyunlarını bükerek O'nun huzuruna gelirler.”8

6- Sûr’un ikinci defa üflenmesiyle her canlı ölür:

* “Sûr üfürülür. Ve Allah’ın dilediklerinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa düşüp ölür.”9

7- Sûr üçüncü kez üfürüldüğünde ise, bütün insanlar dirilir: “Sonra bir daha sûr üfürülür. Ve onlar kabirlerinden kalkıp bakışırlar. Yer, Rabbinin nûruyla aydınlanır. Levh-i Mahfuz açılır. Peygamberler ve şâhitler getirilir. Sonra aralarında hak ve adâletle hükmolunur. Haksızlığa uğratılmazlar.”10

* “Ve sûr üflenir. Onlar kabirlerinden kalkıp Rablerinin huzuruna koşarlar. ‘Eyvah bize!’ derler. ‘Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı? İşte Rahmân’ın vaadi bu. Meğer Peygamberler doğru söylemişler.’ İşte tek bir sestir ki, hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler. O gün hiç kimseye haksızlık yapılmaz. Ancak işlediklerinizin karşılıklarını görürsünüz.”11

* “Muhakkaktır ki, kıyâmet günü mutlaka gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Ve Allah kabirde yatanları diriltecektir.”12

Kıyâmetle ilgili olup bitenlerden bâkî ruhların da derecelerine göre hissedâr olacaklarını belirten Bedîüzzaman Hazretleri, bunu kahır ve celâl tecellîlerinden meleklerin müteessir olmalarına benzetir. Üstad Bedîüzzaman’a göre, nasıl ki sıcak bir yerde bulunan insan, dışarıda kar ve tipi altında titreyenleri gördükçe akıl ve vicdan itibariyle üzülürse; tamamen şuur sahibi olan bâkî ruhlar da kâinâtla birebir ilgili olduklarından kâinâtın büyük olayı olan kıyâmetin kopuşundan derecelerine göre etkilenirler. Azap ehli ise korku içinde, acı ve elem duyarak; saadet ehli ise, hayret ve heybet içinde, şaşkınlıkla ve birbirine müjdeleyerek kıyâmetin kopuşunu hissederler. Çünkü Kur’ân, kıyâmetle ilgili haberlerinde “Göreceksiniz!” diyor. Oysa dünyevî cisimleriyle kıyâmeti görenler ancak o saate yetişenlerdir. Öyleyse kabirde cesetleri çürümüş olsa bile bütün ruhlar kıyâmetin kopuşunu göreceklerdir.13

Yarın İnşaallah devam edelim.

Dipnot:

1- Rıyâz’us-Sâlihîn, 408; 2- A’râf Sûresi, 7/187; 3- Ahzâb Sûresi, 33/63; 4- Hac Sûresi, 22/1,2; 5- Mürselât Sûresi, 77/7-15; 6- Hâkka Sûresi, 69/13-15; 7- Kıyâmet Sûresi, 75/6-13; 8- Neml Sûresi, 27/87; 9- Zümer Sûresi, 39/68; 10- Zümer Sûresi, 39/68, 69; 11- Yâsîn Sûresi, 36/51-54; 12- Hac Sûresi, 22/7; 13- Mektûbât, s. 61, 62.

15.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah adı anıldığında



Besmele’nin sırlarını anlatan Birinci Söz’ü okuduğumuzda Besmele’nin nasıl bir ruh, enerji, bitmez tükenmez bir kuvvet ve bereket olduğunu daha iyi anlarız. Besmele’yle başlanmayan iş ise, hadis-i şerifte de dikkat çekildiği gibi bereketsiz ve güdükdür.1

Onun için bir Müslüman olarak bizler Bismillah’ın her hayrın başı olduğunu; yerken, içerken, herhangi iyi bir işe başlarken Besmele çekmek gerektiğini biliriz. Eğer bir hayvan keseceksek, “Bismillâhi Allâhüekber” diyerek kesmemiz gerektiğini de. Çünkü Kur’ân açıkça, “Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanın etini yemeyin” buyurur ve bunun Allah’a itaatten çıkmak olduğunu bildirir.2

Motheet.com sitesinde anlatıldığına göre Suriye’nin değişik üniversitelerinden tıbbın değişik dallarında uzman 30 kadar bilim adamı Besmele’yle ve Besmele’siz kesilen hayvan etlerindeki değişiklikleri laboratuvar atmosferine taşımışlar. Oldukça ilginç, şaşırtıcı, mû'cizevî sonuçlar elde etmiş, Besmele çekilerek kesim yapmanın sağlık açısından son derece faydalı olduğunu ortaya koymuşlar.

Besmelesiz kesilen hayvan etlerinin dokularında pıhtılaşan kanda zararlı mikrop ve bakterilerin hemen üremeye başladığını, Besmeleyle kesilen hayvan dokularında ise kan, bakteri ve mikroplara rastlanmadığını hayretle görmüşler.

Bilim adamları önce Besmele’yle ve Besmelesiz kesilen kuzu, dana ve tavuk gibi farklı hayvan etlerini kesip kuru bir yerde 48 saat bekletmişler. Sonra etler üzerindeki değişiklikleri mikroskop altında incelemişler. Besmele’yle kesilmiş dana etine baktıklarında açık gül kurusu rengine büründüğünü, bozulmadığını, mikrop üretmediğini; tam tersi Besmelesiz kesilen dana etinin ise bozulduğunu; koyu, kirli, siyaha yakın kırmızı bir renk aldığını, bolca zararlı mikrop ve bakteriler ürettiğini, Besmelesiz kuzu ve tavuk etlerinde de aynı şekilde bozulma olduğunu tesbit etmişler.

Araştırma heyetinde bulunan Veteriner Fakültesi Et Sağlığı Profesörü Fuad Nima bunun sebebini şöyle açıklıyor: “Kesim anında çekilen Besmele ve tekbirin, hayvana yaptığı tesir ve heyecan, hayvanın organ ve adalelerinde meydana getirdiği hareket, hayvanın vücudundaki kanın azamî miktarının dışarıya atılmasına yol açıyor. Kesim anında Besmele’nin terk edilmesi hâlinde bu kanın önemli bir miktarı vücutta kalıyor. Bu da daha önce vücutta var olan mikropların çabuk gelişip çoğalmasını sağlıyor. Kanda hızlı bir şekilde çoğalan ve hastalıklara yol açan muhtelif mikroplar, insan midesine girdikten sonra, bütün vücuda yayılıp kalbe ulaşabiliyorlar. Kalp hastalıklarında ölümlerin yüzde yirmisinin hayvan kanından oluşan ve sonra ağız yoluyla insana geçen bu mikroplardan kaynaklandığı bilinmektedir.”

Araştırma, Besmele’siz kesilen hayvanların vücutlarında kan kaldığı için çabuk bozuldukları, bozulmamaları için hemen donduruculara konulduğu, aksine Besmele’yle kesilen hayvan etlerinin daha sağlıklı olduğunu da

ortaya koydu.3

Dipnotlar:

1- Keşfü’l-Hafa, 2:174.

2- En’am Sûresi: 121.

3- Motheet.com; Ahmet Altun, Besmele Mucizesi. S. 146.

15.03.2009

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Nur kervanı…



Bu sene bahar bir başka güzel geldi.

Gazetemizin 40. yıl kutlaması, ardından 40 yıllık serencamın anlatıldığı bir dizi program organize edildi, ediliyor.

Her zamankinden daha yoğun bir tempoyla düzenlenen kadın-aile eğitimine dair Kur'ân-Sünnet ve Risâle-i Nurlardan kaynağını almış seminerler dizisinin ilânlarınıysa gazetemizin “Ajanda” köşesinde merakla takip etmekteyiz.

Aslında anma toplantıları, seminerler, açık oturumlar, paneller, sempozyumlar ve benzeri faaliyetler ‘müfritâne irtibat’ açısından mümbit zeminler. Risâle-i Nur’u anlayıp geniş çevrelere anlatabilme yönüyle de muhteşem fırsatlar!

Bu tarz faaliyetler şimdilerin yaygın tabiriyle “ortak akıl” mahiyetinde hakikatleri keşfetmede, hatırlamada yardımcılar. Üstelik toplumda günübirlik gündemlerin üstüne çıkmak, gündemi yönlendirmek ve iman hakikatlerine dikkati çekmek açısından da son derece önemliler. Bu noktada özellikle sempozyumlar ve kongreler birer “bilgi ziyafeti” mahiyetinde son derece ehemmiyetli konumdalar.

Kısacası, Risâle-i Nur’u anlama ve anlatma gayretleri mahiyetindeki bu tarz faaliyetler “şahs-ı manevi”nin maddî olarak net bir şekilde görülebildiği parlak levhalar hükmünde…

İşte 21–22 Mart tarihleri arasında düzenlenecek olan IV. Risâle-i Nur Kongresi de bu nurlu halkanın tamamlayıcısı olacak. Risâle-i Nur Enstitüsünün organize ettiği “Küresel Kriz ve Said Nursî’nin İktisat Görüşü” başlığını taşıyan kongre her zamanki gibi “ictimaî reçete” mahiyetinde olduğundan yoğun bir ilgiyle takip edilecek şüphesiz.

Malûmunuz, küresel krizin etkilerinin bütün dünyaya dalgalar halinde yayılması herkesi düşündürmekte. Katolik dünyasının ruhanî lideri Papa’nın bile ekonomik krizi “İlâhî ikaz” olarak yorumladığı bir ortamda, krizin sebepleri ve sonuçlarını Risâle-i Nur’un esasları çerçevesinde analiz etmek insanlığın geleceği açısından çok önemli değil mi?

Hatırlarsınız geçtiğimiz günlerde Vatikan’ın resmî yayın organı olan bir gazetede yayınlanan bir makalede malî krizden çıkış yolunda İslâmî esasların işe yarayacağı belirtilmekteydi. (7 Mart 2009 tarihli Yeni Asya)

Evet, I. Dünya Savaşı gibi en büyük felâketlerin yaşandığı ortamda dahi “Felâketten dahi saadet çıkar” diyen Bediüzzaman Hazretlerinin bu krizde de sunacağı “ictimaî reçete” büyük önem taşımakta. Zira inanıyoruz ki, “Risâle-i Nur külliyâtı, bu asrı ve gelecek asırları tenvir edecek bir mû’cize-i Kur’âniyedir.”

Risâle-i Nur’dan cevaplar

Kongrede cevabı Risâle-i Nur’larda aranacak olan sorular şunlar:

* İslâm toplumlarının da temel sorunlarından biri olan dünyevîleşme ile kriz arasında nasıl bir ilgi kurulabilir?

* Bediüzzaman’ın da işaret ettiği şekilde insanın ve toplumun mesh-i manevisine sebep olan ahlâkî bozulmanın önünü açan bir medeniyet algısının bu tür krizdeki rolü nedir?

* Bütün dünyada bulaşıcı bir hastalık haline gelen israf alışkanlığının, zarurî olmayan ihtiyaçların zarurî ihtiyaçlar haline dönüşmesine sebep olan görenek ve özentinin önüne geçilebilmesi nasıl sağlanacaktır?

* Kriz sonrası insanlığı nasıl bir tablo beklemektedir?

* Beşerin bundan sonraki yaşayacağı dönemin özellikleri neler olacaktır?

Şahs-ı manevî

Bediüzzaman Hazretleri “Şahs-ı manevî”yi anlatırken “Risâle-i Nur, bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mürşididir. Bu risâleleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da madem Risâle-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir” diyor. Yeter ki, ihlâsla, samimiyetle, uhuvvet dairesi içinde ciddî hareket edilsin!

“Niyet-i hâlisenin dahi kerâmeti vardır. Samimiyetin dahi kerâmeti vardır. Bahusus Lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde ciddî, samimî tesanüdün çok kerâmetleri olabilir. Hatta şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veli-i kâmil hükmüne geçebilir, inayâta mazhar olur” diyor.

Kongrenin krizlerden bunalan insanlık âlemi için hayırlara vesile olmasını diliyoruz.

15.03.2009

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Başkalarına havale edilemeyecek sorumluluklarımız



Bizzat yapmakla mükellef olduğumuz işleri dahi başkalarına havale etmek, çoğu zaman nefs-i emmaremizin hoşuna gider. Sorumluluktan hep kaçmayı âdet edinen kör nefsimiz; neredeyse doğrudan yüce Allah’a karşı olan vazifelerini bile başkalarına yüklemeye, havale etmeye çalışır. Abd olmanın bir gereği olarak kulluk vazife ve sorumluluklarını dahi birilerinin yapmasını arzu eder. Doğrudan yapmakla mükellef olduğu, yerine getirmek zorunda olduğu dinî vecibelerini yerine getirmemenin suçunu, başka yerlerde aramaya kalkışır. Veya kendisinden başka hiç kimsenin yapmak zorunda olmadığı, yalnız ve yalnız kendisinin sorumlu olduğu şahsî vazifelerinin zahmetinden, külfetinden kurtulmak için kendince, hiç inandırıcı olmayan bazı çarelere başvurur.

Böyle garip ve enteresan bir hâlet-i ruhiye içinde olan günümüz insanının çoğu, bilhassa mânevî alanda yaşanmakta olan problem ve menfîliklerin çare ve çıkış yollarını da hep başkalarından bekler maalesef. Bu noktada sorumluluklarını hiç hatıra getirmeyen, hep kenardan seyirci olmayı yeğleyenler, birilerinin gelip ortalığı düzeltmesini, rayından çıkan işleri yoluna koymasını beklerler. Bu mantığa göre; dejenere olan mânevî hayatın, yozlaşmaya yüz tutan ahlâkî değerlerin düzelmesi, ancak dışarıdan birilerinin, gerekirse zor kullanarak, müdahale etmesine bağlıdır. Bu faraziyeye göre, insanların dinî vecibelerini yerine getirmeleri için de böyle zorakî, cebrî tedbirler şarttır. Yani, deyim yerindeyse gerektiğinde millete zorla veya kanunla namaz kıldırmalı, oruç tutturmalı, zengin ise kanunî bir düzenleme ile zekâtını almalı, hacca göndermeli...

Bize tuhaf da gelse, garip de karşılasak, ehl-i dinden bir çok insanın böyle bir anlayış içerisinde olduğu acı bir gerçektir. “Dinde hassas, muhâkeme-i akliyede noksan”, fakat iyi niyetle hareket ettiklerinden emin olduğumuz bu kardeşlerimizin, kendilerine göre dinî bazı hassasiyetler içinde oldukları da diğer bir gerçek. Bunun bir sonucu olarak, siyasî tercihlerinde de çoğu zaman dinî hassasiyetleri ön plana çıkardıkları... Rey kullanırken de her defasında, dindar görünen veya mânevî argümanları ön plana çıkaran siyasî kadroları tercih ederler. Halkın bu özelliklerini, bu duyarlılıklarını çok iyi bilen siyasîler de, seçmenin reylerini almak için, kâinatta hiçbir şeye âlet edilmemesi gereken dinin o yüce değerlerini, hiç çekinmeden siyasî emellerine—bilerek veya bilmeyerek—âlet ederler.

Gelin görün ki, milletimizin “dine ve dindarlara iyi hizmet ederler, mânevî değerleri koruma altına alırlar” niyetiyle reylerini vererek iktidara getirdiği sözde muhafazakâr kadrolar, saf milletimizin bu beklentilerini ve temennilerini her seferinde boşa çıkarır. Bu gerçek, yakın veya uzak siyasî tarihimizi bilenlerin malûmudur. Böyle dindar görünümlü siyasî hükümetler zamanında, dine ve dindarlara hizmetten çok, o güne kadar kazanılmış bazı hakların dahi elden çıktığına bu millet şahittir.

Bu meyanda Bediüzzaman’ın; bir asır önce, tıpkı şimdi olduğu gibi, sözde dinî hassasiyetleri öne çıkararak “Dine zarar olmasın, ne olursa olsun” diyerek endişelerini dile getiren bazı şarklı insanlara verdiği cevap mühimdir:

“İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.”

Bediüzzaman, bu sözüyle, dinin yüceliğini ifade ederek, söndürülmesinin mümkün olmadığını; bu bakımdan Allah’ın koruması altında olduğunu, dolayısıyla bazı siyasîlerin bekçiliğine, muhafızlığına da ihtiyacı olmadığını beyan eder.

15.03.2009

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Bayramiç’de bayram vardı



Bir gün öncesinden Uluabat’ta Nur sohbetindeyiz. Bursa’ya dönüşümüz gece geç vakitte olmuş. Sabah namazını eda ettikten sonra telefon çalıyor. Ramazan Hocam evin yakınındaki caddeye çıkmamı istiyor. Tamam dedikten beş dakika sonra ağabeylerle buluşuyoruz. Bakışlarımızla sorduğumuz suale cevap Ziya Hocamdan geldi: “Bayramiç’e yeni dershane açılışına gidiyoruz... “Eyvallah” deyip arabaya bindikten sonra yine yolumuz üzerinde İhsaniye semtinden Prof. A. Yiğit Hocamızı da alıyor ve sonra yolumuza devam ediyoruz.

“Evet bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zeval ve tahribatları içinde ve bu boşluk nihayetsiz fezada her şeyle alâkadar olan insan için hakikî teselliyi ve istinad ve istimdat noktalarını yalnız Kur’ân veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç, bu zamanda, bu asırda en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi ispat eden, gösteren Risâle-i Nurdur…” Allah ondan ebediyyen razı olsun, Bediüzzaman böyle söylüyor…

Kur’ân’ın rehberliğinde, onun eşsiz, Berzahî tefsirinin izah, ikaz ve hedefleri doğrultusunda, bu zamanın, bu asrın çok şiddetli, çok dehşetli dalgaları ve belâları arasında sığınılacak bir tahassüngâh bir kale, bir sur ve beklenilen hakikî teselli, istinad ve istimdat mahalli, yeri: Risâle-i Nur medreseleri, dershaneleri, okuma ve anlama mekânları… İşte böyle bir yerin açılışı için, hayırlı olsun duâsı ve sohbeti için çıktığımız yolculuğumuzda önce Edincik, Bandırma, Biga ve Çan’a uğruyoruz buralarda bulunan hakikat ve Nur kahramanlarını ziyaret ediyoruz. Kudsî ve uhrevî hizmetleri hakkında bilgiler alıyoruz. Baki hizmetleri ve vazifeleri hakkında duâlar ederek Bayramiç’e doğru yola çıkmadan önce Çan’da, Ramazan Durgun ve Çorumlu Hasan Ağabeylerimizle vedalaşıyoruz…

Sayın Vahap Hocamın rehberliğinde ulaştığımız Bayramiç’i şöyle kısa bir şekilde dolaştık. Merkez Camii’ni gezdik. Tavanlarındaki harika ahşap motifleri ve pencerelerindeki Rumî şekilli taş işçilikleri görüntüledik. Çarşıbaşı Köprüsünü, camiini ve harap olmuş hamamını gezdik. Osmanlıdan kalma alelekser.

Ahşap ve küçük dükkânların bulunduğu çarşısını gezdik. Ruhi Ağabeyimizin tavsiye ettiği dükkândan helvalarımızı aldık…

Bayramiç’deki her türlü iman Kur’ân hizmetine koşturan ve Bayramiç Nur cemaatinin dershane inşaatında çalışarak maddî manevî katkı ve gayretlerde bulunan Mehmed Ali Topuz Ağabeyimizin dâvetlisi olarak evine misafir oluyoruz. Elbette ki yemekte Z. Hocanın sesini kesecek yelveli keşkek ve pilâvın üzerine yan yatırılmış, kızartılmış tavşan bizi karşıladı. Bunun hikâyesi çok olduğu için kısa kesiyoruz… Bu mübarek haneden hacı ağabeyimize ve yengemize duâ edip teşekkür ederek ayrılıyoruz. Ve Bayramiç dershanesine doğru hareket ediyoruz…

Fotoğraflarını çektikten sonra yeni dershanemize giriyoruz. Sohbetten önce en alt katta ki yemekhaneyi, mutfağı ve mini salonu, giriş katındaki küçük ders odasını ve yan tarafta bulunan abdest alma yerlerini, üst katta ki ders salonunu ve yazın sohbetlerin yapılacağı terası geziyoruz. Hocalarımızın yaptığı iki Risâle-i Nur dersini dinliyoruz, çaylarımızı içiyoruz Ve emeği geçen yardımda bulunan, çalışan hizmet için gayretlerde bulunan herkese duâlar ederek ve vedalaşarak başka bir Nur menziline gitmek üzere dönüş yolculuğuna başladık.. Gece saat 2.30'da Bursa'daydık…

15.03.2009

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Ehl-i imana kurulan tuzak: Derd-i maişet



Risâle-i Nur, yaşarken

karşılaşacaklarımızın yol haritasıdır

Risâle-i Nur’dan okuduklarımız, hayatta örnekleriyle karşılaştığımızda daha bir anlam kazanıyor. Bilginin hayattaki karşılığını yaşayınca, o bilgi unutulmaz hale geliyor. Ve bilginin hayatımızın neresinde olduğunu; yani hayalde mi, tasavvurda mı, itikatta mı, o zaman anlıyoruz. İşte başa gelmeden okumanın faydası da burada kendini gösteriyor. Ta ki kişi önceden konuyla ilgili okuduğu bölümlerde uyarılmış olmaktadır. Bir nev'î, zihinsel antrenmanını tamamlamış olmaktadır. Onun için de pratik başladığında, yani kişinin daha önce okuduklarıyla ilgili konularda, hadiseler başına gelmeye başladığında, olabileceklerin nasıllığını, sürecin nasıl olduğunu hiç değilse bilgi olarak aldığından, hadisenin kişide oluşturacağı hasar büyük oranda azaltılmış olacaktır. Hatta Risâle-i Nur eserlerindeki bilgilerin hemen hemen hepsi, tecrübî anlamda yaşanmış, tesiri görülmüş ve ondan sonra da sair insanlara takdim edilmiş, ‘mücerrep’ ilâçlar hükmündedir. Dolayısıyla Risâle-i Nur’ları okurken, orada geçen bilgilerin, geçmişte birileri tarafından tecrübe edilmiş, faydası, yan etkisi, zararı neyse görülmüş ve yakın gelecekte de başımıza gelebilecek bir durum olarak okunması, bilgiyi daha anlamlı ve canlı hale getiriyor. Yani satırlar, bedenin can damarları gibi, içinde hayat taşıyor, yaşanmışlık taşıyor olarak okuduğumuzda anlamı değişiyor. Dolayısıyla Risâle satırlarının bütününde hayattan kesitlerle karşılaşırız. Oralarda bireyin, ailenin, toplumun veya toplumların tecrübe edilmiş hayat prensipleri dikkatleri çekmektedir. Nitekim Risâle-i Nur talebelerinin yaşadıkları hayat içinde, okuduklarıyla zaman içinde birebir karşılaştıklarını gösteren yüzlerce, binlerce örnekler vardır. Böyle bakınca da, insanın pek çok manevî yaralarına, hastalıklarına Risâle-i Nur’ların nasıl merhem olduklarını anlamakta zorlanmıyoruz.

Beni bu yazıyı bir Cuma

sabahında yazmaya iten sebep

Yıllar önceden tanıştığımız dost, epeyce bir zamandır bilgisayar sektöründe çalışıyor. İki sınıf arkadaşının ortaklığı olarak bir dükkân açmışlar ve birlikte çalışıyorlar. Ben de onlardan tanışıyor olmamızın da bir sonucu olarak bir bilgisayar aldım. Bu vesileyle eski günleri de biraz yad ettik. Aradan bir yılı aşkın bir zaman geçti. Yine bir vesileyle kendilerine uğradım. Hoşbeş, sohbet, iş güç, hayat derken konu onun öğrencilik yıllarındaki konumuna geldi. Üniversite yıllarında namazına çok düşkün, arkadaşlarına namazı öğütleyen, hatta camide imam olmadığı zamanlarda öğrenci arkadaşlarına namaz kıldıran bir öğrenciydi. Sohbetin seyri şimdilere geldiğinde ise, durum çok değişmişti. Özellikle kendisinin ifadesiyle, ‘hayata tutunabilmek’ endişesiyle, ticarette yapmadığı pek çok şeyin kalmadığını ifade ediyor. Tabiî namaz, niyaz kalmamış. Ve diyor ki, ‘Şartlar bizi bu hale getirdi. Tutunabilmek için zaman zaman rüşvet de vermek gerekiyor. Böylece çark bizi içine çekiyor. Ne yapalım?’. Biz, diyor, ‘dünyayı ahirete tercih ettik. Şu an biz, diğer taife tarafındayız. Ne yapalım, insanlar tutunamadı demesinler diye pek çok yanlışlarımız zaman zaman oluyor.’

Duyduklarım karşısında çok ciddî şekilde etkilenmiştim. Çünkü insanın dünyayı ahirete bilerek ve isteyerek tercih etmesinin bir örneği ile başbaşa idik. Kıymetli dost ile olan sohbetimiz epeyce sürdü. İnsanların ne diyeceğinden ziyade, dünyanın ve ebedî âlemin Sahibinin ne diyeceği üzerinde çalışmanın, bizi iki cihanda mes’ud edeceği üzerinde yoğunlaştık.

Konuştuklarımızdan şunu anlıyordum ki, insan ihmale gelmiyor. Mü’min kardeşlerimizle, her alanda birlikteliklerimizin olması ve gündemlerimizi de zaman zaman gözden geçirmenin gerekliliği dikkat çekiyordu. Yoksa insan, kendince geliştirdiği veya piyasa kanunu denen yanlış felsefelerle yıkılıp gidiyor. Allah muhafaza.

Dehşetli bir hal, ‘derd-i maişet’

Risâle-i Nur eserlerindeki, bilhassa Kastamonu Lâhikasındaki ‘derd-i maişet’ kavramları şimdilerde daha bir dikkatimi çeker hale geldi. Bediüzzaman’ın, kendi talebeleri için de ciddî endişe ettiği ‘derd-i maişet’, ehl-i iman için de büyük bir dünyevileştirme ve ahiret düşüncesinden uzaklaştırma tuzağı olarak kendini gösteriyor.

“Derd-i maişet fukaralara ağır basması cihetinde, ekseri fakirü’l-hal olan Risâle-i Nur Şakirtlerinin bu dehşetli hale karşı sarsılmaları ve tesanüdleri bozulması ihtimaliyle, ziyade endişe ediyorum…” (Kastamonu Lâhikası, s. 172) diyerek ifade ettiği cümleler, bu konunun ihmal edilmemesi cihetini ortaya koyuyor. Yine, “Her tarafta derd-i maişet herkesi sarsıyor. Ehl-i dalâlet bundan istifade eder; ehl-i diyanet de kendini mazur bilir, “Zarurettir, ne yapalım?” der. Demek ki, Risâle-i Nur şakirtleri, bu açlık ve zaruret musibetine karşı, yine Nurla mukabele etmeli. Her şakirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil, belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur.” A.g.e, s. 154

Risâlelerde derd-i maişetin ziyadeleşmesiyle, ehl-i dalâletin bundan istifade edip, kardeşleri birbirine düşürmeleri tehlikesine de dikkatler çekiliyor. Ya da ehl-i dalâlet, derd-i maişet belâsını kullanarak, ehl-i imanı kendi safına çekiyor. Buna karşı Risâle satırlarındaki ikazları dikkate alarak, iman kardeşlerimizin, iman zaafı sonucu düşebilecekleri tehlikelerden, kendilerine kurulan tuzaklardan uzak durmaları için, derslerimizi çalışıp, onların mekânlarında sohbet konusu yapmak çok zarurîdir.

Ehl-i iman, imandan uzaklaşılan mekânlara imanı taşımakla mükelleftir. Geri çekildiğimiz mekânlar boş kalmıyor, bizim çekildiğimiz mekânları başkaları dolduruyor. İmanın olmadığı yerde, imansızlık baş gösteriyor.

***

Cenâb-ı Hak, yaratmış olduğu hangi mahlûku rızıksız bırakmış ki, insan böyle bir endişe içerisindedir? Bu problem, bu asrın dikkat edilmesi gereken sıkıntısının başında geliyor. Aman dikkat!

15.03.2009

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Irkçılık damgası



İlki 2001 yılı 31 Ağustos-8 Eylül tarihleri arasında Güney Afrika’nın Durban sahil şehrinde yapılmış olan “Irkçılık ve Ayırımcılığa Karşı Birleşmiş Milletler Konferansı” nın ikincisi, yakında İsviçre’nin Cenevre şehrinde düzenlenecek.

Mâlûm lobilerin medya üzerindeki etkisiyle, aylardır “ Durban 2” diye antipropagandası yapılan konferansın hazırlık haberlerine bakılacak olunursa, yüzlerce resmî ve sivil kuruluş heyetlerinin katılacağı bu konferans oldukça gergin geçecek.

Sekiz yıl önceki Durban konferansına katılan heyetler, özellikle sivil kuruluş heyetleri, İsrail’in Filistinlilere uygulamış olduğu ayrılıkçı politikayı, 1948-1994 yılları arasında Güney Afrika Millî Partisi (National Party) tarafından zencilere uygulanan ‘apartheid’ (ırkçı) politikayla eşit tutmuşlardı. Siyonizmin ırkçı bir hareket olduğu yönünde alınmış olan 3379 no’lu BM kararı hatırlatılarak, uluslar arası camia tarafından ırkçı Güney Afrika rejimine uygulanmış olan ambargo ve boykot işlemlerinin aynısının Siyonist İsrail’e de tatbik edilmesini istemişlerdi.

Bunun üzerine konferansta sert tartışmalar yaşanmış; neticede Amerika ve İsrail konferansı terk etmişlerdi.

Bildiğiniz gibi, Gazze harbi akabinde dünyanın çeşitli ülkelerinde, özellikle de Avrupa’da İsrail’in Filistinlilere uygulamakta israr ettiği ırkçı politika karşıtı faaliyetler artmış bulunuyor. Bu durumun Cenevre konferansına sirayet etmesinden endişelenen İsrail ve Kanada konferansa katılmayacaklarını açıkladılar.

BM İnsan Hakları Yüksek Komisyonu Başkanı Navi Pillay’ın konferansın İsrail karşıtı bir gösteriye dönüşmeyeceği konusunda garanti vermesine rağmen, Bush idaresi konferansı boykot etme kararı almıştı.

“Change” (değişim) sloganıyla başkanlık seçimini kazanan Barack Obama ise, boykot kararını gözden geçirdikten sonra; önce, konferansa bir heyet göndereceğini açıkladı. Daha sonra, Amerika’daki İsrail yanlısı Hıristiyan Siyonistler ve Yahudi lobisinin baskısı sonucunda, ırkçı beyazlar tarafından ecdadına uygulanan zenci düşmanlığını (Negrophobia) unutup, ırkçılık karşıtı olan bu konferansa katılma kararından vazgeçtiğini açıkladı. Gerek içeride, gerekse dışarıda insan haklarını savunacağını seçmenlerine vaad eden Obama; konferansı boykot etme kararıyla, İsrail söz konusu olduğunda, ters yönde manevra yapabileceğinin ilk işaretini vermiştir!!

Obama’nın bu kararı almasında etkili olan Yahudi lobisi; İsrail’in alnına “ırkçı” damgası vurdurmamak için kolları sıvamış bulunuyor.

Amerikan Yahudi Komitesi (AJC) Başkanı David Harris’e göre, Yahudi lobisi,

AB başkanlığını yürüten Fransa üzerine yoğunlaşmış durumdaymış. Fransa’nın konferansa katılmaması sağlandığında, diğer Avrupa ülkelerinin de Fransa’yı takip etmeleri kolaylıkla sağlanacakmış.

BM Genel Kurulunun 30 Kasım 1973 tarihinde almış olduğu 3068 no’lu “Irk ayrımı suçunu bastırma ve cezası hakkında uluslar arası anlaşma” kararına göre, belli bir ırka karşı özetle aşağıdaki işlemler yapıldığı takdirde ırkçılık yapılmış olunuyor:

- Yaşama hakkı özgürlüğünü elinden almak.

- Fiziksel ve zihinsel zarar vermek.

- İşkence yapmak.

- Çalışma ve ticaret yapma hakkını elinden almak.

- Millî değerlerine bağlı olma hakkını elinden almak.

- Hareket özgürlüğünü kısıtlamak.

- Ülkeden çıkış ve dönüş hakkını elinden almak.

- Düşünce özgürlülüğünü kısıtlamak.

- Farklı ırkla evlenme hakkını elinden almak.

- Politik, sosyoekonomik ve kültürel baskılara maruz bırakmak.

- Barışçı dernekler kurup toplantılar yapma hakkını elinden almak.

- Belli yerleşim bölgelerinde (kantonlar veya gettolar) oturmaları için baskı yapmak.

Roma’da bulunan Uluslararası Suç Mahkemesi (İCC)’nin 17.7.1998 tarihinde aldığı karar ise, belli bir ırka karşı cinayet işleme, yok etme, köleleştirme, sınır dışı etme ve işkence yapmayı “ırkçılık “ diye tanımlıyor.

Yukarıdaki maddeleri inceleyip bakın. İsrail bunlardan hangi birini Filistinlilere karşı uygulamıyor!?

Ne yazık ki, BM’nin ırkçılık karşıtı almış olduğu kararlar bir ülkeye karşı tatbik edilirken, diğerine tatbik edilmiyor. Çünkü İsrail’in “Seçilmiş halk ve vaad edilen topraklar” siyonist politikasını tenkid eden kişi veya kurum, Yahudi lobisi tarafından derhal anti-semitizm yapmakla suçlanıyor. İşte bu yüzden; İsrail’de gördüklerini dile getirmekten endişe duyan Güney Afrika Yüksek Temyiz Mahkemesi Hakimi Edwin Cameron, “ İsrail Güney Afrika ırkçı rejiminden daha ırkçı. Ama bunu alenen söylersek Yahudiler tarafından suçlanırız” demiştir.

Geçtiğimiz Temmuz ayında İsrail’i ziyaret eden, aralarında Edwin Cameron’un da bulunduğu hukukçular, parlamenterler ve gazetecilerden oluşan 21 kişilik bir Güney Afrika heyeti, gördükleri zulüm karşısında donup kaldıklarını beyan ettiler.

Heyette bulunan Güney Afrika eski Savunma ve Sağlık Bakanı Nozizwe Madlala Routledge şunları söyledi:

“Hissettiklerimi dile getirmek benim için o kadar zor ki. Burada gördüklerim bizdekinden çok daha kötü... Olayları uzaktan gözlemlediğinizde çok kötü olduğunu anlıyorsunuz. Fakat ne derece kötü olduğunu tam mânâsıyla kavrayamıyorsunuz. Buradaki durum bizim katlandığımızdan çok daha kötü. Irkçılık ve acımasızlık burada zirvede. Güney Afrika’daki ırkçı rejimde zenciler aşağı sınıf olarak görülürlerdi. İsrail’in Filistinlileri insan olarak gördüklerini zannetmiyorum.

“Bir insan beyni bu kadar ayrılıkçı yollar ve teftiş noktaları yapabilir mi!?

Geçmişte gördüklerim berbat, berbat, berbattı! Burada gördüklerim ise daha berbat!

“Biz, ırkçı rejimin bir gün son bulacağını biliyorduk. Buradaki ırkçı rejimin son bulacağına dair bir işaret görülmüyor. Yani, tünelin sonu kapkara!!!

Irkçı rejimde, beyazlar ve zenciler belli bölgelerde bir araya gelebiliyorlardı.

Burada tamamen ayrımcılık var. Bana öyle geliyor ki: İsrailliler Filistinlilerin yok olmasını arzuluyorlar. Bizde bu durum yoktu. Beyazlar zencilerin yok olmasını arzulamıyorlardı.” (10.7.2008 Haaretzh /Gideon Levy )

3 binden fazla sivil toplum örgütünün katıldığı Durban Konferansında, 43 İslâm ülkesi büyük çaba sarfederek ırkçılık, sömürgecilik ve siyonizmin eleştirilmesini sağlamışlardı. Bakalım, aynı dayanışmayı bu defa gösterebilecekler mi!?

Bence daha da önemli soru şu: Davos’ta İsrail’in Filistinlilere uyguladığı ırkçı politikayı eleştirerek, müslim-gayri müslim, vicdan sahibi bütün insanların takdirini toplayan Başbakan Erdoğan, sözlerinin arkasında durduğunu ve Türk milletine atfedilen o şerefli duruşun sadece Davos’a has bir şov olmadığını gösterebilecek mi!?

15.03.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com




Faruk ÇAKIR

Yesinler sizin bilimselliğinizi!



Evet, ‘yesinler sizin bilimselliğinizi!’ Çok özür dilerim, ama hayatlarını ‘saçmalamaya’ adayanlar karşısında başka bir ifade bulamadım.

Neymiş, Antalya’nın Serik Müftülüğü açık lise ve ilköğretim öğrencileri arasında 100 TL ödüllü “Kırk Hadis Ezberleme Yarışması” düzenlemiş de, eğitimciler bu yarışmaya, daha doğrusu yarışmanın Serik İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü eliyle resmî ve özel bütün ilköğretim ve liselere duyurulmasını ‘bilimsel’ bulmamışlar!

La havle vela kuvvete illa billahil aliyyüil azim! Öğrenciler arasında yapılması düşünülen yarışma durup dururken olmamış. Malûm her yıl Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) doğumu “Kutlu Doğum Haftası” çerçevesinde kutlanıyor. 2009 yılı ’Kutlu Doğum Haftası’ sebebiyle Serik’te de böyle bir çalışma yapılmak istenmiş. Gelin görün ki kendilerini ‘eğitimci’ addedenler bu yarışmaya karşı çıkıp, bir de “Böyle bir yarışmanın eğitime hiçbir katkısı yoktur. Ezberlenen hadis karşılığında 100 TL ücret verilmesi eğitimin bilimsel içeriğine aykırıdır. Uygulamalar aslında eğitimin dinsel motiflerle işlenmesinin göstergesidir” demişler. (Hürriyet, 12 Mart 2009)

Bu insanların eğitimden anladığı nedir? Öğrencilerin ‘hadis’ ezberlemesinin nesi ‘bilimsel eğitime engel’dir? Üstelik, ezberlenmesi bir yarışma ile desteklenen hadisler; insanlığa faydalı öğütler içeriyor. Peygamberimizin öğütleri, sözleri olan hadislerin öğrenilmesi ve onlarla amel edilmesinden kim zarar görmüş? Hangi öğrenci bir hadis ezberleyerek ‘kötü yol’a düşmüş ki üstelik de eğitimciler hadis öğrenilmesine karşı çıkıyorlar?

Bu vesile ile böyle anlamlı ve faydalı bir yarışma düzenlediği için Serik Müftülüğünü tebrik ediyor ve bu davranışın diğer müftülüklerce de örnek alınmasını arzu ediyoruz. Çünkü ezberlenilen her hadis, bilhassa gençlere ömür boyu yol gösterebilir değerde olacaktır. Böyle dehşetli bir zamanda her biri bir pusula hükmündedir.

Başka bir ‘eğitimci’ de bu yarışmaya karşı çıkarken; ailelerin 100 liraya muhtaç olduğunu ve çocuğuna ‘Hadis ezberle bu parayı al’ diyeceğini ileri sürmüş. İyi o zaman, sadece ‘para’ için çocuklara bir şey ezberletmek mümkün ise siz de ‘Kapital’den ‘özdeyiş’ler ezberleme yarışmaları düzenleyin! Belki o zaman öğrencilerin hadis ezberleme yarışmasına teveccühüne engel olursunuz!

Yeri geldiğinde ‘mahalle baskısı’ndan şikâyet ederler; ama görüyorsunuz ki asıl baskıcı kendileri. Müftülüğün, hem de özel anlamlı bir günde düzenlediği yarışmayı çok yanlış bir değerlendirmeyle neredeyse ‘laikliğe aykırı eylem’ olarak yorumlayacaklar. Peki o zaman, okul ders kitaplarında da öğrencilere az çok ‘hadis’ öğretiliyor, ona da karşı çıkın! “Zaten çıkıyorlar, ama ayıp olmasın diye böyle yarışmaları vesile ediyorlar” diyorsanız haklısınız. Onlar hem ‘hadis’e, hem ‘ezan’a, hem de ‘cami’yle barışmayanları temsil ediyor. Tamam, karşı olsunlar; ama lüften bunu ‘eğitimci’ kimliği altında yapmasınlar. Çünkü dünya âlem biliyor ki, ‘hadis’ler en büyük eğitimci olan Hz. Muhammed’in ibret ve derslerle dolu üstelik yol gösterici tavsiyeleridir. Bunu anlayamayanlar gerçek ‘eğitimci’ olabilir mi?

15.03.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Anayasa değişikliği başka bahara



“Sayın yolcularımız, lütfen yerlerimize oturalım, hareket ediyoruz. Hayırlı yolculuklar… Sayın yolcularımız şu anda 250 km hıza ulaştık... Şimdi 252’deyiz... Şimdi 254’ü bulduk…”

Yukarıdaki anonsları yapan Başbakan Tayyip Erdoğan’dı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte yüksek hızlı trenle Ankara’dan Eskişehir’e gittik.

Türkiye’nin 40 yıllık hayali gerçekleşmiş oldu. Hızlı trenle şu anda yaklaşık 1 saat 25 dakikada Eskişehir’e varılabiliyor. Rayların tamamen raylı sisteme uygun hale getirilmesi ile bu süre 65 dakikaya kadar inecek. Ankara-Konya hattının yapımı devam ediyor. Üç yıl içinde de Eskişehir-İstanbul hızlı tren hattının açılması plânlanıyor. Dünden itibaren hızlı tren normal seferlerine başlamış oldu. Hızlı treni düşünen ve bugünlere getirenleri hakikaten tebrik etmek lâzım. Uçak konforu var. Hızlı ulaşım düşünüldüğünde uçağa rakip olacak nitelikte. Hayırlı olsun diyoruz.

* * *

Hızlı treni Ankara garından yola çıkarıp, bir süre kullanan Erdoğan. Demiryolcu deyimiyle makinistimiz Başbakan’dı. Henüz Ankara’yı çıkmadan 100 kilometreye ulaşan hızlı tren, Ankara dışında normal raylardan hızlı tren için özel yapılmış raylara çıkınca hızı 200 kilometreyi geçti. En yüksek hızı saatte 258 kilometreye kadar alıştı. Başbakanın en son anonsunu yaptığı sırada ise 254 kilometre oldu.

Gazete, televizyon ve ajansların temsilcileri, bürokratlar ve büyükelçilerden oluşan grup olarak ilk hızlı trenin ilk yolcularıydık. Yolcular arasında başbakanın Keçiören’de zaman zaman oyuncak ve harçlık verdiği küçük çocuklar da vardı. Erdoğan hızlı treni kullanırken kumanda kısmına sadece bir kamera ve foto muhabiri alındığı için biz hızlı treni kullandığını göremedik. Sonradan seyrettiğimiz görüntülerde gördük. Hızlı trene makinistlik yaparken çok heyecanlı ve gergin olduğu gözlenen Erdoğan, sıra temsilcilerle sohbete geldiğinde bu gerginliği üzerinden atmıştı. Tabiî kolay değil, treni kullanmak için makinistler aylarca test sürüşü yapmış, yine aylarca eğitim almışlardı. Dümenin başına hemen oturmanın insanı germesi normaldi. Başbakan da gerilmişti bu yüzden.

Gazetecilerle tek tek tokalaşan Erdoğan ekonomik kriz, IMF ile anlaşma ve anayasa değişikliği ile ilgili sorulara cevaplar verdi.

Erdoğan hem trende, hem de Eskişehir’in Sıhhıye meydanında müjdeler (!) verdi. Başbakan trende anayasada topyekûn değişikliğe gidilmeyeceği müjdesini (!) yüksek hızlı trende, ekonomiyi bir nebze olsun rahatlatacak ekonomik tedbirlerin müjdesini de Sıhhıye meydanında halka verdi.

Başbakan hızlı trenin seferlere başlaması ile ilgili açılışı yaptıktan sonra halka da hitap etti. Burada siyasî rakiplerine karşı eleştiriler yaparken, piyasaya canlandıracağı ümit edilen ekonomik paketi de açıkladı. Miting meydanının konuşma saatine kadar ve miting sırasında da tam anlamıyla dolmadığı görülüyordu. Bunda havanın son derece soğuk olması kadar, DSP’nin büyükşehir adayı ve halen de belediye başkanı olan Yılmaz Büşükerşen’in ağırlığının tesiri vardı. Seçim meydanında halkla ve esnafla konuştuğumuzda AKP’nin büyükşehir belediye başkanlığını almasının çok zor göründüğü ve iki merkez ilçeden birini alabileceği ortaya çıktı. Tabiî 29 Mart’ta son kararı halk verecek…

* * *

Erdoğan’ın hızlı tren Eskişehir’e giderken bizlere yaptığı açıklamalara dönersek…

“Anayasa’nın tümünü değiştiremeyeceğiz” dedi Erdoğan ve değişikliğe gidilecek maddeleri de şöyle sıraladı. Sadece bireysel başvuru, ombudsman, siyasî partiler ve seçim kanunları…

22 Temmuz 2007 genel seçimlerine girerken çalışmalarına başlanılan ve seçimin hemen ardında 6 kişilik bilim kuruluna hazırlatılan yeni ve sivil anayasa taslağı üzerinde AKP’de bir süre çalışmalar yapmış. Taslak son halini almışken, birden rafa kaldırılmıştı.

Eskişehir ziyaretimizin özetine gelince… Türkiye 40 yıllık hızlı tren hayalini gerçekleştirirken, 27 senedir bir ihtilâl anayasası ile yönetilen Türkiye’nin bu anayasadan kısa zamanda kurtulamayacağı anlaşılmış oldu. Görülen o ki, sivil bir anayasa başka bir bahara kaldı…

Orhan Hakalmaz’ın söylediği meşhur “kara tren” türküsünün nakaratında şöyle diyordu: “Kara tren gecikir belki hiç gelmez/ Dağlar da salınır da derdimi bilmez/ Dumanın savurur, halimi görmez/ Gam dolar yüreğim gözyaşım dinmez.”

Kara tren, hızlı tren gelince artık gecikmeyecek belki, ama Türkiye’nin demokratikleşmesi çok gecikti, gecikecek de…

Aslında dünkü gazetemizin manşeti işin özetiydi. Tren hızlıydı, ama demokratikleşme yavaş seyretmekteydi…

15.03.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Siyaset topuzu ve nur



Refahyol hükümetinin Başbakanı Necmeddin Erbakan, peş peşe gündeme getirdiği kaynak paketlerinin izahını yaparken “Allah’ın nimetleri” ifadesini kullandığı için, “laikçi” kafanın alaycı eleştirilerine hedef olmuştu.

Herşeyi, inançtan koparılmış “bilim”le ölçen, “atgözlüğü”nün örttüğü gözüyle görmediğine ve daracık aklıyla anlayamadığına inanmayan bu kafaya “Allah’ın nimetleri”ni anlatmak zor iş.

O zaman bu tepkileri eleştirdiğimiz yazımızda, konunun diğer bir yönüne şöyle değinmiştik.

“Erbakan’ın, bir siyasetçi olarak, yönetimine talip olduğu ve oylarını istediği insanların belli bir kesiminden gelen bu tepkilere karşı, ‘tebliğ’ temelli imanî mesajlar verebilme şansı yok. Çünkü ‘siyaset topuzu’ ile imana hizmet edilmez.

“İnsanların sadece bu dünyalarını değil, ahiret hayatlarını da ilgilendiren imana hizmet, siyasetler üstü bir anlayış ve vizyonu gerekli kılıyor.

“Bu bakımdan Allah-insan ilişkilerine; Allah’ın insanoğluna bahşettiği nimetler ile, karşılığında istediği hamd, şükür ve kulluk vazifelerine ilişkin bahislerin, dünyevî ve siyasî düşüncelerin üzerine çıkan bir platformda konuşulması gerekiyor.

“Kişiler siyasî görüş itibarıyla en zıt kutuplarda yer alabilirler. Ama ebedî hayatın anahtarı olan iman derslerine herkesin ihtiyacı vardır.”

(Yeni Asya, 3.8.1996; Balans Ayarı, s. 41-2)

Benzer bir durum, şimdi Erdoğan’ın “Hamdolsun” sözüyle ilgili olarak tekrarlanıyor. Başbakan bu ifadesine yönelik eleştiri ve istihzaları “Benim ‘hamdolsun’um iyi ciklet oldu, güle güle çiğnesinler” diyerek geçiştiriyor, ama hamd gibi, ubudiyetin özünü ve çekirdeğini oluşturan bir kavramın bu tür saygısız ve seviyesiz polemiklere konu edilmesi son derece düşündürücü.

Ve Erbakan’ın “Allah’ın nimetleri”ni anlatmada karşı karşıya kaldığı zorluğu şimdi Erdoğan “hamdolsun” bahsinde yaşıyor. Siyasetçi kimliğiyle bu zorluğu aşabilmesi de mümkün değil.

İşte, din-siyaset ilişkisinde Bediüzzaman’ın ısrarla üzerinde durduğu hassas ölçülere riayet edilmeyişinin yol açtığı en önemli sakıncalardan biri bu noktada ortaya çıkıyor. Dine hizmet düşüncesiyle de olsa siyaset topuzunu eline alanların nur göstermeleri son derece zorlaşıyor.

On Üçüncü Mektup'taki manidar temsille verilen mesajı hatırlayalım: İnsanların, manen bataklıkta olan ve çıkış yolu arayan yüzde sekseni, ancak nur gösterilerek kurtarılabilir. Bir elinde sopa tutarken diğer eliyle nur göstermek, muhatabı kuşkulandırır ve güvensizliğe sevk eder.

“Acaba nurla beni celb edip, topuzla dövmek mi istiyor?” diye telâşlanmasına sebebiyet verir.

“Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner...” (Mektubat, s. 82)

Dini bilmeyenlere karşı pompalanan “şeriat korkusu” eşliğinde, önce RP’nin, sonra daha ısrarlı ve vurgulu bir kampanya ile AKP’nin “dinci dikta” kurmaya çalışmakla suçlanması, Erdoğan için yapılan “padişah” benzetmeleri, hep bu temel meseleyle irtibatlı yansıma ve tezahürler.

Gerçekte bunların hiçbirinin aslı esası yok ve tam aksine, yöneltilen suçlamalar AKP’yi, öyle olmadığını ispatlama telâşıyla, ters yönde inanılmaz savrulmalara götürerek, yozlaşma ve dejenerasyon sürecini o cenahtan da destekliyor.

Sonuçta, hem düzden, hem tersten estirilen hava, en fazla, içinde bulunduğu manevî bataklıktan kurtulmak için bir ışık ve tutunacak bir dal arayan “mütehayyir”leri olumsuz etkiliyor.

Ve ebedî hayatlarının kurtuluşu riske giriyor.

Onun için Üstadın şu dersi de çok önemli:

“Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adavet edilmez. (...) Ben de nur-u Kur’ân’ı elde tutmak için, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım. (...) Elhamdülillah, siyasetten tecerrüt sebebiyle, Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim.” (a.g.e., s. 83)

“Allah’ın nimetleri” ve “hamd”in hakikatleri ancak bu ölçülerle anlatıldığı takdirde yerini bulur.

15.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis