|
|
Âyet-i Kerime Meâli
O gün insanlar, hiçbir tarafa sapmaksızın, kendilerini çağıran İsrafil'in dâvetine uyacaklar. Rahman'ın korkusundan bütün sesler kısılmıştır; artık fısıltıdan başka hiçbir ses işitemezsin.
Tâhâ Sûresi: 108
|
15.03.2009
|
|
Hiç kimse fikrinden dolayı mes’ul olamaz
Muhterem hâkimler, yirmi sekiz sene emsâlsiz ihânetlere, işkencelere, tarassud ve hapislere mâruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnadların esâsı birkaç noktaya dayanır:
1. En birinci ithamları, beni rejim aleyhtarı olarak telâkkî etmeleridir. Malûmdur ki, her hükûmette muhâlifler bulunur. Âsâyişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdânıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukûkî bir müteârifedir.
Dîninde çok mutaassıb ve cebbâr bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyâde Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur’ân ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.
Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudîler, Nasrânîler tâbî oldukları memleketin dînine, kudsî rejimine muhâlif, zıt ve mûteriz bulundukları halde, o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler.
Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhâkeme olundular. Halbuki, o Hıristiyan İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhâlif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki; adâlet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmayan Şarkta, Garbda, bütün dünya adâlet müesseselerinde cârî ve hâkimdir.
Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek, yüzlerce âyât-ı Kur’âniyeye istinâden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdâda, lâiklik maskesi altında dîne ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhâlefet etmiş isem, kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa, Anayasanın hakîki ve samîmi müdâfaasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhâlefet, hiçbir hükûmette suç sayılmaz; bilâkis, muhâlefet meşrû ve samîmi bir muvâzene-i adâlet unsurudur.
2. Bana zulüm ve cefâyı revâ gören Devr-i Sâbıkın yaptığı isnadların ikincisi, emniyet ve âsâyişi ihlâldir. Bu vehim ve hayal ile, bu düzme isnad ile, yirmi sekiz sene bana ceza çektirdiler, memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler, zindandan zindana attılar, kimse ile görüştürmediler, tecrid ettiler, zehirlediler; türlü türlü hakaretlerde bulundular.
Biz ki beş yüz bin fedâkâr Nur Talebeleri, memleketin her tarafında emniyet ve âsâyişin fahrî mânevî muhâfızlarıyız; bize böyle bir isnadda bulunmaları günahların en büyüğüdür. Onlar bize o kadar zâlimâne ihânetlerde bulundukları halde; biz aslâ hislerimize kapılmayarak, gönüllerde emniyet ve âsâyişi temin yolunda, îman ve Kur’ân’a hizmet yolunda, gafletle anarşîye sapanları düştükleri fevzâ gayyâsından kurtarmak yolunda çalışmaktan bir an hâlî kalmadık.
Muhterem hâkimler, şunu katî olarak arz ederim ki; bu, delilsiz bir iddiâ değildir. Bizim zulüm ve menfâ sahamız olan altı vilâyetin altı mahkemesi, uzun ve ince tetkikler neticesinde, emniyet ve âsâyişi ihlâl yolunda hiçbir vukuât kaydetmemiştir. Bu hareketimiz ispat eder ki, Nur mek- teb-i irfânının talebeleri kalbler üzerinde işler; emniyet ve âsâyişin bekçisini, kafalara, kalblere yerleştirir. Bizim îman derslerimiz anarşîye karşıdır, bozgunculuğa karşıdır, farmasonlara ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün zâbıta dairelerinden sorulsun, beş yüz bin Nur irfan mektebi talebesinden birinin olsun, nizam ve intizama aykırı bir vukuâtı var mıdır? Yoktur. Elbette yoktur. Çünkü hepsinin kalbinde nizam ve intizâmın en sağlam muhâfızı olan îman bekçisi vardır.
Tarihçe-i Hayat, s. 564-65, (yeni tanzim, s.999)
Lügatçe:
müteârife: Bilinen.
Nasrânî: Hıristiyan.
âyât-ı Kur’âniye: Kur’ân âyetleri.
muvâzene-i adâlet: Adalet dengesi.
fevzâ: Kargaşa, anarşi.
gayyâ: Cehennemin beşinci tabakasında bulunan çok korkunç bir kuyunun adı.
|
15.03.2009
|
|
Gözyaşlarının gücü
Ahmet Amca 83’lük bir çınar. Geçen uzun yılların hatırasını o anlatarak, biz dinleyerek bitiremiyoruz. Çocuk denilecek yaşta el işinde çalışmış, aç, susuz kalmış. Hayvan otlatırken, kar altında kalarak donmuş. Bulmuşlar, eve götürüp hayvan gübresine gömerek tedavi ederek kurtarmışlar. Hayatı yokluk, kıtlık içerisinde geçmiş. Ömür çizgisi içerisinde severek, sevinerek anlattığı yönü, çocuk yaştan itibaren hiç namazını geçirmeden kılmış olması... Ondan gayrısı acı, ıztırap, çile ve kimsesizlik. Babası, annesinin ölümünden sonra yeniden evlenince evde sıkıntı, sorun olmasın diye babası uzaktaki köylere çoban vermiş kendisini...
Daha sonraki yıllarda evlenmiş, çocukları olmamış. Kendiliğinden öğrendiği ayakkabı tamirciliğinde karar kılmış. Köşebaşında küçük bir kulübede çalışarak rızkını kazanmış, yıllar su gibi akıp geçmiş. Eşi vefat edince belediye görevlileri ve çevredeki komşuları bu iyi kalpli, Allah dostu kimseyi ömrünün kalan günlerini daha rahat ve huzurlu bir ortamda ibadetle, zikirle, şükürle geçirmesi için huzurevine yerleştirmişler...
Uzun boylu, gür kaşlı, ciddî duruşlu, aksakallı, heybetli Ahmet Amca, günlük hayatında ibadetini yapıyor, boş durmamak için de bahçedeki ağaçlara bakıp suluyor. Huzurevi sakinleri ve idarenin telkin ve teşviki ile aynı çatı altındaki yaşlı Zeliha teyze ile hayatını birleştiriyor. Birlikte ibadetle geçen zaman içerisinde Ahmet Amcanın içini kemiren bir hasret var. Bir aşk, bir sevda sürekli onun yüreğini yakıyor....
Ahmet Amcanın hiçbir sosyal güvencesi, parası, geliri yok. Evlâdı yok. Yakınlarından kendine destek olacak kimse yok. O kimsesizlik, yalnızlık özel günlerde daha çok hissettiriyordu kendisini Ahmet Amcaya... Bu yalnızlığın çaresini ararken her yola başvuruyordu. Bir süre Kur’ân-ı Kerim öğrenmeye uğraştı ancak çok geçmişti zaman, çok uğraştı bir türlü sökemedi okumayı. Arkasından kendisini ibadete, namaza, duâya, zikre verdi... Geceleri uykuyu bölerek kalkıyor, namaz kılıyor, duâ ediyor.. Yüreğindeki hasreti, aşkı bastırmaya çalışıyordu. Gözyaşlarını içine akıtıyor ve kimseye hissettirmiyordu. Daha sonraki zamanlarda akan gözyaşlarını namazda görenler, onun bir sıkıntısı olduğunu tahmin ediyor, sorsalar da öğrenemedikleri için dünya hâli, yalnızlık, kimsesizlik zor, deyip geçiyorlardı...
Günler böyle su gibi akıp gidiyor.. Her günün gecesinde ibadet eden, seccadesini gözyaşları ile sulayarak sabah namazını birleştiren Ahmet Amcanın kimseye söylemediği aşkının, sevdasının, hasret ve hicranın sırrı bir gün huzurevine ziyarete gelen bir kişinin iki dudağının arasından dökülen kelimelerle bir anda çözülüverdi. Bu müjde hepimizi çok etkiledi, Ahmet Amcayı bir başka etkiledi...
Ziyaretçi, huzurevi idaresine gelerek bir konu görüşmek istediğini söyledi. Görüşmemizde kendisinin emekli şöför olduğunu, babasının vefat ettiğini, Ahmet Amcanın, babasının mahalle komşusu ve arkadaşı olduğunu anlattı. Rahmetli babasını çok istemiş olmasına rağmen rahatsızlığı nedeniyle hacca gönderemediğini, nasip olursa babası gibi çok sevdiği Ahmet Amcayı hacca göndermek istediğini, bu düşüncesini önce huzurevi idaresi ile görüşmek istediğini anlatırken içimizi bir heyecan, bir telâş sardı. Bu müjde karşısında Ahmet Amca ne yapacaktı? Yıllarca akan gözyaşları bu haberin içinde mi gizliydi? Beklenen hasret, aşk, sevda böylece hayırla sonuçlanacak mıydı?
Ziyaretçisi gelen Ahmet Amca odaya çağırıldı. Namaz kıldığı için biraz gecikmeli geldi. Arkadaşının oğlunu görünce sarıldılar, öpüştüler. Birlikte oturduk. Ziyaretçi ile Ahmet Amca kısa bir sohbetten sonra, Ahmet Amcaya konuyu açtı. ‘Nasip olursa bu sene seni hacca göndereceğim. Tüm masraflarını, her türlü ihtiyaçlarını ben karşılayacağım’ dedi...
Ahmet Amcanın coşkun akan bir sel gibi yanaklarından yaşlar damlamaya akmaya başladı. Sonra hıçkırıklarla devam etti. Odanın içini bir duygu yoğunluğu kaplamıştı. Hepimiz hislendik, o kadar coşamasak da gözlerimiz buğulandı. Hiç parası, geliri, oğlu-kızı ümidi olmayan birisine ileri yaşta, hiç beklenmedik bir anda hac teklifi, Sevgili Peygamberimize (asm) kavuşma müjdesi geliyordu. Bu onun hasreti, seccadelere akan gözyaşlarının tezahürüydü...
Ahmet Amca 83 sene beklediği hasrete kavuşmuştu. Tanıdıkların bulunduğu kafile ile Hacca uğurladık. Orada ibadetindeki gayreti, samimiyeti, zindeliği ve sabahlara kadar uyumadan namaz kıldığını, birlikte giden arkadaşları anlata anlata bitiremiyor. Ziyaretlerdeki coşkusu, ibadetteki huşusu hep anlatıldı. Arafat’ta vakfe duâsındaki ağlaması, hıçkırması, âmin niyazları o gruptaki herkesi ağlatmış... Duâ yapan hocaefendi o haliyle ona mikrofonu uzatıp dua etmesini istemiş. O da duâların reddedilmediği yerde bu isteği reddetmeyerek gözyaşları ve ağlama sesleri arasında tüm Müslümanlara dua ve niyazda bulunmuş, cemaat de gözyaşları ile âmin, demişler. Dönüş yolunda uçakta Türkiye’ye gelinceye kadar ağlaması üzerine hostes gelerek özel ilgelenmiş, “Bir şey mi oldu, seni birisi mi üzdü?” diye sormuş, yiyecekler ikram etmiş. “Kızım sen onu bilmezsin, anlatamam sana” demiş...
Artık Ahmet Amcanın hasreti, özlemi, beklentisi bitmiş olması lâzım... Ancak Ahmet Amcanın ağlamaları, damla damla akan gözyaşları hâlâ seccadesini ıslatıyor. Hâlâ gece namazı ile sabah namazını birleştiriyor. Fırsat buldukça namaza devam ediyor. Keşke Ahmet Amca Kur’ân-ı Kerim, Cevşen, Risâle-i Nurları okumayı bilmiş olsaydı. Gözyaşlarına o kıymetli hazineleri karıştırsaydı.
Bizler de elimizdeki eşsiz hazinelerin kıymetini bilip gözyaşlarımızla süsleyebilseydik keşke. O zaman başka olurdu her şey... Gözyaşlarımızın gücü bütün ihlâs, sadakat, sebat kapılarını sonuna kadar açabilirdi...
|
MUZAFFER KARAHİSAR
15.03.2009
|
|
Nice kırk yıllara
Yıl 1964. Henüz İlköğretim 5. sınıf öğrencisiyken evimizin emniyet tarafından didik didik her tarafının aranıp darmadağın edildiğini daha dün gibi hatırlarım. O sahne, bütün çıplaklığıyla hafızamda yerini korumaktadır.
Aradıkları, Üstadım Bediüzzaman Hazretlerinin bu fitne fesat asrının insanlarının imanlarının kurtulması ve kuvvetlendirilmesi için yazdığı Nur Risâleleriydi.
O zamanlar rahmetli babam elimden tutar, Nur derslerine götürürdü. Orada rahmetli Sadık Büyükkaragöz’ün ben ve benim gibi çocuklarla ilgilenmesini unutmak hiç mümkün değil.
Özetle söylemek gerekirse; benim için İttihad gazetesiyle başlayan Nurların Bab-ı Âli’deki susmayan ve susturulamayan sesiyle ailemle birlikte başlayan birlikteliğimiz, o günden bu güne devam etmektedir. İnşallah, son nefesimize kadar da devam edecektir.
1969 yılında günlük yayın hayatına başlayan Yeni Asya, gerek vatanımızda, gerekse dünyada olan siyasî ve ictimaî hadiselere, Üstadımızın kıyamete kadar gelecek bütün zamanlarda geçerliliğini koruyacak olan Kur’ân ve Sünnetten sünûhat, zuhurât, ihtârât ve ilhâmât ile meydana getirdiği hakikatlerle en doğru teşhis ve çözüm yollarını kamuoyuna duyurmakta, ehl-i imanın yanlışa düşmemesi için Nurun ebedî hakikatlarını duyurmaya devam etmektedir, ilânihaye devam edecektir İnşallah.
Bizi gazetemize bağlayan en büyük saik, Yeni Asya’nın Bediüzzaman’a bağlılığıdır. 40 yıl boyunca bu ebedî prensiplerden ayrılmadığından dolayı biz de Yeni Asya’dan ayrılmadık, ayrılmayacağız İnşallah.
Yeni Asya, günü birlik yorumlar yerine hâdiselerin içyüzünü deşifre ederek bizlere birer pusula gibi yönümüzü gösterip deniz feneri gibi yolumuzu aydınlatmıştır.
İctimâî ve siyasî hadiselerin konuşulduğu ders sonrası sohbetlerimizde neler konuşulduysa, sabahleyin gazetemizde yorum ve makale bazında aynı konular yazılıp çizildiğine pek çoğumuz şahit olmuşuzdur. Bu, gazeteyle şahs-ı mânevînin bütünleşmesinin tezahüründen başka bir şey değildir. Bu bütünlük devam etmektedir ve devam edecektir İnşallah.
Her şeyden önce hem kendimiz, hem çoluk çocuğumuz, gazetemizi her gün okursak, evimizde fikrî birliğimiz sağlanmış olur kanaatindeyim. Nur Risâlelerini okuyup da, gazete almıyor veya evimize getirmiyorsak, bir müddet sonra ailemiz ile özellikle ictimâî ve siyasî konularda ihtilâflar başlar. Çoluk çocuğumuzla bazı noktalarda aynı duyguları paylaşmak söz konusu bile olmayabilir. Çoluk çocuğumuz ya siyasal İslâmcı veya başka bir ideolojinin etkisinde kalarak bizden fikren ayrılabilir. Biraz dikkatlice etrafımıza bakarsak, bunun çarpıcı örneklerini müşahede edebiliriz.
Yeni Asya, neşrettiği kitaplarla evimizi bir kütüphane hâline getirdi. Okuyan, kafa yoran insanlar yetişmesine sebeb oldu. Bu kitaplar, Risâle-i Nurların ışığında hazırlandığı için ifrat ve tefrite düşürmeyip hadd-i vasatı göstermek sûretiyle istikametimizi muhafaza ettirdi. Risâle-i Nur okumayan ehl-i imanın haline bir bakarsak ya ifrat, ya da tefritte olduğunu görürüz.
İlin birine atanmıştım. Bir müddet sonra âmir durumunda olan kişi beni çağırttı. Dedi ki: “Siz daha yeni geldiniz. Henüz ciddî mânâda birbirimizi tanımadık. Fakat ben sizin Yeni Asya okuduğunuzu öğrendim. Kendi bilgilerimle mensubu olduğum grubun filan meseleye bakışı uymuyor. Bu gibi durumlarda ben Yeni Asya’ya bakarım. Ona göre tavır takınırım” diyerek sorduğu konu üzerinde gazetemizin bakış açısını sormuştu. Bu olay, benim için Üstadımızın “Risâle-i Nur Talebeleri, ehl-i imanın nokta-i istinadıdır” tesbitinin bir tezahürüydü. Yanılmamak için yanıltmamak için, Yeni Asya’ya ihtiyaç var.
Duâmız, Yeni Asya’yı Nurlardan, bizi de hem Nurlardan hem de Yeni Asya’dan Rabbim ayırmasın. Nurlara bağlılığı devam ettiği sürece bizim bağlılığımız ilânihaye devam edecektir.
|
MEHMET KOVANCI
15.03.2009
|
|
|
|