Refahyol hükümetinin Başbakanı Necmeddin Erbakan, peş peşe gündeme getirdiği kaynak paketlerinin izahını yaparken “Allah’ın nimetleri” ifadesini kullandığı için, “laikçi” kafanın alaycı eleştirilerine hedef olmuştu.
Herşeyi, inançtan koparılmış “bilim”le ölçen, “atgözlüğü”nün örttüğü gözüyle görmediğine ve daracık aklıyla anlayamadığına inanmayan bu kafaya “Allah’ın nimetleri”ni anlatmak zor iş.
O zaman bu tepkileri eleştirdiğimiz yazımızda, konunun diğer bir yönüne şöyle değinmiştik.
“Erbakan’ın, bir siyasetçi olarak, yönetimine talip olduğu ve oylarını istediği insanların belli bir kesiminden gelen bu tepkilere karşı, ‘tebliğ’ temelli imanî mesajlar verebilme şansı yok. Çünkü ‘siyaset topuzu’ ile imana hizmet edilmez.
“İnsanların sadece bu dünyalarını değil, ahiret hayatlarını da ilgilendiren imana hizmet, siyasetler üstü bir anlayış ve vizyonu gerekli kılıyor.
“Bu bakımdan Allah-insan ilişkilerine; Allah’ın insanoğluna bahşettiği nimetler ile, karşılığında istediği hamd, şükür ve kulluk vazifelerine ilişkin bahislerin, dünyevî ve siyasî düşüncelerin üzerine çıkan bir platformda konuşulması gerekiyor.
“Kişiler siyasî görüş itibarıyla en zıt kutuplarda yer alabilirler. Ama ebedî hayatın anahtarı olan iman derslerine herkesin ihtiyacı vardır.”
(Yeni Asya, 3.8.1996; Balans Ayarı, s. 41-2)
Benzer bir durum, şimdi Erdoğan’ın “Hamdolsun” sözüyle ilgili olarak tekrarlanıyor. Başbakan bu ifadesine yönelik eleştiri ve istihzaları “Benim ‘hamdolsun’um iyi ciklet oldu, güle güle çiğnesinler” diyerek geçiştiriyor, ama hamd gibi, ubudiyetin özünü ve çekirdeğini oluşturan bir kavramın bu tür saygısız ve seviyesiz polemiklere konu edilmesi son derece düşündürücü.
Ve Erbakan’ın “Allah’ın nimetleri”ni anlatmada karşı karşıya kaldığı zorluğu şimdi Erdoğan “hamdolsun” bahsinde yaşıyor. Siyasetçi kimliğiyle bu zorluğu aşabilmesi de mümkün değil.
İşte, din-siyaset ilişkisinde Bediüzzaman’ın ısrarla üzerinde durduğu hassas ölçülere riayet edilmeyişinin yol açtığı en önemli sakıncalardan biri bu noktada ortaya çıkıyor. Dine hizmet düşüncesiyle de olsa siyaset topuzunu eline alanların nur göstermeleri son derece zorlaşıyor.
On Üçüncü Mektup'taki manidar temsille verilen mesajı hatırlayalım: İnsanların, manen bataklıkta olan ve çıkış yolu arayan yüzde sekseni, ancak nur gösterilerek kurtarılabilir. Bir elinde sopa tutarken diğer eliyle nur göstermek, muhatabı kuşkulandırır ve güvensizliğe sevk eder.
“Acaba nurla beni celb edip, topuzla dövmek mi istiyor?” diye telâşlanmasına sebebiyet verir.
“Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner...” (Mektubat, s. 82)
Dini bilmeyenlere karşı pompalanan “şeriat korkusu” eşliğinde, önce RP’nin, sonra daha ısrarlı ve vurgulu bir kampanya ile AKP’nin “dinci dikta” kurmaya çalışmakla suçlanması, Erdoğan için yapılan “padişah” benzetmeleri, hep bu temel meseleyle irtibatlı yansıma ve tezahürler.
Gerçekte bunların hiçbirinin aslı esası yok ve tam aksine, yöneltilen suçlamalar AKP’yi, öyle olmadığını ispatlama telâşıyla, ters yönde inanılmaz savrulmalara götürerek, yozlaşma ve dejenerasyon sürecini o cenahtan da destekliyor.
Sonuçta, hem düzden, hem tersten estirilen hava, en fazla, içinde bulunduğu manevî bataklıktan kurtulmak için bir ışık ve tutunacak bir dal arayan “mütehayyir”leri olumsuz etkiliyor.
Ve ebedî hayatlarının kurtuluşu riske giriyor.
Onun için Üstadın şu dersi de çok önemli:
“Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adavet edilmez. (...) Ben de nur-u Kur’ân’ı elde tutmak için, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım. (...) Elhamdülillah, siyasetten tecerrüt sebebiyle, Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim.” (a.g.e., s. 83)
“Allah’ın nimetleri” ve “hamd”in hakikatleri ancak bu ölçülerle anlatıldığı takdirde yerini bulur.
15.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|