Bu seçimde de mutlaka AKP’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın desteklenmesi gerektiğini düşünenler tarafından ortaya konulan bazı gerekçeler şöyle dile getiriliyor:
“Ergenekon çetesiyle, Yahudilerle ve Doğan grubuyla amansız bir mücadeleye girişen Erdoğan’ı en azından şu aşamada yalnız ve desteksiz bırakmanın büyük vebal ve sorumluluğu var...”
Peki, işin gerçeği de öyle mi?
Ergenekon’dan başlayalım. Hükümet bu operasyonun neresinde? Bir taraftan, kendisini Ergenekoncuların avukatı olarak niteleyen Baykal’a “Milletin savcısıyım” diyen Erdoğan, diğer taraftan bu sözünün getireceği ciddî sıkıntıları fark ederek “Bu iş yargının, kimse müdahale etmesin” mesajlarıyla durumu düzeltmeye çalıştı.
Özünde, Kemalizmi değişen dünya ve ülke şartları içerisinde daha “akılcı” yöntemlerle tahkim ederek sürdürmek isteyenlerin, bu değişimi ya anlayamayan ya da anladıkları halde direnmekte inat eden eski usûl darbe taraftarlarını tasfiyesi anlamına gelen bu operasyonda gelinen son merhale, burada da nihaî sonucu asker ve yargı faktörlerinin tayin edeceğini gösteriyor.
Genelkurmay “Ergenekon’la ilgili bir soruşturmamız yok” diyor. Ek iddianamede darbecilikle suçlanıp haklarında müebbet hapis istenen emekli orgeneraller çoktan tahliye edilmiş durumda. Dâvâyı başlatan savcılar, üzerlerinde giderek ağırlaşan baskılar sebebiyle çok tedirgin.
Ve dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz:
AB’nin yıllardır ısrarla hatırlatıp önemle üzerinde durduğu “asker üzerinde sivil kontrol” ve “yargı reformu” hususlarında gerekenlerin şimdiye kadar yapılamamış olması, Ergenekon sürecinde yol alınabilmesine de engel teşkil ediyor.
Yeni, sivil ve demokratik bir anayasanın başarılamayışı, Ergenekon’da da önümüzü kesiyor.
Aynı şey Yahudiler veya Doğan grubuyla yapıldığı söylenen “mücadele” için de söz konusu.
Erdoğan’ın Davos’ta Peres’e çektiği, büyük akis uyandıran restten sonraki duruma bakalım.
İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı, “Erdoğan aynaya baksın” diyerek, Türkiye’yi Ermeni ve Kürt katliâmı yapmak ve Kıbrıs’ta işgalcilikle suçladı. Bizim Genelkurmay ve Dışişleri, sert tepki gösterdi. Karşılığında İsrail ne özür diledi, ne komutanına özür diletti ve ne de onu azletti.
Cevabî açıklamalarda ne kadar “üzgün” olunduğu ifade edilirken, densiz komutana “gereğinin yapıldığı” bildirildi. Ve “gereği”nin, öylesine bir “fırça ve azar”dan ibaret olduğu ortaya çıktı.
Ardından, Türkiye’nin İsrail’e “Tatmin olduk, bizim açımızdan konu kapandı” mesajı verdiği ve Gül’ün Peres’e mektup yazarak, önümüzdeki aylarda İsrail’i ziyaret etmek istediği duyuruldu.
Böylece, destanlaştırılıp göklere çıkarılan “one minute” çıkışının Davos’ta kaldığı kesinleşti.
Burada da işin kilit noktası, İsrail’le yaşanan krizin zirve yaptığı anlarda bile askerî ilişkilerin sağlamlığından dem vurulması; ortak tatbikatların ve bu ülkeye verilen askerî ihalelerin devam edeceğinin vurgulanması. Ve bu mesajın, bizzat Erdoğan tarafından dahi ifade edilmesi.
Bu durumda, “Yahudilerle mücadelesinde Erdoğan’ı yalnız bırakmayalım” söyleminin geçerliliği kalıyor mu? Eğer orada da askerin dediği oluyorsa, yine “sivil denetim” sorunu karşımıza çıkıyor. Erdoğan’ın İsrail’le ilişkiler bahsindeki askerî söylemleri ise, daha vahim ve düşündürücü bir teslimiyet tablosunu önümüze koyuyor.
Gelelim Doğan grubu ile bir kez daha alevlenmiş görüntüsü veren kavgaya. Bundan önceki son “kapışma” da Erdoğan’la Doğan’ın bir davette beraber boy göstermeleriyle sona ermişti.
Şimdi ise Doğan grubuna kesilen yarım milyar dolarlık vergi cezasının tetiklediği gerilim devam ediyor. Ve ilginç olan, bu konunun yüksek yargıya intikali halinde Doğan’ın lehine çözüleceği yönünde şimdiden yazılıp çizilenler.
Öyle birşey olursa, yargı reformunu geciktirmenin yeni faturası olarak AKP’nin önüne konur...
13.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|