Ne çabuk unutuldu, ne ibretlik bir son!
Onu hatırlayan var mı? Yaşarken hiç unutulmayacak kötülüklere imza atmıştı. Dünya tarihinin en karanlık sayfalarında kendine yer edinmişti. Hayatı boyunca insanlık suçu adına ne varsa hepsine ilgi duymuş, pervasızlığı, küstahlığı, acımasızlığı ilke edinmişti.
Onu hatırladınız mı? 4 Ocak 2006’da felç olmuş, beyin kanaması geçirmişti. O günden bu yana bir hastanede yoğun bakımda, aslında “ölü” halde bekletiliyor. Hayatı boyunca kendisine göre unutulmaz işler yapmıştı. Altında imzası olan icraatları, dünya görüşü, insanlığa bakışı, merhametsizliği, ırkçılığı, yeryüzünü kirletircesine sürdürdüğü katliamları ile unutulmazdı. Ama bugün yaşayıp yaşamadığını merak eden bile kalmadı. Üç yıldır kimse merak etmiyor onu. Ülkesi merak etmiyor, yaşarken arkasından yürüyenler merak etmiyor, cinayet şebekesi merak etmiyor, medya merak etmiyor, hayranları merak etmiyor… Sağlık durumu nasıl, tedavisi nasıl gidiyor, kimse umursamıyor. Hakkında bir küçük haber bile yayınlanmıyor.
Bütün dünya onu tanıyordu, her gün bir şekilde onu hatırlamak zorunda kalıyordu. Hemen her devlet adamının onunla bir hatırası vardı. Ankara’da bile esip gürlemişti. Türkiye’yi rencide edercesine bir pişkinlikle. Şimdi kimse hatırlamıyor onu. Kimse onunla tecrübelerinden bile söz etmek istemiyor. Bir insan olarak hatırlanmıyor. Bir devlet adamı olarak hatırlanmıyor. Bir siyasetçi olarak, bir asker olarak hatırlanmıyor. Katıldığı savaşlar hatırlanırken bile o hatırlanmak istenmiyor. Oysa sağlığında ne kadar kibirliydi. Ne kadar kudretliydi. Tabii mazlumlara karşı. Tabii zavallı insanlara, savunmasız sivillere, kadınlara ve çocuklara karşı. 1928 yılında doğmuştu. Şimdi sekseninin üstündeydi. Ama ben bile bu yaşta nice acımasızlıklarına tanık oldum. Benden öncekiler de oldu. Bugün yaşayanlar da oldu. Hayatını kaybeden binlerce insan da…
Üç yıl sonra bir haber okudum. Ailesi de kabul etmemiş. Yıllardır yoğun bakımda bekletilen, şimdi uğruna bütün bölgeyi ateşe verdiği devleti tarafından bakımı masraflı bulunduğu için istenmeyen, ailesine teslim edilmesi gündeme gelen ama kabul edilmeyen biri o. Yarı ölü haline kimse sahip çıkmak istemiyor. Sanki lanetli gibi…
Düşünüyorum da, acaba öldürdüğü savunmasız insanlar şimdi zihninden geçiyor mu? Parça parça ettirdiği bedenler, yakıp yıktığı şehirlerin enkazında can verenler, evinin önünde oynarken kurşuna dizilen çocuklar aklına geliyor mu? Yaşamı zihninden geçiyor mu? Uğruna bunca katliamlar yaptığı, insanlık suçları işlediği ülkesi ve milletinin vefasızlığını nasıl hissediyor?
Bunca çirkinliğine rağmen “Barış adamı” ilan edilebilen, 20. yüzyılın en önemli insanlık suçlusu olmaya aday biri.. Öldürmeye, yok etmeye, soykırıma, hukuksuzluğa, acımasızlığa, vahşete ayarlı bir hayat… Askerken de, siyasi liderken de, ölüm döşeğindeyken de terörist olan, bir çete lideri gibi düşünüp hareket eden, hiçbir zaman devlet adamı olamayan kişi.
Dünya ondan çok şey öğrendi. Terörizmin ne olduğunu, soykırımın nasıl planlandığını, okul çocuklarının nasıl kurşunlandığını, masum insanların evlerinin başlarına nasıl yıkılabildiğini, mahallelerin nasıl toplu mezarlara dönüştürülebildiğini, en iğrenç suikast yöntemlerini, uluslararası ilişkilerdeki arsızlıkları, çete yöntemlerini, hukuk ve teamüllerin nasıl çiğnendiğini… 14 yaşından üç yıl öncesine kadar hep kötülük yöntemleri geliştirdi ve uyguladı. Tutuklanma korkusuyla bir çok ülkeye gidemez oldu. Kendisi ve subayları hakkında davalar açıldı. Ama hep korundu.
3-15 Nisan 2002’de “Köklerini kazıyacağım” diyerek başlattığı kıyım unutulur mu? İnsanlar elleri ve gözleri bağlanarak toplama kamplarına götürüldü, kadınlar ve çocuklar evlerinden kovuldu, genç kızlar işkence altında tutuldu, yüzlerce ev yerle bir edildi, hastaneler çalışamaz hale getirildi, elektrik ve su kesildi, sokaklarda çürüyen cesetlerin gömülmesine ve yaralıların tedavi edilmesine izin verilmedi, ambulanslar askeri hedef gibi ateş altına alındı, kuşatma altındaki insanlara ilaç ve yiyecek yardımları engellendi, sokağa çıkan herkese ateş açıldı, evlere baskın yapılıp insanlar kurşunlandı, esir alınanlar kurşuna dizildi, doğum yapan kadınların hastaneye götürülmesine izin verilmedi, evlerin/hastanelerin bahçelerine mezarlar kazıldı. Bir kilometrekarelik alana yüzlerce füze atıldı, sadece bir saatte 50 füze fırlatıldı. Camiler, yollar, dükkanlar, evler, devlet daireleri yerle bir edildi. Cinayet, yıkım, vandalizm, yağma ve terör dehşetine, katledilen kadın ve çocukların cesetlerinin buldozerlerle toplu mezarlara sürüklenmesine karşı bütün dünya sustu, susturuldu.
Bütün bunları şu an ülkesinin, devletinin, halkının, ailesinin kabul etmediği o adam yaptı.. Ariel Şaron… Şu an kimsenin hatırlamak bile istemediği adam. Uzun zamandır merak ediyordum, neden bu sessizlik diye. İsrailli çevrelere bile sorduğumda sanki konumsak istemezlermişçesine “hastanede” diyerek geçiştiriyorlardı. En son, birkaç gün önce o haberi okuyunca tekrar düşündüm: İnsan ırkının aslında ne kadar çaresiz olduğunu. Böyle iken nasıl da kibirlenip kendini ilahlaştırabildiğini, güce tapınabildiğini.
16 Eylül 1982’deki o korkunç Sabra ve Şatilla katliamından Cenin kıyımına, 1948’deki 300 bin Filistinli’nin sürgün edilmesinden 1953’te “101. Birlik” adlı ölüm mangasını kurmasına, 1956’da 273 savaş esiri kurşuna dizilip toplu mezara gömmesinden, Rusya’daki Yahudi mafyasını yönetmesine kadar sorumlu olmadığı hiçbir şey yoktu.
“11 Eylül” 2003’te Yaser Arafat için sürgün kararı çıkardı. Karar, 11 Eylül saldırılarının yıl dönümünde alındı. Karara karşı hazırlanan BM tasarısı 16 Eylül’de, yani Sabra ve Şatilla katliamının yıldönümünde ABD tarafından veto edildi. “Hapiste tecrit etmek” ve “öldürmek” de seçenekler arasındaydı. İkisini de yaptı. Arafat’ı karargahında tecrit etti, karargahında öldürdü.
20 Mart 2004’te, iğrenç suikast örneklerinden birini daha tezgahladı. 67 yaşında bütün vücudu felç olan, hemen hiç görmeyen ve duyma sorunu çeken, yıllarca İsrail hapishanelerinde işkence gören, tekerlekli sandalyeye mahkum olan Filistin direnişinin sembol öncüsü Şeyh Ahmed Yasin’i şehid etti.
Sağlığında kudretli olanlara, bu kudreti insanlığı karşı silah olarak kullananlara, insanlara acımasızca hükmedenlere, adalet duygusunu kaybedenlere, şiddetten beslenenlere, insan olduğunu unutanlara, güçlerini ilahlaştıranlara trajik bir uyarıdır Şaron örneği. Üç sene sonra, o hastane odasında unutuldu. Kimse hatırlamak bile istemiyor.
İbrahim Karagül
Yeni Şafak, 12.3.2009
|
13.03.2009
|
|
Kendi insanlarını tehdit gören ordular...
Tüm resmî kurumların kendi görev alanları içinde faaliyet gösterdiği demokratik ülkelerde, bizdeki gibi sık sık siyasi kargaşa ortamının yarattığı istikrarsızlıklar yaşanmaz. Nitekim, kısa bir süreliğine de olsa Türkiye’de ekonomide olumlu gidişatı beraberinde getiren siyasi istikrarı yakaladığımız yıllar, elle tutulur askerî ve siyasi reformları yaptığımız 2003 ve 2004 yılları oldu. Ne zamanki Türkiye 2005 yılı itibariyle demokratik reformları askıya aldı siyasi istikrarsızlık da başgösterdi.
İstikrarsızlıklardan beslenen odaklar, Türkiye’nin AB üyeliği savsaklanınca durumdan vazife çıkartıp, darbeyi çağrıştıran 27 Nisan 2007 tarihli gece yarısı muhtırası yayımlarken Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini önlemek amacıyla yargı darbesine de imza attılar.
Ergenekon soruşturmasıyla ortaya çıkan kimi belgeler, aslında hepimizin birer birey olarak onlarca yıl, canlarımıza kasıt da dahil ne denli büyük bir tehdit altında yaşamakta olduğumuzu ortaya çıkardı. Ergenekon zanlısı emekli Orgeneral Hurşit Tolon’a ait olduğu iddia edilen ses kaydı –ki ses onun hiç endişeniz olmasın- TSK üst düzeyinin, başta siviller olmak üzere kendi toplumunu ne denli aşağıladığını ve çok gariptir ki tehdit gördüğünü gözler önüne serdi.
Ses kaydına göre, Tolon, “Teğmeni götürüp bunlara teslim etmek; teğmenini teslim eden ordu olmaz! Aşiret bile olmaz! Ordu komutanına diyorum ki o paşayı orada tutmak demek ihanet demektir. ... Savcı yazı yazmış, ne savcısı. Sen kimsin lan bana (Genelkurmay’a) yazıyorsun,” diyor. Türkiye’nin sınırlarını koruması için insanlarının canını emanet ettiği bir eski üst düzey komutan, “bunlar” kelimesiyle sivilleri aşağılarken, bir savcı için “lan” ifadesini kullanma cesaretini gösterebiliyor. Bu ifadelerden belki daha iyi anlarsınız, Ege Ordu Komutanlığı yapmış Tolon gibi üst düzey komutanlar yüzünden, Türk halkının, Yunanistan gibi ilişkilerin fırsata dönüştürülebileceği komşularını hep tehdit olarak görmeye niye koşullandırıldıklarını.
Keza, ekibiyle birlikte üslubu kendi halkına tehdit oluşturan emekli Orgeneral Çevik Bir’in, Taraf’ta yer alan 28 Şubat çerçevesinde işlediği suçlar da geç de olsa belgeleriyle ortaya çıktı.
Sınırlarımızı olası dış tehditlere karşı korusunlar diye yaşam standardımızın çoğu zaman çok düşük seviyelerde seyretmesine razı olup, vergilerimizden onlarca para aktardığımız TSK’nın, asli görevine dönüp, demokratik kurallara uygun hareket etmesi yalnızca kendisi için değil Türkiye’nin aydınlık geleceği için de yaşamsal hale geldi.
Siyasi otoritelerin öncülük yapıp, demokratik –ki şu sıralar ekonomik reformlar hayati öncelikli- açılımları yeniden başlatmasıyla ancak bu aydınlık gelecek ufukları açılabilir. Yoksa halimiz gerçekten harap.
Lale Sarıibrahimoğlu
Taraf, 11.3.2009
|
13.03.2009
|