"Gerçekten" haber verir 13 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Faruk ÇAKIR

Kolayı zor kılalım!



Herkesin malûmu olduğu üzere; devletin, hükümetin ya da bürokrasinin vazifesi, insanların ihtiyaçlarını karşılamak, bunu yaparken de ‘zor’u kolay kılmaktır. Ancak devletin kendisini ‘hizmetçi’ görmediği yönetimlerde tam tersi olur ve ‘kolay’ işler olabildiğince ‘zor’laştırılır.

Maalesef ülkemiz, ‘kolay’ın ‘zor’laştırıldığı ülkelerin başında geliyor. Devlet dairelerine işi düşenler gönül huzuruyla bu işlerini görüp, hayır duâ ile evlerine dönme şansına sahip değil. Ekseriyetle devlet dairesine işi düşenler, ‘ah, vah’ diyerek evine dönebiliyor. Çünkü devlet adına iş görenler kendilerini milletin ‘hizmet’inde çalışanlar olarak değil de, milleti kendilerine hizmetçi olarak görmeyi tercih ediyor.

Yaşanan sıkıntılarda bütün kabahati ‘yöneticiler’e yüklemek elbette insaf ile izah edilemez. Yöneticilerin kabahati yanı sıra, millet olarak bizim de eksikliklerimiz, hatalarımız var. En başta hakkımızı aramayı bilmiyor ya da ‘boşver, başkası bizim hakkımızı arasın’ diyoruz.

Meselâ insanları mağdur eden bir kanun çıkıyor ve herkes buna ‘sözde’ itiraz ediyor. Fakat itiraz edenlerin büyük çoğunluğu bu itirazlarını hukukî yollarla destekleyip mahkemeler açmayı akıl etmiyor. Bir zaman sonra birisi mahkemeye müracaat ediyor ve yanlış olan o uygulamadan geri adım atılıyor. Sonra da herkes, ‘Bak, hakkını arayan alabiliyor’ diye övünüyor. Bunun çok örneği var. Hatırlamak için, köprü ve otoyollara yapılan zammın açılan mahkeme sonrası geri alınması ve yine geçmiş yıllarda ÖSYM ile ilgili yaklaşık 10 yıl uygulanan bir ‘yanlış’tan geri adım atılmasını gösterebiliriz. İşte bir kişinin doğru yöndeki bir adımı yanlıştan dönülmesine sebep oluyor ve sonrasında milyonlarca kişi o adımdan faydalanıyor.

Son aylarda İstanbul’un parlayan bir yıldızı var. Herkes, Avcılar-Zincirlikuyu-Söğütlüçeşme arasında yapılan ‘metrobüs’ü konuşuyor. Gerçekten de bu hatta açılan yeni yol, seyahat edenlere büyük kolaylıklar sağlıyor. Fakat bu kolaylık, çok basit ihmaller sebebiyle eziyete de dönüşebiliyor. Bilhassa sabah ve akşam saatlerinde metrobüse binmek ve inmek imkânsız. Giriş ve çıkışların aynı yerden olması, uzayan kuyruklar, aksayan seferler yolcuları kızdırıyor. Geçen gün akşam geç saatlerde bile metrobüse binmekte zorlanınca, durakta duran ‘görevlilere’ biraz da siyasî bir gönderme yaparak; “Bu saatte bu yoğunluk neyin nesi? Seçim üstü bu sıkıntıyı çeken vatandaş, oy verirken de bunu hatırlarsa yandınız” diye takıldık.

Tabiî ki yolcuların da kabahati var. İstanbul şartlarında yaşayan ve otobüsle işe gidip gelen herkesin ‘akbil’i olması gerekirken, çoğu kişi ‘akbil’ almayıp, peşin para ödeyerek metrobüse, otobüse ya da vapura binmek istiyor. Haliyle bilhassa sabah ve akşam saatlerinde gişelerin önü miting alanına dönüşüyor. Sırf bu yüzden zamanında otobüse binemeyen insanlar var.

Aslında her gün otobüs ya da metrobüse bindiği halde kolay yol olan akbil almayıp, ‘zor’ yolu tercih edenlere anlamlı biz ‘ceza’ lâzım. İlk fırsatta akbil kullanmayıp peşin para ile otobüse binmek isteyenlerden 2 TL alınsın. (Akbil ile yolculuk 1.4 TL) O zaman da akbil almıyorlarsa onları alkışlayalım!

Maalesef akbilsiz yolcular şoförlerin ve bir bakıma İETT’nin de işine geliyor. Nakit para ile yolculuk yapanların sayısı arttıkça onlar daha fazla (yolcu başına 100 krş.) kazanıyor. Neticede ‘kolay’ işleri ‘zor’ kılmayı başarmış oluyoruz. ‘Zoru kolay kılmak’ varken bu inad niye?

13.03.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

12 Mart ve darbelerin yargılanması…



Duün 12 Mart'tı. Tıpkı 28 Şubat “postmodern darbesi” gibi “demokrasiye balans ayarı” yapan “muhtıra”nın 38. yıl dönümüydü.

Türkiye hâlâ, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in içinden çıkan hükûmeti “darbe şantajı”yla görevinden eden müdahâlelerin getirdiği antidemokratik tortularla, darbelerin kirli kalıntılarıyla dolu.

Şu işe bakın; üzerinden onca yıl geçtiği halde, Türk demokrasisi hâlâ demokrasiyi rafa kaldıran, Meclis’i ve siyasî partileri kapatan, yine bir kanlı darbe mahsulü anayasayı ilga eden 12 Eylül ihtilâli ürünü Anayasa ile muallel. Darbecilerden hesap sorulmadığı gibi, darbecilerin getirdiği anayasa ile “yönetiliyor.”

Başta iktidar ve anamuhalefet partileri olmak üzere boş polemiklerle oy devşirmeye çalışan siyaset, yerel seçimler öncesinde milletin “geçim derdi”ni tartışmadığı gibi, darbeleri ve darbelerin izlerinin nasıl silineceğini de tartışmıyor. Darbe kalıntıları Türkiye’nin üzerine âdeta bir kâbus gibi çökmüş. Fakat ne Başbakan, ne medyadaki rakibi muhâlefet, bunu gündeme getirmiyor.

Siyaset ufkunu kaybetmiş. Meydanlarda incir çekirdeğini doldurmayan meselelerde veryansın eden Başbakan, Türkiye’de darbelerin politik, hukukî ve sosyal kalıntılarının temizlenmesi için en ufak bir vaadde dahi bulunmuyor. Darbe kalıntılarının ülkenin üzerinden kaldırılması, mahallî idarelerin yer yer yaptığı darbe kalıntısı yer adlarının, darbecilerin isimlerinin bazı cadde, okul ve parklardan kaldırılmasıyla kalıyor.

AKP, DARBELERİ

SORUŞTURMAKTAN SAKINIYOR

İzmir İl Genel Meclisinin 12 Eylül darbesinin mimarı “Kenan Evren” ismi ile “12 Eylül” isminin İzmir’deki bazı okullardan kaldırılması kararı, Türkiye’de demokrasi kültürü ve sivil siyaset açısından elbette son derece önemli. Ancak aynı kültür ve irâdeyi ne yazık ki millet irâdesinin temsilcisi siyasî iktidar göstermiyor, gösteremiyor.

12 Eylül’ün anayasası, 28 Şubat’ın yasaları yürürlükte; bütün etkisiyle demokratik hayatı ve millet irâdesini kelepçeliyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin haklı çıkardığı ve sırf 12 Eylülcülere dâvâ açtığı için mesleğinden atılan savcı Sacit Kayasu’nun ifâdesiyle, Türkiye 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, darbelerin, darbecilerin yargılanmasını değil, seçimi tartışıyor. Siyaset meydanlarda karşılıklı atışmalarla seçim sürecini dolduruyor.

12 Eylül darbesini yapan ve kendine “Millî Güvenlik Konseyi” adı veren darbe yönetiminin ve bu yönetim dönemindeki hükûmetlerin ve atanmış “Danış Meclisi”nin “her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiasının ileri sürülmeyeceği ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı” garâbetini getiren Anayasanın “geçici 15. maddesi” 29 yıldır duruyor.

Sadece siyaset değil, yargı da ne yazık ki bu konuda hâlâ çekingen. Oysa Kayasu’nun tesbitiyle, AİHM’in kendini haklı bulan kararı, savcıların önünü açmış. Millet irâdesini kayıt altına alan darbecilerin yargılanmasına dair “zaman aşımı”nı kaldırmış.

AB’yi ihmal eden AKP siyasî iktidarı, ne yazık ki “mutâbakat aramak” perdesinde demokratikleşmeyi sürekli öteliyor, temel hak ve hürriyetleri gündemine bile almıyor.

Buna bağlı olarak siyasî partiler ve seçim kanununu, YÖK yasasını, ceza kanununu, basın yasasını, düşünce ve ifâde özgürlüğünü, hukuk devletini esas alan ve yargının işlevini ve verimliliğini arttıran yargı reformunu, kamu görevlilerinin insan hakları konusundaki eğitimlerini, eğitimin demokratikleştirilmesini, bütün vatandaşların insan hakları ve temel özgürlüklerinden yararlandırılmasını; vicdan ve din özgürlüklerini sağlayan yasaları çıkarmıyor, yetersiz yasaları düzeltmiyor. Özellikle “kapatma dâvâsı”yla “kapatılmama kararı”ndan sonra bu alanlara girmekten sakınıyor…

ÖNCE DARBELER SORGULANSIN…

Diğer yandan, “din ve ahlâk eğitimi ve öğretiminin kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin kanunî temsilcilerinin talebine bağlı olarak devletin denetim ve gözetimi altında yapılması” hükmünü getiren mevcut Anayasanın 24. maddesine açıkça aykırı olarak, Kur’ân kurslarında çocukların Kur’ân öğrenimini engelleyen “yaş yasağı” devam ediyor. Hâlâ din eğitimi ve öğretimi önünde bir yığın bariyer var.

En önemlisi, darbeyi ve darbecileri yargılayacak “yeni anayasa”yı bir başka bahara” bırakan AKP hükûmeti ve Meclis grubu, IMF ile yaptığı görüşmelere, yerel seçimlere yönelik çalışmalara verdiği değerin ya da vergi yasalarına harcadığı zamanın onda birini darbe izlerinin silinmesine harcamıyor.

Bağımsız Eğitimciler Sendikası Genel Başkanı Gürkan Avcı’nın değerlendirmesiyle, özgürlük ve demokrasi kelimelerini ağzından düşürmeyen AKP hükûmeti, bu hususta samimiyetini sergilemiyor; yerel yönetimler kadar bile olamıyor. İzmir örneğinde olduğu gibi mahallî yönetimlerin demokrasi adına attıkları olumlu adımlara bir adım ilâve etmiyor; edemiyor.

Başta iktidar partisi AKP ve anamuhalef CHP olmak üzere medyanın parlattığı politikanın mensup-ları 28 Şubat’ın yıl dönümünde DP Genel Başkanı’nın ifâdesiyle meydanlarda “hormonlu mitigler”de “maganda üslûbu”yle meşgul oldular…

Bu arada siyasî geçmişinde uzun süre Menderes’i kötüleyen politikaları tâkip eden Erdoğan’ın Aydın’da “Bu ülkede milletin hür irâdesiyle seçilmişler idam edildi; onların kanıyla, onların canıyla demokrasi bedeli ödedik” diye sahip çıkması ise bir başka çelişkiyi ele veriyor. Bir yandan “sıfır kilometre” parti olduklarını ve hiçbir partinin devamı olmadıklarını söyleyip diğer yandan resmini Menderes’in resmi yanına basıp “muhafazakâr demokrat” yakıştırması arasında “ne deve ne kuş” ya da yerine göre “deve” yerine göre “kuş” politikasıyla kamuoyunu yanıtlamaya devam ediyor.

Fark şu: DP’nin ilk icraatı Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesi oldu. Mekteplere din dersleri konuldu. Radyoda ilk kez Kur’ân ve mevlid okundu. Yüzlerce imam hatip okulu, yüksek İslâm enstitüsü ve binlerce Kur’ân kursu açıldı. Dinî özgürlükler getirildi.

AKP’nin ilk işi ise “Kamu İhâle Yasası”nı çıkarmak oldu ve defalarca değişiklik yapıldı. Peşinden bugün tartışılan ihâleler, yolsuzluk iddiaları geldi…

Başbakan AKP’yi demokrat ve “Demokrat Parti mirasçısı” göstereceğine, önce demokrasiyi katleden, DP ve devamı partilerin elinden milletin verdiği irâdeyi gasbeden darbeleri sorgulasın; evvela darbecileri hesaba çekip yargılayacak anayasal ve yasal düzenlemeler yapsın…

Millet bunun için irâdesini emânet etti…

13.03.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Erdoğan ve üç mesele



Bu seçimde de mutlaka AKP’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın desteklenmesi gerektiğini düşünenler tarafından ortaya konulan bazı gerekçeler şöyle dile getiriliyor:

“Ergenekon çetesiyle, Yahudilerle ve Doğan grubuyla amansız bir mücadeleye girişen Erdoğan’ı en azından şu aşamada yalnız ve desteksiz bırakmanın büyük vebal ve sorumluluğu var...”

Peki, işin gerçeği de öyle mi?

Ergenekon’dan başlayalım. Hükümet bu operasyonun neresinde? Bir taraftan, kendisini Ergenekoncuların avukatı olarak niteleyen Baykal’a “Milletin savcısıyım” diyen Erdoğan, diğer taraftan bu sözünün getireceği ciddî sıkıntıları fark ederek “Bu iş yargının, kimse müdahale etmesin” mesajlarıyla durumu düzeltmeye çalıştı.

Özünde, Kemalizmi değişen dünya ve ülke şartları içerisinde daha “akılcı” yöntemlerle tahkim ederek sürdürmek isteyenlerin, bu değişimi ya anlayamayan ya da anladıkları halde direnmekte inat eden eski usûl darbe taraftarlarını tasfiyesi anlamına gelen bu operasyonda gelinen son merhale, burada da nihaî sonucu asker ve yargı faktörlerinin tayin edeceğini gösteriyor.

Genelkurmay “Ergenekon’la ilgili bir soruşturmamız yok” diyor. Ek iddianamede darbecilikle suçlanıp haklarında müebbet hapis istenen emekli orgeneraller çoktan tahliye edilmiş durumda. Dâvâyı başlatan savcılar, üzerlerinde giderek ağırlaşan baskılar sebebiyle çok tedirgin.

Ve dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz:

AB’nin yıllardır ısrarla hatırlatıp önemle üzerinde durduğu “asker üzerinde sivil kontrol” ve “yargı reformu” hususlarında gerekenlerin şimdiye kadar yapılamamış olması, Ergenekon sürecinde yol alınabilmesine de engel teşkil ediyor.

Yeni, sivil ve demokratik bir anayasanın başarılamayışı, Ergenekon’da da önümüzü kesiyor.

Aynı şey Yahudiler veya Doğan grubuyla yapıldığı söylenen “mücadele” için de söz konusu.

Erdoğan’ın Davos’ta Peres’e çektiği, büyük akis uyandıran restten sonraki duruma bakalım.

İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı, “Erdoğan aynaya baksın” diyerek, Türkiye’yi Ermeni ve Kürt katliâmı yapmak ve Kıbrıs’ta işgalcilikle suçladı. Bizim Genelkurmay ve Dışişleri, sert tepki gösterdi. Karşılığında İsrail ne özür diledi, ne komutanına özür diletti ve ne de onu azletti.

Cevabî açıklamalarda ne kadar “üzgün” olunduğu ifade edilirken, densiz komutana “gereğinin yapıldığı” bildirildi. Ve “gereği”nin, öylesine bir “fırça ve azar”dan ibaret olduğu ortaya çıktı.

Ardından, Türkiye’nin İsrail’e “Tatmin olduk, bizim açımızdan konu kapandı” mesajı verdiği ve Gül’ün Peres’e mektup yazarak, önümüzdeki aylarda İsrail’i ziyaret etmek istediği duyuruldu.

Böylece, destanlaştırılıp göklere çıkarılan “one minute” çıkışının Davos’ta kaldığı kesinleşti.

Burada da işin kilit noktası, İsrail’le yaşanan krizin zirve yaptığı anlarda bile askerî ilişkilerin sağlamlığından dem vurulması; ortak tatbikatların ve bu ülkeye verilen askerî ihalelerin devam edeceğinin vurgulanması. Ve bu mesajın, bizzat Erdoğan tarafından dahi ifade edilmesi.

Bu durumda, “Yahudilerle mücadelesinde Erdoğan’ı yalnız bırakmayalım” söyleminin geçerliliği kalıyor mu? Eğer orada da askerin dediği oluyorsa, yine “sivil denetim” sorunu karşımıza çıkıyor. Erdoğan’ın İsrail’le ilişkiler bahsindeki askerî söylemleri ise, daha vahim ve düşündürücü bir teslimiyet tablosunu önümüze koyuyor.

Gelelim Doğan grubu ile bir kez daha alevlenmiş görüntüsü veren kavgaya. Bundan önceki son “kapışma” da Erdoğan’la Doğan’ın bir davette beraber boy göstermeleriyle sona ermişti.

Şimdi ise Doğan grubuna kesilen yarım milyar dolarlık vergi cezasının tetiklediği gerilim devam ediyor. Ve ilginç olan, bu konunun yüksek yargıya intikali halinde Doğan’ın lehine çözüleceği yönünde şimdiden yazılıp çizilenler.

Öyle birşey olursa, yargı reformunu geciktirmenin yeni faturası olarak AKP’nin önüne konur...

13.03.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

İslâm âlemiyle kucaklaşmak



Türklerin ve Türkiye’nin Arap dünyasındaki imajı son yıllarda çok farklı evrelerden geçiyor. Arap ülkelerinde izlenme rekorları kıran Türk dizilerinde çizilen Türkiye imajı ile Risâle-i Nur aracılığıyla Türkiye ile temasa geçen Arapların gözünde canlanan ve oluşan Türkiye imajı arasında dağlar kadar fark var. Aynı şekilde son zamanlarda Başbakan Erdoğan’ın Davos çıkışı ile yeniden gündeme gelen “Türkiye’nin Osmanlı ruhu” da daha farklı bir imaj çiziyor. İşte Araplar belki de bunun kafa karışıklığı içinde Türkiye’yi izlemeye ve anlamaya çalışıyor.

Geçtiğimiz haftalarda Bursa’dan İstanbul’a gelen Osman Sönmez ve İhsan Paşalıoğlu abilerimizin vesilesiyle iki Mısırlı gençle tanışma fırsatı yakaladık. Bunlar Bediüzzaman’ın “İslâm’ın zeki bir mahdumu” olarak nitelediği hakikatin mücessem örnekleri gibiydiler. Mısır’ın başşehri Kahire’de Ayn Şems Üniversitesi’nde Türkoloji bölümünü başarıyla okuyup, bülbül gibi Türkçe’yi öğrendikten sonra, İstanbul’a yüksek lisans yapmak amacıyla gelmişler. Ancak onları asıl özel kılan Kahire’deyken Risâ- le-i Nurlarla tanışmış olmaları ve şimdi bu büyük eserleri daha iyi anlama ve başkalarına da anlatma azmi ve gayretinde olmalarıydı.

Bu gençlerden 22 yaşındaki Muhammed Samir, Türkoloji okumayı ve Türkiye’de eğitimine devam etmeyi istemesinin sebebini bir kaç şeyle açıklıyor. Öncelikle ailesinde Arnavut kanı olduğu ve Osmanlı ile sıkı bağları bulunduğuna inandıkları ve Türkleri de iyi Müslümanlar olarak tanıdığı için Türkoloji okumaya karar verdiğini belirtiyor. İlk olarak MEB dâvetiyle 2007 yılında Türkiye’ye gelen ve bir çok şehri gezme fırsatı yakaladığını belirten Muhammed Samir, son zamanlarda Türk dizileri ile Arap dünyasında çizilmeye çalışılan Türkiye imajının ne kadar aldatıcı olduğunu ve bunu Mısır’daki arkadaş ve akrabalarına hep anlatmaya çalıştığını belirtiyor. Üniversite 3. sınıftayken Kahire’deki Risâle-i Nur Talebeleri ile hocaları Prof. Safsafi vasıtasıyla tanıştığını ve o günden sonra bu eserleri okumaya ve anlamaya gayret ettiğini belirten Samir, Risâle-i Nur’un anlatımlarının çok etkileyici ve orijinal olduğunu, Üstad Bediüzzaman’ın hayatından da derinden etkilendiğini söyledi. Daha evvelden Türk denince akıllarına laik ve dine lâkayd bir topluluk geldiğini anlatan Samir, “Bediüzzaman gibi bir insanın varlığını öğrenince Türkiye hakkındaki fikirlerim kökten değişti” diyor. 22 yaşındaki diğer Mısırlı kardeşimiz Ahmed Said ise ilk defa Türkiye’ye geldiğini ve çok etkilendiğini belirtiyor. Türkiye’de hiç yabancılık çekmediğini söyleyen Ahmed Said, Türkçesini daha da geliştirerek Risâle-i Nur eserlerini orijinal dilinden okumak istediğini ifade ediyor. Daha sonra sözü devralan Samir ise, Risâle-i Nurların Mısır’da çok ses getirdiğini ve bir çok Mısırlının gelip Risâle-i Nurlar hakkında sorular sorduklarını ve bilgi almak istediklerini belirtiyor. Her iki genç de bundan sonraki hayatlarında Risâle-i Nur’a hizmet etmeyi canı gönülden istediklerini belirtiyor.

Evet işte Risâle-i Nur eserleri on yıllardır ilişkilerimizi belli bir seviyeye getiremediğimiz ve hep birbirimizden kopuk olarak yaşamaya mahkûm edildiğimiz Arap kardeşlerimizle aramıza böyle köprüler kurmaya devam ediyor. Koskoca diplomatların, devlet adamlarının, siyasal stratejistlerin, toplum mühendislerinin yapamadığı ve yapamayacağı şeyleri Risâle-i Nur ve onun şahs-ı manevisi tek başına hallediyor ve yapıyor. Risâle-i Nur vasıtasıyla İslâm dünyası Türkiye’ye yakınlaşıyor ve seviyor. Böylece hepimizin özlemle beklediği ittihad ve kucaklaşma ortamı Risâle-i Nur vasıtasıyla peyderpey oluşmaya başlıyor. Aynı şekilde Risâle-i Nur gün gelecek bizim Avrupa ve Amerika ile de rabıtalarımızı güçlendirecek ve orada zuhur edecek olan İsevî ruhu ile bütünleşmemizde bir nev'î katalizör vazifesi ve aracılığı yapacaktır. Bunun emareleri de uzak olmayan ufuklardan görülebilmektedir. Buna güzel bir misal bugün gazetemizin de yazarı olan ve Risâle-i Nurların ve ülkemizin adeta Amerika’daki temsilcisi haline gelen Robert Miranda’dır (Davud Ali Selam). Daha nice Mirandalar, Samirler ve Saidler bu kutlu gerçeğin müjdecisi olarak varlıklarını sürdürmekteler.

Dileriz ülkemizin aydınları ve devlet adamları da Risâle-i Nur’un farkına çok geç olmadan varırlar.

13.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Kimin eli kimin cebinde?



Nifak globalleşince, hakikati teşhis zorlaşıyor. Hikmet ve basirete haber ve bilginin kuvvet vermesi gerekiyor. Ancak şeffaflığın, berraklığın ve murakabenin yardımlarıyla manipülasyon ve iğfalin damından kurtulmak mümkün bu zamanda.

Sahnede, efkâr-ı ammede birbirlerinin “can düşmanı” görünenlerin sahne gerisindeki ittifaklarını avam-ı mü’minin nereden bilsin ki... Zındıkanın değirmenlerine su taşıyan “ekseri medyamızın” milletin üstüne boca ettiği dezenformasyondan kurtulabilenlerin sayısı hakikaten azdır.

Risâle-i Nur’un perspektifinden bakmadan “doğru teşhis” mümkün değil.

Yukarıdaki girizgâhı müşahhaslaştıracak birkaç misal vermek istiyoruz. Okuyucularımız, “Yeni Osmanlılar” projesinin mahiyetini sözde ulusal gazetelerin okuyucularından çok önce öğrenmişti. Amerika’daki “Türkiye karşıtı” enstitülerce hazırlanan bu projenin arkasındaki kişi ve kuruluşları gözledikleri hedefleriyle birlikte basından önce okumuştuk. Buna rağmen deccaliyetin aymaz teorisyenleri Hayim Naum gibi tâ Ankara’ya gelerek projelerini daha detaylıca anlatma fırsatı buldular. Hodfuruşluğa, dolduruşa ve “enelerinin okşanmasına” çok müştak siyasetçilerimiz yalan ve hayalle şişirilen şu balonların kısacık zamanlarda söneceklerini hiç hesaba katmıyorlar.

Türkiye’yi AB’den uzaklaştırma projesinde ittifak kurmuş dahilî ve haricî cereyanları milletimize anlatmak elbette boynumuzun borcu. Bediüzzaman Hazretlerini dikkatlice okuyanlar dünya barışının, Hıristiyanlık dünyasının ve âlem-i İslâmın barışlarının Türkiye’nin müsbet Avrupa ile birlikteliğine bağlı olduğunu biliyorlar. Dünyada Ye’cüc ve Me’cüc’ü kullanarak mütemadiyen savaş çıkaran deccaliyet ise, vazifesi itibarıyla bu barışa şiddetle karşı çıkıyor. Bir taraftan Sarkozy, Merkel ve diğer neocon ve neoliberal politikacılarla AB’yi çökertmeyi hedefleyen global cereyanlar, diğer yandan dünyanın en stratejik coğrafyasında daimî bir kaos meydana getirmek istiyorlar.

AB ile uyum içinde yürürken İslâmî ve insanî değerlerini ihya eden bir Türkiye; masonların, neocon denilen yeni bolşeviklerin, neoliberal denilen dinsiz ve sefih Freudçuların diğer zındıka cereyanlarıyla ittifak kurarak fitne çıkarmasını önleyebilir. Cehalet, ihtilâf ve imkânsızlıklarla boğuşan İslâm dünyası da bu sayede hakikî medeniyete yürür. İnsanî ortak paydada ittifak etmiş Avrupa ile İslâm âlemi, elbette dünyamızın özlemle beklediği barışa vesile olacaklardır.

İşte böyle güzel mukaddes ve muallâ bir neticeyi engellemek için, belki “sembolik hilâfeti” bile geri getirip alet etmeye çalışacaklar.

Bugünkü siyasî kadroların bu denli saf olduklarına inanmıyoruz. Fakat kendilerini iktidara taşıyan cereyanların da hatırını kıramıyorlar. Dünya hürriyet ve doğru demokrasiye koşarken, Türkiye’yi Osmanlılaştıracaklarmış! Kimler? Düne kadar resmî bayramları vesile kılarak ağız dolusu Osmanlıya küfredenler.

Gürcistan üzerinden Rusya’ya kafa tutan Soros ile Dick Cheney arasında fark gözetenler hep yanıldılar.

Netice itibariyle; neoconlar da, neoliberaller de, Kemalistler de, masonlar da ve yeni bolşevikler de bütün semavî dinlere karşı değiller mi? Dinlerden gelen insanî ve İslâmî prensiplere savaş açmadılar mı? Müslümanlık ile Hıristiyanlığın ittifakını engellemeye çalışmıyorlar mı? AB dediğimiz “İsevî ve İslâm” medeniyeti projesine karşı savaşmıyorlar mı?

Bunların hepsi doğru olduğuna göre, birkaç noktayı tasrih etmek gerekiyor:

* AKP Kemalizme teslim olmuş bir organizasyondur, millet iradesini temsil edemiyor ve dolayısıyla AB tarafgirliğinde takiyye yapıyor.

* Siyasal İslâmcılarla ırkçı milliyetçiler yapıları itibariyle AB’ye karşı geleceklerdir.

* Amerika ve İngiltere’deki menfaat grupları, mevcut siyasî cereyan ve hükümetleri çıkarları doğrultusunda sıkıştırmaya devam edecektir. AB projesi ile onların çıkarları ters orantılıdır.

* PKK meselesi dinsiz cereyanların aletidir.

* Ergenekon’da karşı taraflar olarak görünenler, esas oyunun bütününde müttefiktirler. Türkiye’nin enerjisini tüketirken, karşı tarafa zaman kazandırıyorlar. Kaybeden taraf ise, Türkiye, İslâm dünyası ve AB’dir.

Yukarıdaki tesbitleri müşahhaslaştıracak yeterli belge, gazete ve internet sitelerinde mevcuttur. Ama hadise bazı enstitülerce öyle girift, karmaşık ve iğfale müsait sunuluyor ki, ister istemez milletimiz “Kimin eli kimin cebinde?” diye hayretle soruyor. Fakat bizim kanaatimiz; Bediüzzaman Hazretleri böyle karmaşık sunulan hadiselerin mahiyetini anlamayı gayet kolaylaştıracak ölçüleri, Risâle-i Nur Külliyatında bize vermiştir. Yalan ve yanlışlarla aklımızı uçuran üfürükçü ekranlardan Nurlara ve hadiselere döndüğümüzde, olayların çok da muğlak ve girift olmadıklarını göreceğiz.

13.03.2009

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Denizli’de nurlu gece



Bir dâvetin akabinde vardığımız Denizli’de çeşitli faaliyetler ve hizmetler içinde kendimi buldum. Bunların hepsini tâdât etmek veya açıklamak hem mümkün değil, hem de âdâba aykırı. Bizlerde bir ata sözü vardır: “Yediklerin senin olsun anlat bakalım.” Bu itibarla biz de, özet ve kesitler hâlinde, gönüller inşirah bulsun mânâsında, 4 günü içine alan hizmet ve seyahatimizi değerlendirmek istiyoruz.

İlim dünyasının yeni bir tesbiti çok manidardır: 0-6 yaş, her nev'î eğitim ve görgünün en verimli şekilde alındığı ve çocukların dünyaya açıldıkları bir dönemdir. Diğer zaman dilimlerinde ise, bunlar geniş mânâda inkişaf etmekte ve dal budak salmaktadırlar. Ayrıca âyetler, hadisler ve gönül ehillerinin tenbihatları da bu minvalde. Bu mânâda Denizli’nin bahtiyar ve münevver insanları bir araya gelip “Kardelen Çocuk Köşkü Kreşi” kurarlar. Bunun çok geniş anlamda meyveleri alınmakta ve alınacaktır.

Başlarında hoca olarak bulunan hanım kardeşlerimiz, onlara görev vermiş. TV’lerden, sâir boş ve mânâsız meşguliyetlerden çocukları kurtarabilmek için “aile içi ev görevlerinde geleceğe dair projeler” bazında proje yarışması tertip etmişler. Bu yarışmaya değerlendirme reyi atmak için Süleyman Delikanlı Beyle gittik. El ve fikir becerilerini hayretle ve tebrikle müşahade ettim. Düşünüyorum da, acaba 20 milyon gencin okuduğu böyle bir Türkiye’de, eğitimde bu tarzda kaç mekân ve kuruluş var? Meyveyi yemek başka, yetiştirmek başka...

Hicrî Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi olan Mevlid Kandili, Efendimizin (asm) dünyaya teşrif ettikleri geceye verilen isimdir. Mevlid, “doğum zamanı” demektir. Kandil kutlamaları, İslâm’ın ilk zamanlarında var olan bir âdet olmayıp, Hicrî 3. asırdan itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Türkiye’de Osmanlı Padişahı II. Selim’den itibaren bu kutlama gün ve geceleri, minarelerde kandil yakılmasıyla birlikte kandil adını almıştır. Bugünkü Türkiye’de de “Kutlu Doğum” haftası olarak resmen devam etmektedir.

Kâinatın en büyük misafiri ve kandil-i nurânisi Efendimizdir (asm). Hz. Allah, hadis-i kudsisinde “Eğer sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım" 1 buyuruyor. Bunun için merhum Ali Ulvi Kurucu:

“Matem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler.

Mahzundu arş-ı alâ, Levlake ya Muhammed (asm)” 2 hakikatını ifade etmiştir.

Fahr-ı Kâinat Hz. Muhammed (asm) Efendimiz, âhir zaman peygamberidir. Her cihetiyle geçmişteki peygamberlerin en büyüğü ve en sonuncusudur. Ağacın meyvesi en sonda gelir. Nübüvvet-i mutlakanın derinliğine inildikçe kâinatın çekirdeği ve meyvesi yine Hz. Peygamber (asm) olduğu görülecektir ve görülmüştür.

O zât-ı nurânînin ümmeti olduğumuzdan; Cenâb-ı Allah’a ne kadar şükretsek yine azdır. Müslüman ve beşer olarak bütün zerratımızla ve hayatımızın her ânında Hz. Peygamberin (asm) izinde, yolunda olmalıyız. Çünkü kurtuluşun ve müjdelerin yolu, onun gösterdiği nuranî ve parlak yoldur. Onsuz her şey karanlık, mahzun, elemli ve dertlidir. Tefekkür etmek ve akilâne tasavvur etmek, insan vasfının en büyük payesidir.

Haftalara, aylara, yıllara ve asırlara sığmayan Peygamber Efendimizi (asm), kâinata teşriflerinin 1438. sene-i devriyesinde, Risâle-i Nurların kubbesi altında mânevî sohbet ve salâvatlarla tekrar zikretmemize vesile olan Denizli’nin münevver insanlarına, başta muhterem Emin Çapan ve Mehmed Cebe ve emsâli bütün can dostlarına, bütün hanımefendilere, üniversite gençlerine ve hâssaten bana sevinç gözyaşları döktüren seminer ve sohbetimize iştirak eden, ufku geniş küçük kardeşlerime binler tebrikler ve duâlar…

Dipnotlar:

1- Keşfü’l-Hafa, 2 : 164

2- Gümüş Tül ve Alevler, A. U. Kurucu

13.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bitki de “Allah!” diyor



Prof. William Braun ekvator bölgesinde bitkiler üzerinde araştırma yapan bir ilim adamı. Heyet başkanı. Oscilloscope cihazıyla bir bitkinin sesten daha hızlı bir şekilde saniyede 100’den fazla elektroışık dalgası yaydığını tesbit ediyorlar. Bu, bilimsel açıklaması mümkün olmayan ilginç bir sonuç. Prof. Braun bunu Amerikan üniversiteleri ve bilim merkezlerindeki çeşitli ilim adamlarına sundu. Fakat onlar da ilmî bir açıklama yapmaktan aciz kalmışlardı.

Aynı deney İngiltere’de bir bilim heyeti karşısında yapıldığında Hindli bir Müslüman bilim adamının söyledikleri onları daha da şaşırtmıştı. “Biz Müslümanlara göre 1400 senedir bu olayın açıklaması var” diyordu Hintli bilim adamı ve “Hiçbir şey yoktur ki O'nu övüp O'nu tesbih etmesin; lâkin siz onların tesbihini anlamazsınız”1 meâlindeki âyeti okuyordu.

Dehşete kapılmışlardı Prof. William Braun ve toplantıdakiler.

Hindli bilgin sonra da şu açıklamaları yapmıştı: “Bu görülen elektroışık titreşimleri, aslında bitkinin ‘Allah! Allah!’ demesidir. Yani bitki kendi diliyle Allah’ı zikrediyor. Bakın zaten cihaz ekranında da ‘Allah! Allah!’ kelimeleri yansımakta, gidip gelmektedir.”

Bu açıklama heyetteki ilim adamlarını şaşkınlık ve sessizliğe gömmeye yetmişti.

İngiliz ilim heyetini hayret ve sessizliğe iten bu olay Prof. William Braun’u bu noktada da bırakmamıştı. Daha sonra Hintli Müslüman ilim adamıyla görüşen ve İngilizce bir Kur’ân Meâli hediyesi alan Prof. William Braun şu sözleri söylemekten kendini alamamıştı: “30 senelik bilim hayatımda böyle bir olayla karşılaşmadım. Bu olayı hiçbir bilim adamı açıklayamadı. Tek açıklamayı Kur’ân’da bulduk. Bu açıklama karşısında diyeceğim birşey var: ‘Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah’ demekten ibarettir.”

Bu ilginç araştırmayı ABD’de çıkan Journal of Plant Molecular isimli aylık bilim dergisi 2007 yılında yayınlıyordu. 2

Dipnotlar:

1- İsra Sûresi: 44.

2- Ahmet Altun, Besmele Mûcizesi (el-Müçtema, 24.2.2007’den naklen.)

13.03.2009

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Gençliğe sahip çıkmak



Bugün evimden ayrılalı tam 41 gün oldu. (Tatlı bir nükte ve tevafuk olarak, kırk bir kere maşallah diye duâ edebilirsiniz. Buna çok ihtiyacımız var!) Bu zamanın büyük bir kısmı,—her zaman olduğu gibi—Allah’ını, Kitabını, peygamberini ve mukaddesini bilen değerli insanların sıcak nefesleri, güler yüzleri, tatlı dilleri–lâyık olmadığım—iltifatlarının gölgesi ve sıcaklığında geçti ve geçmeye devam ediyor. Bu konuda Rabbime ne kadar duâ ve niyazda bulunsam, şükretsem azdır.

Yukarıda bahsettiğim bu zaman diliminin çoğu da yollarda ve hizmet merkezlerimizde bulunan fedakâr, zinde, enerjik ve ilerisi için ümit vadeden gençlerimizin arasında geçti. Gençler her yönüyle bizim kuşağın gençlik zamanımızdan daha şanslı ve bahtiyarı aslında. Ama kıymetini bilip değerlendirebilirlerse tabi!

Bu kırk gün içerisinde; yurtdışı seyahati olarak gittiğim Mısır’da, Kahire dershanelerinde Fil Dişi, Endonezya, Fas, Yemen, Cezayir… vb yerlerden gelen o halis, sadakatli ve kabiliyetli gençlerin harika Ezan ve Kur’ân okuyuşları hâlâ kulaklarımda çınlıyor.

Türkiye’de ise sırasıyla bu zaman zarfında bulunduğum illerdeki dershanelerde bulunan kardeşlerimizin halleri–geçmişle karşılaştırdığım zaman—şahsen bana ilerisi için ümit telkin etti, moral verdi.

Adana’daki dershanelerde kalan kardeşlerimin müdakkikliği ve canlılığı, Antakya’daki kardeşlerimin halis ve saygılı halleri ve Risâle-i Nur’a olan tutku ve bağlılıkları, Afyon’daki kardeşlerimin arasındaki muhabbet, bağlılık, neş’e, samimiyet ve sistemli çalışma, Uşak’taki kardeşlerimin ve hele de Kaşbelen beldesinin yetmişlik delikanlıları ile bıyığı terlememiş o zinde yiğitlerin dikkat, sabır, hamiyet ve gayretleri yok mu? Bana büyük keyf veriyor. Hafızamda tazeliğini koruyor. Ve camiamız ve dâvâmızın geleceği açısından teminat vaad ediyor. Ve bütün bunlar,—“İlâhî ihtarın sevkiyle”—istikbal dağ ve sahralarının fotoğrafını çeken Aziz Üstad’ı teyit ediyor.

Uşak ilindeki dostların dâvetiyle Mevlid Kandilini geçirmek üzere iki senedir uğrayamadığım Uşak iline gittim. Onların çok güzel hizmet merkezlerinde ilk olarak sohbet yapmak mümkün oldu. Kendilerini tebrik ettik. Ertesi günü Türkiye’nin yedi gün ders yapılan belki de benim bildiğim tek köyü Kaşbelen’de o coşkulu ve dinamik gençlerle beraberdik. Bunlar “iç dairedeki” tesbitler...

“Ya dış daire” derseniz! İşte size oradan da bazı kesitler. Uşak’tan sonra, Muğla’daki gençlerimizin ve dostlarımızın dâvetlerine icabetle Muğla’ya gitmek icabetti. Fakat son iki senede geçirdiğim iki ciddî ameliyat sebebiyle hemen hemen bütün yolculuklarımı uçakla yapmak zorundayım. Uşak-Muğla güzergâhındaki altı saatlik kara yolculuğunu hem de küçük bir otobüsle yapmak durumunda kaldım. Başlangıçta epey canımı sıkan bu durum, Uşak-Denizli hattında bitişik koltuğa oturan temiz ve masum Enes adlı gencin Risâle-i Nur konusundaki bilgisine rağmen uygulamadaki noksanlığını giderme yolunda güzel bir sohbete vesile oldu. Onunla otobüste çeşitli konularda dersler yaptık. İlgiyle dinledi. Yanımda bulunan gazeteleri ona vererek ve en kısa zamanda tekrar buluşmak üzere vedalaşarak, Uşak’taki büromuzun adresini vererek oradaki dostlarımızı da arayarak durumdan haberdar ettik. Üç saatlik yolculuk ne zaman bitti fark edemedim.

Bu defa, Denizli otogarında otobüsün verdiği moladan faydalanarak mescide namaz kılmaya gitmiştim. Dönüşte Enes’in indiği koltuğa yine temiz simalı bir gencin Muğla’ya gitmek üzere oturduğunu gördüm. Kısa bir tanışmadan sonra bu gençle de iyi bir diyaloğumuz başladı. İHL mezunu olan ve hâlen Marmaris-Datça yolunda bir otelde çalışan bu gencimiz de talebelik yıllarında Risâle-i Nur sohbetlerinde bulunmuş. Onunla talebeyken ilgilenen eğitimci arkadaşımızı hemen telefonla arayarak üç sene aradan sonra onları yeniden görüştürdük. İkisi de çok memnun oldular. Bu gencimiz kendisinde Küçük Sözler’in olduğunu söyledi. Seyir esnasında yanımda bulunan günlük gazeteden ona bir de ders okuttum. Kendisine bir de cebimde daima taşıdığım “İhlâs Risâlesi”ni hediye ettim. Muğla’da bizi otogarda bekleyen arkadaşlarımızla tanıştırdık. Bulunduğu çevredeki arkadaşlarımızın adres ve telefonlarını verdim. Yanımda bulunan birkaç günlük gazeteyi de hediye ettim. Kendisinin telefon ve diğer bilgilerini de aldım. Tekrar buluşmak ve görüşmek üzere ve de yakında bayi olmadığı için onu geçici olarak “internetten” Yeni Asya’mıza abone ettim.

Muğla’daki genç ve dinamik kardeşimiz, iş adamı Semih kardeşimizin iş yerinde sohbet ederken ziyarete gelen Âdem isminde bir gençle tanıştık. Reklâm işleriyle uğraşan ve piyasayı iyi bilen uyanık birisiydi. Sohbet esnasında Risâle-i Nurla yakînen alâkasının olduğunu öğrenince, daha önce bulunduğu ilçede onunla ilgilenen ve şimdi İstanbul’da olan bir eğitimci arkadaşımızı da arayıp hasret giderdik. Sonra Âdem kardeşimizi de akşam yapacağımız sohbete dâvet ettik. Geldi ve geç saatlere kadar ilgiyle yapılan dersi dinledi. Şahsen ben de, kendisi de, bu sohbet ve alâkadan çok memnun olduk. Ertesi gün yine geleceğini söyleyerek ayrıldı.

Netice olarak şunu rahatlıkla diyebiliriz ki:

Türkiye, Bediüzzaman ve dâvâsıyla bir başka güzel. Türkiye bu isim ve bu dâvâyla yüzleşmiş ve bütünleşmiş. Gençlerimiz ve insanımız çok şeyin farkında. Yeter ki bizde gayret olsun. Yeter ki bizde plân, program ve hamiyet devam etsin.

Ülkemizin manevî mimarı, bize, doğru bir pusula ve yol haritası bırakmıştır. Bu pusulayı doğru yolda kullanarak, başta, istikbal ümidimiz gençlerimiz olmak üzere herkese, ama herkese bir şekilde ulaşmaya çalışalım.

Asrın manevî tabibinin yazdığı reçetenin hâkimiyeti ve tesiri, bu ülkede ve dünyada devam ediyor. Uyup uygulamaya çalışanlara ne mutlu! Başta bu ülkenin gençleri olmak üzere, her kademeden insan ve insanlık sahipsiz olmak, sahipsiz kalmak istemiyor!

NOT:

1- Bütün dostlarımın geçmiş Mevlid Kandillerini tebrik ediyor, bütün Müslümanlara ve insanlığa hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum ve duâlarını bekliyorum.

2- Bir hafta önceki yazımda başlattığım “40. yılda 40 abone kampanyası” çerçevesinde 10 gün içerisinde birisi “internetten” olmak üzere, 9 aboneye ulaştım Elhamdülillah. Yaptığım abone isim ve bilgilerini kaydetmek üzere Almanya’daki dostlarımız da bir çizelge gönderdiler. Hem takip hem de yardım için! Kendilerine teşekkür ediyorum. Sizler de Almanya’daki “www.saidnursi.de” ve “www.euronur.de” sitesinde bunu görebilirsiniz. Hep birlikte “abone kampanyasına” devam İnşallah! Saygılarımla. N.E.

13.03.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kalp ve akıl (1)



Mehmet Bey: “Îmân için dilimizle ikrar, kalbimizle tasdik diyoruz. Neden akıl ile tasdik değil? Kalbimizin tasdik ettiğini akıl niye tasdik etmiyor? Risâle-i Nûr’da bir çok yerde Hazret-i Üstad ‘kalbe geldi…’ der. Hak ve hakîkat neden akla değil de, kalbe gelir? Oysa Kur’ân bir çok âyetinde ‘Akıl erdirmez misiniz?’ diye sorar. Kalp ile akıl arasında ne fark vardır?”

Vücudumuzdaki kan dolaşımını sağlayan organımıza kalp diyoruz. Kalbimiz bedenimizin madde plânındaki merkezidir, can evidir. Beden kalbe o kadar bağlıdır ki, kalp durduğu anda beden de bütün faaliyetleri ile birlikte durur.

Nasıl bedenimizin bir kalbi var ve bütün bedenî faaliyetlerin kumandanı hükmünde çalışıyor ise, rûhumuzun da bir kalbi var ve bütün rûhî kuvvetlerimizin merkezi ve kumandanı hükmünde görev yapıyor. Bedîüzzaman Hazretleri, bir Rabbânî latîfe olduğunu bildirdiği bu kumandanda, hislerin ve duyguların mazharına “vicdan”, fikirlerin aynasına da “dimağ”, yani “akıl” der. Hazret-i Üstada göre, latîfe-i Rabbâniye olan kalbin insanın mâneviyâtına yaptığı hizmet, çam kozalağı kadar bir cisimden ibâret olan beden kalbinin bedene yaptığı hizmet gibidir. Nasıl ki bedenin bütün birimlerine hayat ırmağını kalp pompalıyor ve gönderiyor, maddî hayat onun işlemesiyle ayakta duruyor, sustuğu zaman ceset de hayatiyetini kaybediyor ise; lâtîfe-i Rabbâniye olan mânevî kalp de mânevî duygularımızın tamamını hakîkî bir hayat nûru ile canlandırır ve ışıklandırır. Mânevî kalbimize bu hayat iksirini veren îmândır. Îmânın mahalli, yeri ve yurdu, bu mânevî kalptir. Eğer îmân olmazsa, kalbimiz ve kalbî kuvvetlerimiz söner; et parçasından ibâret olan dış kalp ve dış vücut dahî hareketsiz bir ölü gibi bir kuru heykelden ibâret kalır. 1

Kur’ân’ın, “Allah, kişi ile kalbi arasına girer”2 âyetinde ve Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın, “Rahmân’ın iki parmağı arasında olmayan bir kalp yoktur”3 hadisinde geçen “kalp”, mânevî duygularımızın kumandanı ve îmân mahalli olan kalbimizdir.

Akıl ise; düşünme, anlama ve bilme kabiliyeti, fehim, kavrayış ve zekâ, hâfıza kuvveti ve mânevî görüş gücü demektir. Akıl, rûhun dış olaylardaki gözüdür. Olaylar arasında irtibat kurma, akıl erdirme ve düşünme burada meydana gelir. Akıl, beş duyudan gelen bilgileri kendi süzgecinden geçirir, potasında yoğurur, eritir, doküman hâline getirir ve kalbe gönderir. Kalp tasdik ederse bu taslak bilgiler, ilme ve doğru bilgiye dönüşür. Bu mânâda akıl ile kalp bir bütün olarak çalışırlar, omuz omuza hareket ederler ve birlikte işlem yaparlar. Yani, akıl ile kalp, insan rûhunun bilgi-işlem dâiresidir.

Ruhumuz; iç olayları, olayların perde arkasını, hakikî yüzünü, beş duyu ile görünmeyen tarafını ve iman cephesini kalp ile görür; dış yüzünü, görünen tarafını, beş duygunun algıladığı cepheyi ise akıl ile görür, anlar, bilir, kavrar ve yorumlar.

Akıl kalpsiz olmadığı gibi, kalp de akılsız olmaz. Kalp, kendi gözüyle mâneviyattan devşirdiği bilgileri akla doğrulatmak ihtiyacını duyar. Akıl da, beş duyu ile maddiyâttan edindiği bilgileri kalbe doğrulatmak zorundadır. Akıl ve kalp birbirini terk ettikleri zaman; akıl, bütün bilgileri ile birlikte cehâlet içinde bocalamaktan kendisini kurtaramaz. Kalp de bütün mârifetleri ile birlikte taassuptan ve taklitten yakasını koparamaz. Bundandır ki Üstad Hazretleri vicdanı din ilimleri ile, aklı da fen ilimleri ile doyurmayı zorunlu görmüş; hakikatin bu ikisinin birleşmesi ve ittifakıyla ortaya çıkacağını bildirmiş; ayrı ayrı oldukları takdirde tek başına vicdandan taassup ve taklit, tek başına akıldan da hîle ve şüphe doğacağını ifâde etmiştir.4

Yarın İnşallah devam edelim.

Dipnot: 1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 78., 2- Enfal Sûresi, 8/24., 3- K. Sitte, 6002., 4- Münâzarât, s. 80

13.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla