İnsan bir yolcudur. Bu yolculuk ruhlar âleminden başlar, ana rahminden, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan devam eder; kabirden, mahşerden, Sırattan geçer ve ebedler memleketinde nihayet bulur.
Cenâb-ı Hak bütün insanların ruhlarını toptan yarattıktan sonra onlara sordu: “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Ruhlar “Evet, Rabbimizsin”dediler. Bu, Allah ile ruhlar arasında ezelî bir anlaşmaydı. İşte, bu ezelî anlaşmaya sâdık kalanlarla, verdiği sözde durmayanların ayrışması için bu imtihan dünyasına gönderildik. Mülk Sûresi 2. âyet “Hanginizin ameli daha güzel olacak diye ölümü de, hayatı da yaratan O’dur” hakikati bu mânâya işâret eder.
Cennette yaratılan Hazret-i Adem (as) ve Havva validemizin, Kur’ân’da anlatılan malûm günah vesile edilerek yeryüzüne indirilmeleri, insanın mahiyet tarlasına ekilen sayısız istidat ve kabiliyet tohumlarının sümbüllenmesini sağlamak içindir. Eğer, Cennette kalsalardı o kabiliyetler inkişaf etmeyecek ve makamları sabit kalacaktı. Halbuki, sabit makamlarıyla Allah’a kulluk yapan melâikelerin haddi hesabı yoktur. O zaman, insan türünü yaratmaya gerek kalmazdı. İnsana nefis verilmesi, şeytan ve şerli şeylerin musallat olması ve onlarla mücâhede etmesi sayesinde, insanlar sayısınca mertebeler ortaya çıkmış ve Ebubekir-is Sıddık ile Ebucehil fıtratlı olanlar birbirinden ayrılmıştır.
“Ben, cinleri ve insanları yalnız ibâdet etsinler diye yarattım” âyetinin haber verdiği gibi, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, Kâinatın Yaratıcısını tanımak ve ona iman ile ibâdet etmektir. Asıl gaye budur. “Ya Ebazer! Bu dünyada bir yolcu imişsin gibi yaşa. Yolculuk esnasında bir ağacın gölgesine oturan kişi orada devamlı kalacakmış gibi oyalanmaz” Hadisi çok önemli bir îkazda bulunuyor. Ancak, bu îkaz, Müslümanları ‘bir lokma ve bir hırka’ya kanaat etmeye teşvik etmez. Zira, İslâmın beş şartından ikisi olan zekât ve hac ibâdetleri zengin olan mü'minlere farzdır. İslâmın terakki ve teali etmesi, hassaten bu zamanda maddeten zengin olmaya bağlıdır. “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır,” “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, hemen ölüverecekmiş gibi de âhiret için çalış” gibi nice hadisler, dünya malını kazanmaya teşvik eder. Fakat, önemli olan, dünyayı âhiretin tarlası görüp çalışmak ve dünya sevgisini âyine-i Samed olan kalbin içine sokmamaktır.
Ecel, her canlı için Allah’ın tayin ettiği ömrün sonudur. O geldiği zaman, ne bir an geri ve ne de bir an ileri gitmez ve değişmez. Ecel ânı geldiğinde, mü'minlerin rûhu kolayca alınırken, kâfirlerin, münâfıkların ve inancının gereğini yapmayan aşırı günahkâr insanların ruhları, dikenli bir çalının keçenin içinden sökülerek çıktığı gibi, her bir hücresinden dehşetli acılar çektirilerek çıkartılır. Kabre konulduğu zaman, mü'minler Münker ve Nekir meleklerinin suallerine kolayca cevap verir, kabri o rûha genişletilir ve açılan pencerelerle gideceği Cennetteki makamı gösterilir. Berzah hayatı, mü'minler için Cennet bahçelerinden bir bahçeye dönüştürülür. Diğerleri ise, sorulan suallere cevap veremez ve yerin karnındaki ‘Küçük Cehennem’ denilen mağma tabakasındaki iki yüz bin derecelik sıcaklıkta o ruhlara yeniden diriliş sabahına kadar azap verilir. Böylece, berzah hayatı onlar için Cehennem çukurlarından bir çukur olur.
Her canlı gibi, büyük bir insan veya muazzam bir ağaç hükmündeki kâinat dahi kıyametin kopmasıyla harap olur ve daha güzel bir şekil almak üzere âhiret âlemlerinde değerlendirilir. Çünkü, Allah hiçbir şeyi israf etmez. Bütün insanların bedenleri de göz açıp kapamaktan daha kısa bir zamanda yaratılıp ruhlar içine girer, birden canlanırlar ve ‘Mahşer Meydanı’nda toplanırlar. Zaten, bu dünya güneş etrafında boş yere dönmemektedir. Mânevî mahsullerini şimdilik görünmeyen o meydanın levhalarına göndermektedir. İleride meydan açıldığı zaman cin ve insanların amelleri insanların nazarına gösterilecektir. Adâlet-i İlâhinin tecellisiyle herkesin amellerinin hesabı görülecek. Hattâ, hayvanlar arasında bile adâlet yerini bulduktan sonra, her türden cesetli bir temsilci kalacak, diğerlerinin cesetleri toprağa dönüşecektir. Bu tabloyu gören kâfirler “Keşke, biz de toprak olaydık” diyecekler. Ancak, ölmek isteyenler asla ölemeyeceklerdir. Çünkü, dünyanın öteleri ölümsüzlük ülkesidir.
Mü'minler, yıldırım hızıyla Sırat Köprüsünü geçerek Cennet âlemlerine geçerlerken, kâfirler, münâfıklar ve inandım dediği halde gereğini yapmayan aşırı günahkârlar Cehenneme yuvarlanacaklar. Kâfir ve münâfıklar orada sonsuza kadar azap çekecekleri halde, günah kirlerinden temizlenen mü'minler, imanlarına mükâfat olarak yine Cennete gireceklerdir.
Bediüzzaman Hazretlerinin ifâde ettiği gibi “Dünyanın bin sene mesudâne hayatı, Cennetin bir saatine denk değil.” Öyle bir Cennetin dahi bin senesi, Allah’ın cemâlini bir saat seyretmeye mukabil olmayacak ve o hal, Cennet ehline Cenneti unutturacaktır. Böylece mü'minler, Cennet nimetleri, eşleri ve bütün sevdikleriyle birlikte orada temelli kalacak ve ölümsüz hayatlarıyla sonsuza kadar saadetleneceklerdir. Orada ne bir usanma, ne bir hastalık ve ihtiyarlık ve ne de hiçbir olumsuzluk olmayacaktır.
18.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|