Avrupa Parlamentosu’nun değerlendirdiği “Türkiye raporu”nda birçok hayatî başlık var. Bunların başında hukukun üstünlüğüne dayalı, insan haklarını esas alan “yeni anayasa” ve basına baskı ile düşünceyi ifâde özgürlüğü geliyor.
Ama raporda dikkat çekilen ve AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu temsilcisi Olli Rehn’in “demokratik tartışmanın temellerinden biri” olarak nazara verdiği basın ile kamu yetkilileri arasındaki ilişkiyi ele alan “basın ve ifâde özgürlüğü” sığ bir çerçevede ele alınıyor. Baştan beri siyasî iktidara tam destek veren ve trilyonlarca borcu ötelenen bir medya patronuna getirilen “vergi cezası”yle ihâle anlaşmazlıkları üzerine Başbakan’la başlayan atışmaların yeniden alevlenmesine atfediliyor.
Oysa uzun yıllardır “dostluk ve işbirliği” içindeki iktidar-medya taraflarının son münâkaşası dışında Türkiye’nin basın ve ifâde özgürlüğü sorunu var. Basın ve kamu arasında hâlen AB’nin öngördüğü “açık ve şeffaf tartışma ortamı” sağlanmış değil…
AB standartlarına ulaştırılması istenen “düşünce özgürlüğü” ve bu özgürlüğün yansıması olan “basın özgürlüğü”ne karşı açılan dâvâlar, baskılar, yasaklamalar devam ediyor. Hâlâ sırf düşüncelerinden dolayı gazeteciler ve yazarlar yargılanıp ceza alıyorlar…
DÜŞÜNCE HÂLÂ YARGILANIYOR
Ne var ki mâlûm medya ve mahfillerde, “basın özgürlüğü” denildiğinde salt bazı etnik ve mezhebî ayrılıkçılar ve onları savunanların dâvâları serrişte edilmekte. Bir zamanların lastikli kanunu 163. maddenin yerine ikame edilen, düşünceyi ifâdeyi sınırlayıp “suç” sayan Ceza Kanununun 312. maddesinin yerine konulan 216. maddesiyle açılan dâvâlar gözardı edilmekte.
Halbuki yalnız sözkonusu etnik ve mezhebî farklılıkları yazanlar değil, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülkede İslâm dininin gereği ve toplumun en az bin yıllık kadim kültürünün tezâhürü olan felâketlerin İlâhî veçhesini açıklayan yazılar da peşpeşe yargılanıp “halkı kin ve düşmanlığa sevk ettiği” iddiasıyla yargılanmakta.
Bundan on yıl önce meydana gelen ve onbinlerce insanın öldüğü, şehirlerin, kasabaların yıkıldığı Marmara depreminin ardından musîbetin mânevî boyutunu izâh edenlerin yargılanması bunun misali. Depreme “İlâhî ikaz” yorumu yapan Yeni Asya gazetesi yazarlarının yargılanması ve ceza almaları bunun en açık örneği…
Yine yalnız medyanın ve bazı mihrakların ısrarla öne çıkardığı dâvâlar değil, bu dâvâlar da peşpeşe Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) haklı bulunmakta. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir; bu hak, kanaat özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları sözkonusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de ihtiva eder” hükmünü getiren 10’uncu maddesi gereğince, Türkiye’deki yargılamayı ve cezayı haksız bulmakta. İfade özgürlüğünü kısıtladığı için tazminata mahkûm etmekte.
Zira AİHS’in 14. maddesi, Sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal ya da başka görüşler, ulusal veya sosyal köken, etnik bir azınlığa mensup olma, servet, doğuş veya herhangi başka bir durum bakımından hiçbir ayırımın gözetilmeden sağlanmasını gerekli kılmakta…
Bu bakımdan ilgili yasa maddesinde güya AB’ye uyum amacıyla yapılan onca değişikliğe ve suçun maddî unsurlarının değerlendirilmesinde kimseyi hedef almayan hiçbir haksız, incitici saldırı ve şiddeti kapsamayan, tamamen fikrî olan eleştirilere dair on yıldır süren “İlâhî ikaz” dâvâları, Türkiye’nin büyük bir ayıbı.
HÜKÛMETİN GÜNDEMİNDE YOK
Esasen mâlûm depremin ardından dönemin Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Genelkurmay Başkanı’nca “İlâhî takdir” olarak yorumlanan, Diyanet ve ilâhiyatçılar’ın “takdir-i İlâhî” olarak değerlendirdikleri bir meselede AİHM’in haksız bulduğu dâvâlar, Türkiye’deki iç hukukun özellikle insan hakları, inanç ve ifâde özgürlüğündeki yetersizliğini yanlışlığını ele veriyor.
Özellikle düşünce özgürlüğüne ilişkin istastikî bilgiler, Türkiye’nin “AB ulusal programı”nda ve “katılım ortaklığı belgesi”nde taahhüd ettiği insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü istikametindeki temel hak ve hürriyetler çerçevesindeki düşünceyi açıklama, yayma, bilim, san'at ve basın özgürlüğündeki kırıklığı su yüzüne çıkarmakta.
Ne var ki “Türkiye raporu”nu kaleme alan Hollandalı parlamenter Ria Oomen-Ruijten’in tesbitiyle; demokratikleşme, özgürlükler ve AB reformlarında son üç yıldır daha da derinleşen yavaşlamayla Ankara, 2005 yılında taahhüt ettiği reformları savsaklıyor.
Bu kırılganlık, ABD’nin “stratejik müttefikliği”ne gark olan, “destek hamûlesi”yle Irak işgaline havaalanları ve limanları açarak her türlü lojistik desteği veren, işgalcilerin silâh ve mühimmatlarıyla nakil ve dağıtımını sağlayan AKP siyasî iktidarının ne denli AB’den ve demokratikleşmeden uzaklaştığını ortaya koyuyor. Ne düşünceyi ifâde özgürlüğü, ne eğitimin demokratikleşmesi ne de diğer insan hakları ile temel hak ve hürriyetler, hükûmetin gündeminde bulunmuyor…
Siyasî iktidar, yamalı bohçaya dönüşen darbe anayasasını toptan değiştirmeye yanaşmıyor. AKP siyasî iktidarı, demokratik açılımları hep erteliyor.
Bu durum belki bir defa daha AKP’ye seçim kazandırır ama Türkiye’ye ve Türkiye’nin demokratikleşmesine kaybettirir. Bunun da kimseye faydası olmaz…
18.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|