"Gerçekten" haber verir 18 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Sami CEBECİ

Ölümsüzlük ülkesine yolculuk



İnsan bir yolcudur. Bu yolculuk ruhlar âleminden başlar, ana rahminden, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan devam eder; kabirden, mahşerden, Sırattan geçer ve ebedler memleketinde nihayet bulur.

Cenâb-ı Hak bütün insanların ruhlarını toptan yarattıktan sonra onlara sordu: “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Ruhlar “Evet, Rabbimizsin”dediler. Bu, Allah ile ruhlar arasında ezelî bir anlaşmaydı. İşte, bu ezelî anlaşmaya sâdık kalanlarla, verdiği sözde durmayanların ayrışması için bu imtihan dünyasına gönderildik. Mülk Sûresi 2. âyet “Hanginizin ameli daha güzel olacak diye ölümü de, hayatı da yaratan O’dur” hakikati bu mânâya işâret eder.

Cennette yaratılan Hazret-i Adem (as) ve Havva validemizin, Kur’ân’da anlatılan malûm günah vesile edilerek yeryüzüne indirilmeleri, insanın mahiyet tarlasına ekilen sayısız istidat ve kabiliyet tohumlarının sümbüllenmesini sağlamak içindir. Eğer, Cennette kalsalardı o kabiliyetler inkişaf etmeyecek ve makamları sabit kalacaktı. Halbuki, sabit makamlarıyla Allah’a kulluk yapan melâikelerin haddi hesabı yoktur. O zaman, insan türünü yaratmaya gerek kalmazdı. İnsana nefis verilmesi, şeytan ve şerli şeylerin musallat olması ve onlarla mücâhede etmesi sayesinde, insanlar sayısınca mertebeler ortaya çıkmış ve Ebubekir-is Sıddık ile Ebucehil fıtratlı olanlar birbirinden ayrılmıştır.

“Ben, cinleri ve insanları yalnız ibâdet etsinler diye yarattım” âyetinin haber verdiği gibi, insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi, Kâinatın Yaratıcısını tanımak ve ona iman ile ibâdet etmektir. Asıl gaye budur. “Ya Ebazer! Bu dünyada bir yolcu imişsin gibi yaşa. Yolculuk esnasında bir ağacın gölgesine oturan kişi orada devamlı kalacakmış gibi oyalanmaz” Hadisi çok önemli bir îkazda bulunuyor. Ancak, bu îkaz, Müslümanları ‘bir lokma ve bir hırka’ya kanaat etmeye teşvik etmez. Zira, İslâmın beş şartından ikisi olan zekât ve hac ibâdetleri zengin olan mü'minlere farzdır. İslâmın terakki ve teali etmesi, hassaten bu zamanda maddeten zengin olmaya bağlıdır. “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır,” “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, hemen ölüverecekmiş gibi de âhiret için çalış” gibi nice hadisler, dünya malını kazanmaya teşvik eder. Fakat, önemli olan, dünyayı âhiretin tarlası görüp çalışmak ve dünya sevgisini âyine-i Samed olan kalbin içine sokmamaktır.

Ecel, her canlı için Allah’ın tayin ettiği ömrün sonudur. O geldiği zaman, ne bir an geri ve ne de bir an ileri gitmez ve değişmez. Ecel ânı geldiğinde, mü'minlerin rûhu kolayca alınırken, kâfirlerin, münâfıkların ve inancının gereğini yapmayan aşırı günahkâr insanların ruhları, dikenli bir çalının keçenin içinden sökülerek çıktığı gibi, her bir hücresinden dehşetli acılar çektirilerek çıkartılır. Kabre konulduğu zaman, mü'minler Münker ve Nekir meleklerinin suallerine kolayca cevap verir, kabri o rûha genişletilir ve açılan pencerelerle gideceği Cennetteki makamı gösterilir. Berzah hayatı, mü'minler için Cennet bahçelerinden bir bahçeye dönüştürülür. Diğerleri ise, sorulan suallere cevap veremez ve yerin karnındaki ‘Küçük Cehennem’ denilen mağma tabakasındaki iki yüz bin derecelik sıcaklıkta o ruhlara yeniden diriliş sabahına kadar azap verilir. Böylece, berzah hayatı onlar için Cehennem çukurlarından bir çukur olur.

Her canlı gibi, büyük bir insan veya muazzam bir ağaç hükmündeki kâinat dahi kıyametin kopmasıyla harap olur ve daha güzel bir şekil almak üzere âhiret âlemlerinde değerlendirilir. Çünkü, Allah hiçbir şeyi israf etmez. Bütün insanların bedenleri de göz açıp kapamaktan daha kısa bir zamanda yaratılıp ruhlar içine girer, birden canlanırlar ve ‘Mahşer Meydanı’nda toplanırlar. Zaten, bu dünya güneş etrafında boş yere dönmemektedir. Mânevî mahsullerini şimdilik görünmeyen o meydanın levhalarına göndermektedir. İleride meydan açıldığı zaman cin ve insanların amelleri insanların nazarına gösterilecektir. Adâlet-i İlâhinin tecellisiyle herkesin amellerinin hesabı görülecek. Hattâ, hayvanlar arasında bile adâlet yerini bulduktan sonra, her türden cesetli bir temsilci kalacak, diğerlerinin cesetleri toprağa dönüşecektir. Bu tabloyu gören kâfirler “Keşke, biz de toprak olaydık” diyecekler. Ancak, ölmek isteyenler asla ölemeyeceklerdir. Çünkü, dünyanın öteleri ölümsüzlük ülkesidir.

Mü'minler, yıldırım hızıyla Sırat Köprüsünü geçerek Cennet âlemlerine geçerlerken, kâfirler, münâfıklar ve inandım dediği halde gereğini yapmayan aşırı günahkârlar Cehenneme yuvarlanacaklar. Kâfir ve münâfıklar orada sonsuza kadar azap çekecekleri halde, günah kirlerinden temizlenen mü'minler, imanlarına mükâfat olarak yine Cennete gireceklerdir.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifâde ettiği gibi “Dünyanın bin sene mesudâne hayatı, Cennetin bir saatine denk değil.” Öyle bir Cennetin dahi bin senesi, Allah’ın cemâlini bir saat seyretmeye mukabil olmayacak ve o hal, Cennet ehline Cenneti unutturacaktır. Böylece mü'minler, Cennet nimetleri, eşleri ve bütün sevdikleriyle birlikte orada temelli kalacak ve ölümsüz hayatlarıyla sonsuza kadar saadetleneceklerdir. Orada ne bir usanma, ne bir hastalık ve ihtiyarlık ve ne de hiçbir olumsuzluk olmayacaktır.

18.03.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İnanmak ve dosdoğru olmak



Ali Bey: “Îmân ile hayatımız nasıl bütünlük kazanacak? Amele yansımayan bir iman kurtuluş vesikası olabilir mi? Risâle-i Nûr okuyanın imansız kabre girmeyeceği müjdesini açıklar mısınız? Ne demektir? Bir an-ı seyyâle iman ve intisap ne demektir?”

Süfyan İbnu Abdullah es-Sakafî (ra) anlatıyor: “Dedim ki: Ey Allah’ın Resûlü, bana İslâm hakkında öyle bir bilgi ver ki, bana yetsin ve sizden başka hiç kimseye İslâm’dan sormaya ihtiyaç bırakmasın.” Resûlullah Efendimiz (asm) şu cevabı verdi: “Allah’a inandım de ve sonra dosdoğru ol”1

İşte bütün mesele bu: “Allah’a inandım demek; sonra dosdoğru olmak!”

Dosdoğru olanlar, yapmakla yükümlü oldukları emirleri kavramakta gecikmezler. Doğruluk, bu kimselerin rehberleri olur. Kalplerinde önce îmânla doğruluk bütünleşmiştir.

Fakat şeytan başımızdadır; görevini yapacaktır; bizi dosdoğru çizgimizden saptırmak, istikametimizi bozdurmak, ayağımızı kaydırmak, bizi sırat-ı müstakimden alıkoymak ve bizi Allah’ın rızâsının uzağına atmak için var gücüyle, ama var gücüyle şeytan çalışıyor. Kur’ân’ın en öncelikli uyarısı da, şeytana aldanmamak hakkındadır nitekim. Kur’ân o kadar nettir ki bu konuda; şöyle buyuruyor: “Ey Âdem oğulları! Size şeytana tapmayın! Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.” Demedim mi? “Ve Bana ibâdet ediniz. Doğru yol budur!” demedim mi? Şeytan sizden pek çok toplulukları kandırdı. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”2

Îmândan sonra amel-i salihe muvaffak olmak, mü’minin hayatında önemli bir yükümlülüktür. Ameli sâlihi yaşamak, esasen dosdoğru olmak demektir. Çünkü amel-i sâlih esaslarını belirleyen, îmânla bağlandığımız Rabb’imizden başkası değildir. Öyleyse içimizdeki doğruluk bizi Allah’ın emirlerine uymaya, yasaklarından kaçınmaya, yani amel-i salihi uygulamaya götürür.

Peki, amel-i salihe aykırı davranışlarımız olmaz mı? Kendimizi günahsız mı bilmeliyiz? Hayır! Çünkü beşeriz ve insanız. Kendimizi günahsız bilemeyiz. Esasen kendini günahsız bilmek, ciddî bir yanılmadır. Fakat, günahlarımız karşısında Allah’ın Ğafûr, Gaffâr, Tevvâb, Afüvv, Settâr olduğunu aklımızdan çıkarmamalı; günahlarımızdan muhakkak pişmanlık duymayı ve muhakkak Allah’a sığınmayı ihmal etmemeliyiz.

Bir hadislerinde “Lâ ilâhe illallah diyen Cennete girer.”3 buyuran Peygamber Efendimiz (asm), bir diğer hadislerinde “Îmânınızı lâ ilâhe illallah sözüyle tazeleyiniz”4 buyurmuştur. Demek ömrümüz oldukça îmânımızı her an tazelemek ve taze tutmak önemli bir yükümlülük halini alıyor. Yaşadığımız sürece îmânı her an tazelemenin ve tâze tutmanın gerekçesini açıklayan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri; insanın her âleminin her yeni zaman biriminde değiştiğini, değişen her âlemde îmânını tâze tutmasının vazgeçilmez bir aktivite olduğunu, çünkü insanın her an farklı olaylarla yüz yüze bulunduğunu ve farklı olaylara farklı tepkiler verdiğini ve farklı tecellîlere farklı duygularla yaklaştığını, bu farklı tepkilerin imanı zedelememesi için “her geçen anda” imanın yaşanması gerektiğini, bunun için de her geçen anda inanarak “lâ ilâhe illallah” demenin bir zarûret halini aldığını bildirmiştir. Üstad Saîd Nursî’ye göre, nitekim insan her yıl, hattâ her gün, hattâ her saat farklı birer fert sayılmaktadır. Yani insanın hem şahsı, hem âlemi her yıl, her gün, her saat değişmekte ve yenilenmektedir. Öyleyse insan her değişen yeni âleminde îmânını da yenilemeye muhtaç ve mecbur bulunmaktadır.5

Risâle-i Nûr’u bilerek ve anlayarak okumak Allah’ın izniyle iman-ı tahkikiyi kazandırır. Îmân-ı tahkiki doğrudan amele yansır, amel-i salih olarak tezahür eder ve insanı takvâ sahibi kılar. İşte Peygamber Efendimiz’in (asm) iman çizgisinde işâret buyurduğu dosdoğru olmak budur. Ömrün sonuna kadar îman amel-i salih olarak davranışlarımızı disipline eder; amel-i sâlih de îmânımızı arttırır ve inkişaf verir. Yani îmânla amel-i salih ömrün sonuna kadar birbirini besler ve takviye eder. Bu süreçte iken gelen Azrâil (as) ise, insanın ruhunu İnşallah îmânla teslim alır.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Allah’a iman içerisinde bir an yaşamanın, imansız binler sene yaşamaya bedel olduğunu, bir an Allah’ın rızâsı dâiresinde bulunmanın, hadsiz varlık nurlarını kazandıracağını muhtelif Risâlelerde vurgular.6 Peygamber Efendimiz’in (asm), “Kim ki son sözü lâ ilâhe illallah olursa Cennete girer” Hadisinin tefsîri mahiyetinde bir iman müjdesidir bu. Yani esas olan Allah’a imanın farkında olmak, şuurunda bulunmak, Allah korkusunu dem ve damarlarımıza kadar yaşamaktır. Esas olan ömrümüz kaldıkça bu îmânda sâdık kalmak ve son nefesimizi Allah’a îmân içerisinde teslim etmektir.

Cenâb-ı Hak cümlemizi îmân-ı kâmilden ve istikametten ayırmasın. Âmin.,

Dipnotlar:

1- Müslim, İman 62, (38); 2- Yâsîn Sûresi, 36/60, 61, 62; 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 416; 4- Et-Terhib ve’t-Terğib, 2/415; 5- Mektûbât, s. 319; 6- Mektûbât, s. 280; Lem’alar, s. 256

18.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Çanakkale ruhuna muhtacız



Günlerden bir gün Lahor Meydanında iğne atsan yere düşmez müthiş bir kalabalık toplanmış. Ateşli hatibin daha yüce maksatlar için halkı coşturmaya çalıştığı anlaşılıyor. Gözyaşlarının sebil edildiği, birçoklarının hıçkıra hıçkıra ağladığı o toplantıda hatip sözlerini şöyle bağlıyor: “Arkadaşlar! Şu anda ben Sultanlar Sultanı Resûlullahın mânevî huzurunda bulunuyorum. Bana diyor ki: ‘Doktor İkbal, bana ne hediye getirdin?’ ‘Ben de diyorum ki, “Ya Resûlallah, bizim gibi gedâlar sizin gibi Sultanlara ne hediye getirebilir? Yalnız şu anda ellerimde yarısına kadar dolu iki bardak su var. Bu, Çanakkale’de ve Trablusgarb’ta dökülen Müslüman kardeşlerimin kanıdır.”

Muhammed İkbal olan bu ateşli hatip, o gün henüz istiklâllerine kavuşmamış olan Hindistanlı Müslümanları bu konuşmalarıyla coşturuyor, Çanakkale’de ve Trablusgarb’ta cansiperane savaşan Müslüman kardeşlerine vatandaşlarını yardıma çağırıyordu. O gün neler yapmamışlardı ki o halk. Verebilecek birşey bulamayanlar dahi gömleklerini satıp kardeşlerinin yardımlarına koşmuştu.

Âkif’in lisanında “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şühedâ” ifadesini bulan kefensiz yatan yüz binlerce şehidin medfun olduğu, “Çanakkale geçilmez” destanının yazıldığı, Cennetmisal, misk kokulu mübarek toprakları bizlere miras bırakan ecdadın ruhuna ne kadar muhtacız.

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. / Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” diyen, doğduğundan beridir hür yaşamış bir neslin gözünü budaktan esirgemeyen bir ruh o ruh. İtilâf Devletleri adıyla anılan kuvvetler 3 Kasım 1914’te Çanakkale’nin denizin kilidi anlamındaki Seddülbahir’den hücuma kalkmış, fakat 18 Mart’ta belleri kırılmıştı. O gün Seyyid Onbaşının 276 kiloluk top mermisini tek başına kaldırıp attığında düşman gemisini batırması dillere destan olmuştu. Kilitbahir’in hemen ilerisinde Mecidiye Tabyası kıyıya dikilmiş bir abidesi bulunan Seyyid Onbaşı 18 Mart’ta 16 topçusu şehit olmuş, Bataryada kumandanları Yüzbaşı Hilmi Bey ve arkadaşı Niğdeli Ali ile kendisi, bir tane de topları kalmış, aksilik bu ya topun da mermileri namluya süren vinci kırılmış bir vaziyette bu harikayı gerçekleştiriyordu. Allah’tan başka hamileri yoktu onların. Devamlı duâ hâlindeydi Seyyid. Annesi Emine Hatun’un öğrettiği duâyı dilinden hiç eksik etmediği şu duâyı okuyordu: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-Aliyyi’l-Azîm.” İhlâsla, samimiyetle tekrar tekrar okuyor, yalvarıyordu Rabbine: “Ey eksiği olmayan Allah! Ey âlemleri rahmetiyle kuşatan! Vücuduma öyle kuvvet ver ki, benden başka hiç, ama hiçbir kulun benden daha kuvvetli olmasın! Allah’ım, benden kuvvetini esirgeleme!”

Bu içten yakarıştan sonra Seyyid âdetâ kendinden geçiyor, demir basamakları üç defa inip çıkıyor, göğüs ve omuz kemikleri çatırdamaya başlıyor ve Bismillah deyip 276 kiloluk mermiyi kaptığı gibi topun namlusuna yerleştiriyor, savaşın kaderini değiştirecek bu mermi gidiyor, gidiyor tam İngiliz Ocean (Oşın) zırhlısına isabet ediyor ve zırhlı batmaya başlıyordu.

Zaferin kahramanlarından birisiydi sadece Seyyid Onbaşı. Diğer bir kısım kahraman ve kahramanlıklar üzerinde de bir sonraki makalemizde duralım İnşaallah.

18.03.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Şahsa mı, şûrâya mı uymalı?



Yeni Asya'nın genel yayın politikası gibi, siyasî istikameti de, Risâle–i Nur'un ölçüleri dairesinde alınan meşveret ve şurâ kararları ile belirleniyor.

Bu gazetenin neşriyat hizmeti, kırk yıldır aynı çizgide hiç inhiraf etmeyerek aynen devam edip gidiyor: Bu çizgi, Risâle–i Nur'da açıkça ifade edilen ve temeli yaklaşık bir buçuk asır öncesine kadar gidip dayanan "Ahrar–Demokrat çizgisi"dir.

Şu anda Nur Risâlelerini okudukları halde, özellikle siyaseten farklı düşünen ve farklı kulvarlarda koşturan pekçok dost, kardeş ve ağabeylerle, ilk on sene (1970–1980) boyunca iftihar edilecek bir müştereklik içinde bulunduğumuzun bilgi ve belgelere dayalı bir ispatını, dünkü yazımızda gözler önüne serdik.

Yeni Asya cenahında değişen birşey yok. Kuruluş maksadına uygun olarak, 1970'te ne dediyse, ne yaptıysa, hangi istikamette neşriyat yaptıysa, 1980'de, 1990'da ve 2000'li yıllarda da aynı istikrar çizgisinde ihlâs ile, sebat ve sadâkat ile hizmetine devam ediyor.

Bir önceki yazımızda ise, 1980 darbesinden itibaren bizimle yollarını ayıran ve kitleleri peşinden sürükleme istidadına sahip değerli büyüklerimizin, ağabeylerimizin isimlerini–ihtiramen–vermedik; ancak, onların 1982'de nasıl ve ne şekilde "Darbe anayasasına evet" deme noktasına geldiklerinin, yahut getirildiklerinin delillerini gösterdik.

Bu delillerin bir kısmını ihtiva eden "Bir Zamanlar Rektördüm" isimli 600 küsûr sayfalık kitap 2003'ten beri meydanda olmasına rağmen, bugüne kadar orada ismi geçen muhterem ağabeylerimizden hiçbir çıkıp da yazılanları tekzip etmedi. Esasen, o ifadelerde tekzip edilecek bir husus da yoktur. Zira, sonraki tatbikat, yazılanları aynen tasdik ediyor.

Ve bakın görün ki, Risâle–i Nur'u okuyanların belki de sayısal olarak çoğunluğu 1982'de referanduma sunulan "darbe Anayasası"na evet dediği halde, işin içinde ve meselenin mahiyetinde ne meşveret mantığı vardır, ne şûrâ kararı.

Hizmet Vakfında toplanan birkaç muhterem zât, o ana kadar hiç de hoş bakmadıkları bir "Kemalist Anayasa"ya evet mi, yoksa hayır mı denilmesi gerektiğini bir değerli profesöre sormakta ve onun izahları karşısında "fena halde" ikna olmaktadırlar.

Ve bakın, o andan itibaren prosedür nasıl işliyor: "Anayasaya evet"e ikna olanlar, bu karara acaba tabandakiler ne der, cemaat bu kararı nasıl karşılar diye, herhangi bir endişe taşımadan ve cemaate sorma gereğini duymadan, indî kararını adeta emir–komuta zinciri içinde tabana yaymayı tercih ediyor.

Ne aciptir ki, tabandakiler de, herhangi bir sorgulamaya gerek duymadan, bu karara aynen uymayı tercih ediyor.

Bizzat kendim yüzlercesine şahidim ki, o tarihte darbe anayasasına taraf olan kardeşlerimizin en büyük gerekçesi şu olmuştur: "Ben falan hoca kadar bilemem. Ben filan ağabey gibi bilemem. Ben ona bakarım, ona uyar ve onun kararına göre tercihte bulunurum. Bence doğru olan budur. Siz de öyle davranın."

Oysa, Risâle–i Nur'un hiçbir yerinde şahsa bağlanmaya cevaz verilmediği gibi, nüfuzlu şahısların fikrine uyma ve kararına riayet etme ruhsatı dahi yoktur.

Belki, tartışmaya açık konularda meşverete bakılır ve şurânın kararlarına istinad edilir. Dün de, bugün de, yarın da doğru olan budur.

İşte, Yeni Asya camiası, oldum olası bu temel prensibe uygun şekilde hareket ediyor. Öyle ki, bizi beğenmeyenler dahi, bu prensibin dışına çıktığımızı iddia edemez. Esasa taalluk etmeyen, yani tâli derecede kalan bazı hata ve noksanlarımızın olması, bu temel gerçeğin rotasını değiştirmeye delil teşkil etmez.

Demek ki, Yeni Asya, tâ başından beri meşveret ve şûrâ ile hareket ediyor ve hizmetini "metin bir şahs–ı mânevî" olan şûrânın kararları istikametinde idame ettiriyor.

Yeni Asya'ya özellikle 1980'den sonra muhalefet edenlerin ekseriyeti ise, şûrâdan ziyade nüfuzlu şahısların görüşleri, fikir ve kanaatleri, içtihatları–tâbiri câzi ise–emir ve komutaları istikametinde hareket ediyor. Dolayısıyla, siyasî ve içtimaî tercihlerini de ona göre belirliyor.

Nitekim, 1982'de askerî cuntanın halka dayatmış olduğu darbe anayasasına "evet" yönünde tercih kullananların mutlak ekseriyeti 1983 seçimlerinde blok halinde ANAP'a meylettiler. (Demokratların dışlandığı bu antidemokratik seçimde, Yeni Asya camiası "geçersiz oy" kullanmayı tercih etti. Zira, hür bir seçim değildi. Seçimlere sadece "imtiyazlı" partiler iştirak ettirildi.)

Siyasetteki inhiraf ve tercih farklılığı, daha sonraki yıllarda da aynen devam etti: ANAP'ın erime sürecine girdiğini gören dostlarımız, bir bocalama sürecinin ardından, yani 1991'den itibaren bu kez—vaktiyle reddettikleri—Erbakan'ın Refah Partisine (RP) meylettiler.

İrtica gerekçesiyle kapatılan RP'nin yerine FP kuruldu. FP'nin yönetimini ele geçirme harekâtına girişen Erdoğan, Gül, Arınç ve arkadaşları, 1999'dan itibaren aynı parti bünyesi içinde "yeni oluşum" diye bir grup kurarak, ayrışmanın bayrağını açtılar. Aynı grup, FP'yi ele geçiremeyeceğini anlayınca, bu kez taktik değiştirdiler ve "Biz Millî Görüş gömleğini çıkardık" diyerek yeni bir parti kurdular: Adalet ve Kalkınma Partisi.

İşte, tâ 1982'den beri Yeni Asya ile siyaseten yollarını ayıran dostlarımız, yine bir bocalama sürecinin ardından ve yine şahısların fikir ve kanaatleri doğrultusunda hareket ederek, bloklar halinde AKP'ye yöneldiler. Yönelmekle kalmadılar, Yeni Asya üzerinde de çeşit çeşit baskılar kurarak, kadim Ahrar–Demokrat çizgiden artık ayrılması gerektiğini ısrarla empoze etmeye çalıştılar. Hatta, bazısı da çıkıp "Ahrar da, Demokrat da AKP'dir" deme cür'etinde bulundular. Üstelik, AKP'nin dahi, bu misyon çizgisinde giden bir parti olduğuna dair bir söylem ve iddiası olmamasına rağmen...

Ama biz iddia ediyor ve ispat etmeye hazırız ki, MSP, RP, SP ve ANAP gibi, AKP de, özünde, bilhassa Emirdağ Lâhikası isimli eserde mükerrer olarak nazara verilen ve 1954'te "irtica" gerekçesiyle kapatılan Millet Partisinin değişik versiyonlarıdır.

Evet, gerek siyaset, gerek neşriyat (medya), gerek şahsiyât ve gerekse tarikat bazında, bugünkü iktidar partisinin bütün dem ve damarlarının tâ Millet Partisine ve Büyük Doğu Cemiyetine kadar gidip dayandığını, bilgi, belge ve sâir dokümanları şahit göstererek herkese ispat etmeye hazırız. Sırf bazı dostlarımızı rencide etmemek adına, bu bilgi ve belgelerin tamamını neşretmiyoruz. Ancak, arzu edenlere ve şüphesi olanlara bunları şifahen gösterebiliriz.

18.03.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Sünnet-i Seniyyeye uy!



Esasında Müslümanların en büyük sıkıntıları Sünnet-i Seniyye’ye uymamaları. Modern tıp, dönüp dolaşıp Sünnet-i Seniyye’deki yemek adabına yaklaşmış:

lYaşamak için, ölçülü ve dengeli beslenmeli.

lLezzeti şükür için takip etmeli, aksi halde lezzet bağımlığına ve hedonizme müptelâ oluruz. Bu bağımlılıklar da krizleri, o da helâl-haram demeyip yemeyi, o da çok kilo almayı, o da kalp, damar sertliği ve nefes darlığı dâhil birçok hastalığı dâvet eder.

Yüce Nebi (asm), “Âdemoğlu, midesinden daha şerli bir kap doldurmaz. Oysa belini doğrultacak birkaç lokmacık yeterlidir” diyerek bizleri ikaz etmektedir.

lYedikten sonra dört-beş saat içinde bir şey yememeli; iki saat içinde su içmemeli. Hafif, kolayca hazmedilecek miktarda gıda alınmalı. Şifa hazımdadır. Nefse, mideye en ağır, yorucu hal, yemek üstüne yemektir (peşpeşe ve çeşitli).

lÇok ve abur-cubur yemek lezzeti de yok etmekte; zamanla hipertansiyona, asterosklaroza, diyabete ve kanser gibi hastalıklara yol açmaktadır.

İçeceklere gelince, fıtrî, bilhassa asitsizler tercih edilmeli:

lKahve ve adaçayı zihni uyarıyor, yorgunluğu gideriyor. Yemeğin hemen ardından, ara vermeden içilecek limonlu çay hazmı kolaylaştırır. İhtiva ettiği kafein dinlendirir, teanin beynin alfa dalgalarını yaymaya teşvik eder; sinir sistemini geliştirir, damarları genişletir, kan dolaşımını hızlandırır ve zihnimizi açar. Yine taşıdığı P vitaminiyle de, metabolizma sonucu oluşan antioksidan özellikli fenolik bileşiklerden kaynaklanan zehirleri dışarı atar.

Aslında riyazetle duygu ve düşüncelerimizle midemize olumlu mesajlar gönderip acıkmayı geciktirebilir, az yemekle iktifa etmeyi öğrenebilir, en az 40 gün yemek yemeden yaşayabilir, günlük gıda ihtiyacını bir dilim ekmek, üç-beş zeytinle karşılama melekesini kazanabiliriz.

Tasavvuf terbiyesinde bu husus, kıllet-i taam, kıllet-i menam, kıllet-i kelâm (az yemek, az uyumak, az konuşmak) şeklinde formüle edilmiştir.

Her canlıda olduğu gibi, bizde de dakikalık, saatlik, günlük, haftalık, aylık, mevsimlik ve yıllık hayat devrelerinde iç dünyamızda sayısız değişmeler ve gelişmeler yaşanır.

lKimimiz sabahın erken saatinde kalkar, zihni açıkken kitap okur, ibadet ve duâ ederek işe koyulur.

lKimi, “ruh saatini ve biyoritmini” ayarlayarak gece uykusunda bile beynini çalıştırır, formüller üretir.

Ruhumuzu/duygularımızı tekâmül ettirmenin, nefsimizi terbiye etmenin, beden sağlığını korumanın şartlarından birisi de bedenî ve ruhî faaliyetleri, hayatın ve günün belirli saatlerine göre düzenleyen biyoritmik/biyolojik saatimize göre -programlamaktır. Zira hayat ritmini, beden ve ruh saatimizi düşünce, çalışma, yeme, dinlenme, uyku durumu gibi günlük ruhî ve bedenî faaliyetlerimize göre ayarlarız. Ve o saat gelince biyoritmik saatimiz bizi uyarır. Acıkır, yemek yeriz, vakit girer ve ibadet için kalkarız. 

Uyku, beden, dimağ ve ruhumuzun en iyi dinlendirme vasıtasıdır. Hayatımızın programı Kur’ân, “Rahmetinden ötürü Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki, geceleyin dinlenesiniz, gündüzün O’nun fazl u kereminden rızkınızı arayasınız ve şükredesiniz” diye uykunun nimet yönüne işaret eder. Ayrıca, 10 ayrı âyetde de “gecenin örtü ve dinlenme zamanı” olarak takdir edildiği vurgulanır.

Uyku esnasında kasların gevşemesi, duyuların istirahata çekilmesi, şuurun çözülmesi, uyanıklığın ortadan kalkması uykunun psiko-fizyolojik izahıdır. Uyku durumunda;

lSolunum ve kalp atışları yavaşlar;

lİrademiz dışında çalışan merkezi sinir sistemindeki elektriksel tesirler azalır.

Ömrümüzün üçte birini “yarım ölüm”e kaptırmamak için uykuyu kısaltmalı. Genel olarak fıtrî uyku dört saattir. Bunun dışında aşırı uyku ya tiryakilik, alışkanlık, bağımlılık veya bir rahatsızlığın sonucudur.

18.03.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Her yer Çanakkale



Birinci Dünya Savaşı yıllarında kazanılan Çanakkale Zaferi, her yıl kutladığımız önemli zaferlerden biridir. Bu yıl, zafer yıl dönümünün seçim hengâmesine denk gelmesi her halde konu ile ilgili çalışmaları biraz geri plana atmış oluyor.

Yaygın medyaya baktığımızda Çanakkale Zaferi’nin gündemde olmadığı, unutulduğu bile söylenebilir. Muhtemelen bugün yapılacak olan ‘kutlama törenleri’ haber olacaktır, ama bu haberleri duyurmak Çanakkale Zaferini kavramış olduğumuz anlamına gelir mi?

Tarihte yaşanan hadiseleri mümkün olduğu kadar doğru öğrenmek ve öğretmek durumundayız. Çanakkale Zaferini anlatırken bunu başarabildiğimizi söylemek kolay değil. Maalesef, Çanakkale savaşları çok eski bir tarihte yaşanmamış olduğu halde ve savaşın izleri de bugün bile görülebildiği halde gerçekler gizlenmeye çalışılmıştır. Bu tesbit kuru bir iddia olarak görülmemeli. Hali hazırda okutulan ders kitaplarına bakıldığında bunu anlamak zor olmaz.

Arzu etmeyiz; ama belki de zafer yıl dönümümüz sebebiyle geçmişte yaşanan bazı sıkıntılar yeniden gündeme gelebilir. Hatırlanacağı üzere, Çanakkale Zaferinin yaşandığı bölgeyi ziyaret eden insanların, savaş hakkında ‘ne düşündüğü’ bile kontrol altına alınmak istenmişti. Mümkün olsa, bu bölgenin ziyaret edilmesini bile engellemek isteyenler çıkabilir! Onlara göre savaşın yaşandığı bölgenin ziyaret edilmesi, şehitlere ‘rahmet’ okunması ve zaferin ‘İlâhî bir yardımla’ kazanıldığına inanmak da gereksiz! İnsanların hür bir şekilde konuşmasından, yazmasından ve fikir beyan etmesinden memnun olmayanlar; işi bu noktalara kadar taşımak niyetindeler.

Oysa Çanakkale, her yönüyle ibret alınması gereken bir savaş. Merhum Mehmed Âkif, şiirleriyle destanlaştırdığı gibi, orada Mehmetçiğin ‘iman’ı, haksız yere ülke gasbetmeye gelen ‘tekniğe’ meydan okumuştur.

Anlamakta zorlandığımız konu şudur: Maddî sebeplerle kazanılması mümkün olmayan bir savaşın, ‘İlâhî yardım’ sonucu kazanıldığını söylemek kimi, niçin rahatsız eder?

Bugün ya da dün; o savaşın mevcut ‘silâh gücü’yle kazanıldığını söyleyebilen bir ‘askerî otorite’ var mı? Dünya savaş uzmanları, silâh sayılarının kıyaslandığında bu savaşı ‘gasıp’ların; ‘düşman’ların kazanması gerektiğini söylemiyor mu? Nerede görülmüştür, koca koca gemilerin; atılan bir iki top mermisiyle batırıldığı? Nerede görülmüştür, ‘sayıca çok çok az’ olanın, ‘sayıca çok çok’ ve üstelik de ‘teknik donanım bakımından süper’ olan bir orduyu mağlûp ettiği?

Çanakkale’de yaşanan ‘az’ın çoğu, ‘zayıf’ın görünüşte ‘güçlü’ olanı; duâ ve İlâhî yardımla mağlûp etmesidir. Elbette ‘kılıç’ın hakkını da unutmuyoruz, ama asıl hak; duânın, ihlâsın ve fedakârlık gibi ulvî duygularındır. Bu yaklaşımı ‘hurafe’ olarak görmek ve göstermek isteyenlere de bir sözümüz var: “Asıl, aksi yöndeki izahlar ‘hurafe’dir!”

Bu vesile ile bütün şehidlerimizi rahmetle anıyoruz. Ebedî yurt ve mekânları cennet olsun. Amin.

18.03.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Türkiye’nin ayıbı



Avrupa Parlamentosu’nun değerlendirdiği “Türkiye raporu”nda birçok hayatî başlık var. Bunların başında hukukun üstünlüğüne dayalı, insan haklarını esas alan “yeni anayasa” ve basına baskı ile düşünceyi ifâde özgürlüğü geliyor.

Ama raporda dikkat çekilen ve AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu temsilcisi Olli Rehn’in “demokratik tartışmanın temellerinden biri” olarak nazara verdiği basın ile kamu yetkilileri arasındaki ilişkiyi ele alan “basın ve ifâde özgürlüğü” sığ bir çerçevede ele alınıyor. Baştan beri siyasî iktidara tam destek veren ve trilyonlarca borcu ötelenen bir medya patronuna getirilen “vergi cezası”yle ihâle anlaşmazlıkları üzerine Başbakan’la başlayan atışmaların yeniden alevlenmesine atfediliyor.

Oysa uzun yıllardır “dostluk ve işbirliği” içindeki iktidar-medya taraflarının son münâkaşası dışında Türkiye’nin basın ve ifâde özgürlüğü sorunu var. Basın ve kamu arasında hâlen AB’nin öngördüğü “açık ve şeffaf tartışma ortamı” sağlanmış değil…

AB standartlarına ulaştırılması istenen “düşünce özgürlüğü” ve bu özgürlüğün yansıması olan “basın özgürlüğü”ne karşı açılan dâvâlar, baskılar, yasaklamalar devam ediyor. Hâlâ sırf düşüncelerinden dolayı gazeteciler ve yazarlar yargılanıp ceza alıyorlar…

DÜŞÜNCE HÂLÂ YARGILANIYOR

Ne var ki mâlûm medya ve mahfillerde, “basın özgürlüğü” denildiğinde salt bazı etnik ve mezhebî ayrılıkçılar ve onları savunanların dâvâları serrişte edilmekte. Bir zamanların lastikli kanunu 163. maddenin yerine ikame edilen, düşünceyi ifâdeyi sınırlayıp “suç” sayan Ceza Kanununun 312. maddesinin yerine konulan 216. maddesiyle açılan dâvâlar gözardı edilmekte.

Halbuki yalnız sözkonusu etnik ve mezhebî farklılıkları yazanlar değil, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülkede İslâm dininin gereği ve toplumun en az bin yıllık kadim kültürünün tezâhürü olan felâketlerin İlâhî veçhesini açıklayan yazılar da peşpeşe yargılanıp “halkı kin ve düşmanlığa sevk ettiği” iddiasıyla yargılanmakta.

Bundan on yıl önce meydana gelen ve onbinlerce insanın öldüğü, şehirlerin, kasabaların yıkıldığı Marmara depreminin ardından musîbetin mânevî boyutunu izâh edenlerin yargılanması bunun misali. Depreme “İlâhî ikaz” yorumu yapan Yeni Asya gazetesi yazarlarının yargılanması ve ceza almaları bunun en açık örneği…

Yine yalnız medyanın ve bazı mihrakların ısrarla öne çıkardığı dâvâlar değil, bu dâvâlar da peşpeşe Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) haklı bulunmakta. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir; bu hak, kanaat özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları sözkonusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de ihtiva eder” hükmünü getiren 10’uncu maddesi gereğince, Türkiye’deki yargılamayı ve cezayı haksız bulmakta. İfade özgürlüğünü kısıtladığı için tazminata mahkûm etmekte.

Zira AİHS’in 14. maddesi, Sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal ya da başka görüşler, ulusal veya sosyal köken, etnik bir azınlığa mensup olma, servet, doğuş veya herhangi başka bir durum bakımından hiçbir ayırımın gözetilmeden sağlanmasını gerekli kılmakta…

Bu bakımdan ilgili yasa maddesinde güya AB’ye uyum amacıyla yapılan onca değişikliğe ve suçun maddî unsurlarının değerlendirilmesinde kimseyi hedef almayan hiçbir haksız, incitici saldırı ve şiddeti kapsamayan, tamamen fikrî olan eleştirilere dair on yıldır süren “İlâhî ikaz” dâvâları, Türkiye’nin büyük bir ayıbı.

HÜKÛMETİN GÜNDEMİNDE YOK

Esasen mâlûm depremin ardından dönemin Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve Genelkurmay Başkanı’nca “İlâhî takdir” olarak yorumlanan, Diyanet ve ilâhiyatçılar’ın “takdir-i İlâhî” olarak değerlendirdikleri bir meselede AİHM’in haksız bulduğu dâvâlar, Türkiye’deki iç hukukun özellikle insan hakları, inanç ve ifâde özgürlüğündeki yetersizliğini yanlışlığını ele veriyor.

Özellikle düşünce özgürlüğüne ilişkin istastikî bilgiler, Türkiye’nin “AB ulusal programı”nda ve “katılım ortaklığı belgesi”nde taahhüd ettiği insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü istikametindeki temel hak ve hürriyetler çerçevesindeki düşünceyi açıklama, yayma, bilim, san'at ve basın özgürlüğündeki kırıklığı su yüzüne çıkarmakta.

Ne var ki “Türkiye raporu”nu kaleme alan Hollandalı parlamenter Ria Oomen-Ruijten’in tesbitiyle; demokratikleşme, özgürlükler ve AB reformlarında son üç yıldır daha da derinleşen yavaşlamayla Ankara, 2005 yılında taahhüt ettiği reformları savsaklıyor.

Bu kırılganlık, ABD’nin “stratejik müttefikliği”ne gark olan, “destek hamûlesi”yle Irak işgaline havaalanları ve limanları açarak her türlü lojistik desteği veren, işgalcilerin silâh ve mühimmatlarıyla nakil ve dağıtımını sağlayan AKP siyasî iktidarının ne denli AB’den ve demokratikleşmeden uzaklaştığını ortaya koyuyor. Ne düşünceyi ifâde özgürlüğü, ne eğitimin demokratikleşmesi ne de diğer insan hakları ile temel hak ve hürriyetler, hükûmetin gündeminde bulunmuyor…

Siyasî iktidar, yamalı bohçaya dönüşen darbe anayasasını toptan değiştirmeye yanaşmıyor. AKP siyasî iktidarı, demokratik açılımları hep erteliyor.

Bu durum belki bir defa daha AKP’ye seçim kazandırır ama Türkiye’ye ve Türkiye’nin demokratikleşmesine kaybettirir. Bunun da kimseye faydası olmaz…

18.03.2009

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

Meksika’da İslâm yayılıyor



Meksika’nın, San Cristobal de las Casas bölgesinde çocuklar bir İslâmî okula gidiyor, rahlelerin başında diz kırıyor ve Kur’ân-ı Kerim’i Arapça’sından tilâvet ederken adeta zamanın derinliğinde sallanıp duruyorlar.

Büyük yaştaki kızlar ise başları gereken şekilde örtülü ve bütün çocuklar ayakkabılarını kapının önünde çıkarmış halde oturuyorlar.

Bu İslâmî medrese Meksika’nın, San Cristobal de las Casas bölgesinde yer alan küçük ve fakat günden güne büyüyen ihtida etmiş Müslümanlara ait. San Cristobal de las Casas toplumu Meksika’nın güney eyaletlerinden Chiapas’ta yaşayan ve 1994’de Meksika hükümetine karşı devrimci bir ayaklanmayla gündeme gelmiş bir topluluktur.

Chiapas, Meksika’nın en güneyde yer alan eyaletidir ve güneydoğu tarafında yer alır. Chiapas, kuzeyde Tobasco’ya, kuzeybatıda Veracruz’a ve batıda ise Oaxaca’ya sınırdır. Chiapas’ın doğusu ise Guatemala’ya sınırken, güney tarafında ise Pasifik Okyanusu’na kıyısı vardır.

Bahsettiğimiz silâhlı isyandan bu yana Chiapas’taki bir çok Kızılderili İslâmiyet’le şereflendi. Hatta, hükümet artan sayıda ihtida vak'alarının üzerine şüphelenmiş ve Müslüman topluluğunun peşine gizli servis elemanlarını takmış bile.

1990’ların ortalarında, İspanyol kökenli Müslümanlar Latin Amerika’ya doğru bir tebliğ hareketi başlattılar ve o sırada liderleri Aureliano Perez’di. Perez, Meksika hükümetiyle mücadele halinde olan Chiapas’lı yerlilere İslâmiyeti tebliğ etti. Yerliler, Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in (asm) öğretilerine oldukça açık ve müsaittiler.

Meksika’da Katolik Hıristiyanlığın egemenliğine ve etkisine rağmen, İslâm şehirlerin sınırlarına kadar dayanmış ve şehirde yer alan onlarca süslü kilisenin yakınlarına kadar ulaşmış durumdaydı.

Chiapas’ta İslâmiyetle şereflenenlerin çoğunluğu daha evvel Protestan yahut Katolik olan Maya Kızılderililerindendi.

Perez sadece tebliğ etmekle kalmayıp yeni ihtida etmiş Müslümanlar için üç farklı sektörde ekonomik faaliyetler de geliştirmişti: Gıda, marangozluk ve tekstil. Ve bu şekilde neredeyse kendi kendine yeten bir ekonomi oluşturulmuş, böylece Müslüman erkeklerin mesai sırasında işi bırakıp namazlarını kılma özgürlükleri sağlanmış ve Müslüman kadınlar da özellikle tekstil sektöründe çalışarak bağımsız bir gelir elde etmiş ve yerli ekonominin oluşmasına katkıda bulunmuştu.

İslâmiyetle şereflenen yerliler, İslâmiyetin onlara kazandırmış olduğu en önemli şeylerden birinin, 1500’lü yıllarla birlikte gelen İspanyol akınları ile başlayan kültürel baskılardan kurtulmaları olduğunu söylüyor.

Şimdi kendine İbrahim diyen ve önceki adı Anastasio Gomez adında 21 yaşındaki Chiapaslı Kızılderili, “İspanyollar beşyüz yıl önce bizi yok etmeye gelmişlerdi. 500 yıl sonra ise yine başka İspanyollar bizden koparılan bilgeliğin bir benzeriyle geri döndüler” diyor.

İbrahim bir Müslüman ve bir Kızılderili olmak arasında herhangi bir çelişki görmüyor. İbrahim Gomez kendinden emin bir üslûpla “İşte daha önce hiç sahip olmadığım bir aileye kavuşmuş oldum” diyor ve ekliyor: “Müslüman olduğun zaman, bütün geçmişin adeta siliniyor. Sanki bu yeniden doğmak gibi birşey”.

Sana katılıyorum kardeşim.

Bugünlerde ABD’nin Milwaukee şehrinde bir dersane inşa ediyoruz. Amacımız bu şehri, ABD’de, Bediüzzaman Said Nursî’nin mesajını taşıyan Risâle-i Nurların yayılması için bir anahtar şehir ve merkez haline getirmek.

Niyetimiz Amerika Birleşik Devletlerinin her tarafından yeni Müslüman olmuş insanları Milwaukee’deki bu dersanemize çağırarak onlara Risâle-i Nur’u öğretmektir.

Aynı zamanda Meksika’nın Chiapas eyaletindeki ve Latin Amerika’nın daha bir çok ülkesindeki Müslüman kardeşlerimize de Risâle-i Nur’u öğretmek ve yaymak istiyoruz.

Bu projemiz ve niyetimiz hakkında daha detaylı bilgi almak ve fikirlerini belirtmek için bütün Nur talebesi kardeşlerim [email protected] adresine mail gönderebilir.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

Islam Grows In Chiapas , Mexico

In San Cristobal de las Casas , Mexico , children attend an Islamic school in this city and sit cross-legged at low desks and rock in time as they recite the Quran in Arabic.

The older girls' heads are wrapped in obligatory scarves, and all the children are required to leave their shoes at the door.

This Islamic madrasa is part of a small but growing community of several hundred Muslim converts in San Cristobal de las Casas, a Mexican community in the southern State of Chiapas known for initiating a revolutionary campaign against the Mexican government in 1994.

Chiapas is the southernmost state of Mexico , located towards the southeast of the country. Chiapas is bordered by the states of Tabasco to the north, Veracruz to the northwest, and Oaxaca to the west. To the east, Chiapas borders Guatemala , and to the south the Pacific Ocean .

Since that armed insurgency, many Indians in Chiapas have converted to Islam. Indeed, the government suspects the new converts of subversive activity and has already set the secret service on to the track the movements of the newly converted Muslims.

In the mid 1990s, a group of Spanish Muslims embarked to Latin America to spread the word; their leader was Aureliano Perez. Perez offered Islam to the Indians of Chiapas fighting the Mexican government; the Indians were quite open to the teachings of the prophet Mohammed, peace be onto him.

Despite the predominance of Catholic Christianity in Mexico , Islam has established itself on the edge of the town, a little way off from the town’s beautiful and plentiful churches.

The new converts to Islam in Chiapas are almost all Maya Indian who were once Protestants or Catholics.

Perez promoted fruitful activities among the converted Muslims in three main areas: food, carpentry and textiles. An almost totally self-reliant economy was established, allowing men to practice Islam around the clock, while women - engaged in textile handicrafts - were assured of an independent income that improved the domestic economy.

The converts say they've embraced Islam as deliverance from cultural oppression that began with the Spanish Conquest of the 1500s.

''Five hundred years ago, they came to destroy us. Five hundred years later, other Spaniards came to return a knowledge that was taken away from us,'' said Anastasio Gomez, a 21-year-old Indian who now calls himself Ibrahim.

He sees no contradiction in being a Muslim and an Indian.

''This is the family I never had before,'' Gomez explained, with a blissful expression.

''When you become a Muslim, all your past beliefs are erased. It's like being reborn.''

I agree brother.

We are building a Dersane in Milwaukee to make this city a key metropolis in the United States telling the message of Bediuzzaman Said Nursi’s Risale-i Nur.

We intend to invite newly converted Muslims from all across the United States to Milwaukee to learn Risale-i Nur at our Dersane. We also intend to bring the Risale-i Nur to our Muslim brothers and sisters in Chiapas , Mexico and other Latin American countries.

For more information about this project you can email me at [email protected]

18.03.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Nurcular ve AKP (2)



Evvelce de birkaç defa yazmıştık: Şu anda devletin en önemli koltuklarından birinde oturmakta olan zat, millî görüş hareketiyle yollarını ayırma arefesindeyken bir özel sohbetinde “Bediüzzaman’ın haklılığını 28 Şubat duvarına toslayınca anladık” demişti.

Kast ettiği, “din adına siyaset” iddiasının yanlışlığıydı. Ve önce RP’nin, sonra FP’nin kapatılmasını takiben millî görüşten ayrılanlar AKP ile yola çıkarken en çok bu noktaya vurgu yaptılar.

90’lı yılların başından itibaren yaşanan sürecin nirengi noktasını oluşturan bu husus, bir kısım Nurcuların millî görüş hareketi karşısındaki duruşunu hayli yumuşatan bir sonuç verdi.

Ve bu yumuşama AKP ile had safhaya ulaştı.

Öncesinde DP-AP-DYP çizgisine oy verdikleri halde, “Demokrat mânâsı artık AKP’ye geçti, yıllardır beklediğimiz dindar demokratlar bunlar” diyerek AKP’ye yönelenler oldu. Ama bu, reel gerçeklere dayalı objektif bir tesbitten ziyade, temennîlere dayanan bir tercihin ifadesiydi.

Ve altı buçuk yıllık AKP iktidarıyla gelinen nokta, AB’nin demokratikleşme yönündeki ısrarlı takibine rağmen, hâlâ fazla birşeyin değişmediği, 27 Mayıs’la kurulup 12 Eylül ve 28 Şubat’la pekiştirilen darbe düzeninin devam ettiği, asker üzerindeki sivil kontrolün sağlanamadığı, yargı reformunun yapılamadığı ve iktidar partisinin bile kaderini lidere endekslediği bir yapı.

Dahası, başörtüsü yasağı, din eğitimine getirilen kısıtlamalar, imam hatiplerin orta kısımlarının kapatılması, Kur’ân eğitiminde uygulanan yaş sınırı gibi 28 Şubat yadigârı haksızlıkların bitirilmesi yönünde de bir ilerleme sağlanamadı.

22 Temmuz’da yüzde 47 oy alıp Cumhurbaşkanını da kendi içinden seçtiği halde AKP’nin bu konulara hâlâ çözüm getirememesini mazur görüp anlayışla karşılayan tavırsa düşündürücü.

Bakalım, bu tavır 29 Mart’ta da sürecek mi?

AKP kadrolarının ve bu partiye hasbî düşüncelerle oy verenlerin kahir ekseriyetinin samimiyet ve iyiniyetinden eminiz; ama onları tenzih ederek, şu tesbiti dile getirmemiz gerekiyor:

Aslında AKP, şimdiye kadar siyasallaşma, ticarîleşme ve dünyevîleşme tuzaklarına düşürülemeyen bir cemaati bu alanlara çekerek uhrevî amaçlı imanî hizmetlerinden alıkoymak, dolaylı yollarla da olsa resmî ideolojiyle uzlaştırmak ve ayrıca Türkiye’nin kapitalist sisteme eklemlenmesini kolaylaştırmak için üretilmiş bir küresel toplum mühendisliği projesinin en son ürünü.

Bu projenin dış ve iç odaklarca paylaşılan en önemli ortak hedeflerinden biri, insanlara, hattâ dindarlara ahireti unutturup herkesi dünyevîleştirmek. Ahirzamanın dehşetli şahıslarından biriyle ilgili rivayetlerdeki “Bir gözü kördür” ihbarının, “Münhasıran bu dünyayı görecek bir tek gözü var, ahireti görecek gözü yok” şeklinde yorumlandığını hatırlayalım (Şuâlar, s. 929).

Bir taraftan Kemalizm, bir taraftan küresel kapitalizm, dünyevîleştirme tuzaklarına direnmeye devam eden “son kale” durumundaki Nur talebelerinin bu duruşunu gevşetmek ve onları da teslim almak için taarruza devam ediyorlar.

Ve bu noktada AKP etkin biçimde kullanılıyor. Kadrolar ve imkânlar bahşedilerek, “Cumhuriyet tarihinde ilk kez cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, milletvekilleri ve bürokratların ağırlıklı bir kesimi dindarlardan oluşuyor” havası verilerek... Ama bu görüntü altında, resmî ideolojiye hapsedilmiş politikalar uygulatılarak...

Resmî ideolojinin medyadaki sözcülerinden biri, derin devlet katlarında AKP iktidarına nasıl bakıldığını anlatırken, “80 yıldır devrimlerle uzlaşmayan kesimlerin kazanılmasında AKP rol oynayabilir” yorumu yapıldığını yazmıştı. Erdoğan da “Hedefimiz, ilke ve devrimleri toplumun ortak paydası yapmak” diyerek bunu teyid etti.

Prof. Dr. Şerif Mardin’in AKP iktidarını “Kemalizmin başarısı” olarak nitelemesi de, bunun farklı bir açıdan ifadesi anlamına gelmiyor mu?

Konuya biraz daha devam etmek gerekiyor.

18.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis